|
Arkeoloji
Politikaları; Avrupa'nın Sınırları
Çok kimlikli Avrupa kavramı Anadolu'yu Avrupa uygarlığının ilk
basamağı sayarak Avrupa tanımı içine yeniden alıyor. Hatta, bu
anlamda, 'en eski Avurapa' tanımının, Anadolu yarımadası ile sınırlı
olduğu söylenebilir. Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişki ya da
Türkiye'nin Avrupa coğrafyası içindeki konumu tartışılırken genel
olarak ele alınan konular siyaset, ekonomi ya da sosyolojiye dayanır.
Her ne kadar bazen bu ilişkinin tarihsel boyutu da süregelen
tartışmalara eklenmekteyse de, bu daha çok yakınçağ içindeki siyasi
gelişmeler ile sınırlıdır Batı dünyası olarak tanımladığımız
Avrupa'nın Doğu'ya, Osmanlı ya da Türk toplumuna bakışında, bu bakış
açısını yönlendiren düşünce sistemi genellikle gözardı edilir. Batı
düşünce sisteminin yüzyılların birikimini yansıtan bir oluşum süreci
vardır. Bu süreçte arkeoloji yadsınamaz bir yere sahiptir ve gerek
Avrupa düşünce sisteminin nasıl oluştuğunu gerekse bu süreçte
Avrupa'nın Doğu'ya bakış açısını anlamak için, arkeolojinin tarihine
bakmakta yarar vardır. Bu, bir anlamda düşünce sisteminin
arkeolojisi ya da arkeolojinin politika içindeki yeri olarak da
yorumlanabilir.
1. Arkeolojide
Politika-Politikada Arkeoloji
2. Arkeolojinin Tarihine Farklı Bir Bakış
3. Düşünce Sistemine Zaman Boyutu Kazandırmak
4. Dünyayı Sahiplenmek
5. Düşünsel Akımlar ve Arkeoloji
6. "Avrupa" Kavramının Değişen Sınırları
7. İlk Dönem Görkemli Geçmiş Arayışları
8. Avrupa'nın Bağımsız Gelişme Modeli
9. Çok Kimlikli Küreselleşen Avrupa Arayışı
Arkeolojide Politika-Politikada Arkeoloji
Bilimsel bir uğraşı olmasına karşın arkeoloji, toplum ile iç içe
olduğundan çoğu kez yanlış olarak algılanır. Arkeolojinin topluma
yansıyan yönü, geçmişten günümüze kadar gelen güzel, ilginç, değerli
ya da görkemli eserlerin toplanmasıdır. Toplum, arkeologları bilim
insanı olarak değil, gizemli geçmişten haber vermesini bilen kişiler;
arkeolojik nesneleri de çalınabilecek piyasa malları ya da turizmi
canlandırma potansiyeli olan ekonomik girdi olarak görür. Kuşkusuz
bunların, toplum arkeoloji ilişkileri içinde, belli bir yere kadar
doğruluk payı vardır. Arkeoloji ile antika, değerli eser, koleksiyon
gibi kavramların özdeşleştirilmesi bu bilim alanının topluma yanlış
olarak yansıtılmasından kaynaklanır; "değerli eser" arkeolojinin
amacı değil ortaya çıkan bir yan üründür.
Gerçekte arkeoloji, Batı-Avrupa düşünce sisteminin gelişmesinde
önemli bir etkendir; geçmişe farklı bir bakış açısı ile bakmaktır ve
yeni bir düşünce sistemidir. Arkeoloji bize, Osmanlı
İmparatorluğu'na, 19. yüzyıl içinde, Batılılaşma paketinin bir
parçası olarak gelir. Ancak bu aktarımda arkeolojinin "eseri-nesneleri"
ön plana çıkartan yönü ağırlık kazanır, düşünsel boyutu arka plana
itilir. Avrupalıların kendi düşünce sistemlerini oluştururken
Osmanlı topraklarından geçmiş dönemlere ait eserleri toplayıp
götürmeleri, bunları o dönemin görkemli devlet müzelerinde
sergilemeleri, Osmanlı aydınlarının arkeolojiyi, değerli ve güzel
eserler ile özdeşleştirmelerine neden olur.
Avrupa'da ilk başlarda "ilginç" nesnelerin sergilenmesi ile başlayan
uğraşı, giderek bu nesneleri toplama alışkanlığını arttırır ve bu
durum onları giderek "değerli" hale getirir. Eski eserlerin değerli
nesneler olarak görülmesi bunların koleksiyon halinde toplanmasını
özendirir ve giderek bu tür koleksiyonlara sahip olmak yeni oluşan
düşünce sisteminin göstergesi haline gelerek ayrıcalık kazanmış ve
prestij müzelerine dönüşmüştür. 17. yüzyıldan itibaren Batı, Avrupa
sistemi içine "büyük", "çağdaş" devlet olmanın göstergeleri arasına
görkemli müze yapıları ve koleksiyonlar girer. Batılılaşma süreci
içinde, yaşadığı parasal güçlüklere karşın Osmanlı İmparatorluğu'nun
anıtsal sayılabilecek boyutta bir müze yapısı kurmasını, Avrupa
devlet göstergelerine uyma çabası olarak düşünebiliriz.
1891'de Arkeoloji Müzesi kurulmadan önce buluntular Çinili Köşk'te
toplanıyordu. sb
Arkeolojinin Tarihine
Farklı Bir Bakış
Arkeolojinin tarihini çok farklı açılardan ele alabiliriz; bunların
en basiti hangi bilim insanının nerede, ne zaman kazı yaptığı, sanat
tarihi kitaplarına yansıyan hangi eseri bulduğunu listeleyen
anlatımdır. Bu anlatım Yakındoğu, Orta Amerika, Orta Asya gibi yakın
zamanlara kadar seyahat etmenin bin bir güçlüklerle dolu olduğu
bölgelerde gezen ilk Avrupalı araştırıcıların karşılaştıkları
zorlukları, yerel topluluklarla, yönetimlerle yaşadıkları olayları
ön plana çıkartan bir anlatımdır. Bu, kısaca değindiğimiz gibi
arkeolojiyi göze güzel gelen, maddi değeri olan eserlerle özleştiren,
arkeoloğu da zorluklar içinde gizemli bir dünyada dolaşan
maceraperest biri olarak gören yaklaşımı yansıtır.
Diğer bir anlatım ise; arkeolojiyi
düşünce sistemi olarak ele alan ve çağdaş devlet kurgusu içindeki
yerini tanımlayan bir anlatımdır. Bu nedenle ilk olarak arkeolojinin
Batı düşünce sisteminin oluşmasındaki yeri üzerinde durmak gerekir.sb
Düşünce Sistemine Zaman
Boyutu Kazandırmak
Geleneksel bakış açısında "geçmiş" zaman derinliği olmayan sığ ve
durağandır, yaratılmıştır ve yaratıldıktan sonra da değişmemiştir.
Dolayısı ile inanılandır ve kanıtlanması gerekmez. Ortaçağ'ın
içlerine kadar, Avrupa da dahil olmak üzere dünyada yaşayan bütün
topluluklar, ister aşiret, ister devlet, ister imparatorluk
düzeyinde olsun geçmişe bu şekilde bakmışlardır. Avrupa'da, Rönesans
olarak tanımlanan Aydınlanma ile birlikte geçmişe duyulan ilgi,
kanıtlanması gerekli olan bir tarih kavramını beraberinde getirir.
İlk başlarda bu Ortaçağ'ın karanlık döneminden önce var olduğu
bilinen Hellenistik, Roma kültürlerinin görkemini ya da dini
kitaplarda geçen yer ve olayların kanıtlarını arama şeklinde başlar.
İnanılan geçmişin yerini kanıtlanan geçmişin alması her ne kadar
bugün bize çok basitmiş gibi gelse de, bu, düşünce sisteminde devrim
niteliğinde değişimlere yol açar. Bu süreç içinde ortaya çıkan
bulgular, inanılandan farklı, çok daha eskilere inen ve tekdüze
olmayan ve kendi içinde çeşitliliği olan bir geçmişi yansıtmaya
başlamıştır. Artık geçmiş sığ değildir, araştırmalar ilerledikçe
derinleşmektedir. Geçmiş günümüzden farklıdır, zaman içinde değişmiş
"yaratıldığı gibi" kalmamıştır. Bulgular Avrupa düşünce sisteminin
temelini oluşturan inanmak yerine kanıt aramak, durağan bir dünya
yerine değişen, evrim geçiren bir dünya ve zamanın eskiliği gibi
düşünsel anlamda yeni kavramları getirmiştir. Bu yeni kavramların
yansıması yalnızca toplum bilimleri ile sınırlı değildir,
biyolojiden jeolojiye kadar her alanda etkili olmuş, bir anlamda
bugün bilimsel düşünce olarak tanımladığımız süreç bununla
başlamıştır.
Dünyayı Sahiplenmek
Ortaçağ'a kadar her toplumun ilgi duyduğu geçmiş kendi tarihidir.
Arkeolojinin gelişme süreci içinde eskinin kanıtlarının aranması,
ister istemez ilk araştırmacıları başka bölgelere götürür, başka
kültürlerle tanışmasına neden olur. Hatta kendi topraklarında, kendi
toplumu ile ilgisi olmayan kültürlere rastlanır ve giderek "başkaları"
da düşünce sisteminin içine girer. İlk başlarda arkeoloji bulmak
istenenin kanıtlarını ortaya çıkartmakla ve bunların basit tanımları
ile yetinir. Giderek bu kanıtların sayı ve çeşitlerinin artması
bilinmeyeni de beraberinde getirir. Bilinmeyenin çözümü için farklı
yerlerdeki bulguların ilişkilendirilerek düzenlenmesi gerekir, bu da
düşünce sistemine yeni bir açılım kazandırır. İlk kuşak
arkeologların, ilgi alanları ister Roma İmparatorluk dönemi, ister
Tevrat'ta geçen yerler olsun, geçmişi anlayabilmek için kendilerini
özdeşleştirdikleri kültürlerden farklı olanları ele almak durumunda
kalırlar. Doğrunun anlaşılabilmesi için uygarlık tarihinin bir bütün
içinde, kendinden olsun ya da olmasın yaşamış tüm insanları içine
alacak şekilde ele alınmasını gerektirmiş, bu da 17. yüzyıldan
itibaren Avrupa düşünce sistemine "Dünya Kültür Mirasını Sahiplenme"
ilkesini getirmiştir.
Bu, Avrupa düşünce sistemini diğer düşünce sistemlerinden ayıran bir
olgudur. Zamanın derinlik kazanması, evrimin, gelişimin
anlaşılabilmesi, Avrupalı araştırmacıları başka bölgelere gitmeye ve
oralardaki bilginin elde edilmesini de zorunlu duruma getirir.
Örneğin, Cava ya da Çin'de ortaya çıkan ve insanlığın yüz binli
yıllara inen geçmişi olduğunu kanıtlayan bulguların elde edilmesi,
bu düşünce sisteminin olmazsa olmazıdır. 20. yüzyılın ortalarına
kadar, ne Güneydoğu Asya'da ne de Çin'de yaşayanlar ve hatta bu
bölgelerin aydınları kendi topraklarının geçmişine karşı bu tür bir
ilgi göstermiş, ilgileri "inanılan geçmiş" ile sınırlı kalmıştır.
Batılıların kanıt aramak için yaptığı çalışma, bu düşünce sisteminin
girmediği bölgelerde her zaman tuhaf bir uğraşı olarak görülür,
kuşkuyla karşılanır ve genel olarak da definecilik ve kaçakçılık
olarak algılanır. Kuşkusuz bu süreç içinde definecilik ve kaçakçılık
da olayın bir parçası halindedir, ancak ana motif her zaman
kanıtları bulunarak ortaya çıkarılan bir geçmişi kurmak olmuştur.
Troia yüz yılı aşan tarihi ile arkeolojinin tarihçesini de
yansıtır.Bu açıdan da arkeoloji, Avrupa düşünce sisteminde "dünyayı
sahiplenme" kurgusunun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu süreç içinde tüm
insanlığın, dünyanın geçmişini anlamak, öğrenmek isteyen Batılılar
ile bu bilgiye ilgi duymayan, sonuçlarını yadsıyan ve hatta
kanıtları yok eden topluluklar arasında ilginç bir çelişki ortaya
çıkar. Bu da ister istemez Batı düşünce sistemine "küresel
sahiplenme" olgusunu sokar. Avrupalılar ile diğer toplumlar
arasındaki bu çelişki 20. yüzyılın ortalarından itibaren yeni bir
boyut kazanır. Avrupa kökenli düşünce sisteminin tüm coğrafyalara
aktarılması, arkeoloji olarak tanımladığımız, kanıtları ile birlikte
ele alınan, geçmişi arama, sahiplenme kaygısını da evrenselleştirir.
Günümüzde arkeoloji ile uğraşmayan hiçbir ülke yoktur; en küçük ve
fakir Afrika ülkesinde ya da Okyanusya'daki küçük ada devletlerinde
bile arkeoloji enstitüleri, yerel arkeologlar vardır. Küreselleşme
olgusu, tüm insanlığın ortak mirası olan uygarlık kavramı ile,
günümüz politik sınırları ile, bağımlı yerel sahiplenme arasındaki
çelişkiyi beraberinde getirmiştir. Giderek dünya gündeminde "geçmiş
kimindir" sorusu daha çok tartışılır bir hale gelmekte, bugünkü
toplumlardan hiçbirinin geçmişi tekeline alma, yok etme ya da seçici
olarak sunma hakkına sahip olmadığı düşüncesi ağırlık kazanmaktadır.
sb
Düşünsel Akımlar ve
Arkeoloji
Tanımladığımız şekli ile ele alındığında arkeoloji bir toplum
bilimidir ve her toplum bilimi gibi döneminin düşünsel akımları ile
özdeşleşmiştir. Arkeolojinin akademik bir alan olarak
kurumsallaştığı 19. yüzyıl sonu ile 20 yüzyıl başları Batı düşünce
sisteminde, bugün "dogmalar" olarak tanımladığımız, tek doğrulu
çözümleri kabul eden akımların hâkim olduğu bir süreçtir. Arkeoloji
bu süreç içinde felsefe ya da sosyolojiden gelen bütün akımlar için
"zaman laboratuvarı" işlevini yüklenmiş, bu akımların kendi
görüşlerini kanıtlaması için gerekli olan verileri seçerek
kullandığı bir havuza dönüşmüştür. Geçmiş karmaşık, karmaşık olduğu
kadar çok yönlü bir olgudur.
Nasıl ki günümüzde çok renkli, kendi içinde farklılıkları olan bir
yaşam varsa, geçmiş için de aynı durum söz konusudur. Neyi
kanıtlamak isterseniz bu bütün içinden istediğinizi seçerek alır,
görmek istediğiniz kanıtları bulabilirsiniz. Esasen arkeolojinin
politik araç olarak kullanımı ilk olarak daha 15. yüzyıl gibi eski
bir tarihte başlar, büyük imparatorluklardan ayrılan yeni ulus
devletler, kendi varlıklarını kanıtlamak için arkeolojiye yönelmiş,
imparatorluklardan önce var olduklarının göstergelerini aramışlardır.
Yakınçağ tarihi içinde arkeolojiyi araç olarak kullanmayan ulus
devlet yoktur.
Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren arkeolojinin politika ve
düşünsel akımlarla ilgisi daha da belirgin bir hale gelir; bunda
arkeolojik kazıların giderek artması, kullanılabilir potansiyeli
olan verilerin çoğalması önemli bir etkendir. Son iki yüzyıl,
arkeolojinin bu tür kullanımlarının örnekleri ile doludur. Ancak
bunların hepsi tek doğrulu çözümler arayan, sebep sonuç ilişkisi
içinde düz çizgi üzerinde gelişim görmeye çalışan akımlardır.
Örneğin, uygarlığın gelişimini bir ırkın diğerinden daha üstün
olmasına bağlayan ve daha sonra Nazi ideolojisinin temelini
oluşturan kuramı ortaya atan G. Kossina, kuramı için gerekli olan
tüm kanıtları arkeolojiden almış, kendi içinde tutarlı ve inandırıcı
bir tablo çizmiştir. Bunun karşıtı olarak, uygarlığın gelişimini
toplumların örgütlenme modeli ve ekonomik yapısında gören Marksist
görüşün kuramcıları da kanıtlarını arkeolojinin içinden
toplamışlardır. Childe ile doruğuna ulaşan ve uygarlığın gelişimini
belirli bir tür doğal çevre ortamına bağlayan kuram da yine
hammaddesini geçmişten, arkeolojiden almıştır. Bu tür dogmatik
örneklerin sayısını çoğaltır makro düzeydeki kuramlardan, tek bir
ulusun, toplumun ya da olayın gelişimini yansıtacak kurgulara kadar
çeşitlendirebiliriz.
Tek doğrulu çözüm arayan kuramların gelişme süreci içinde,
arkeolojik araştırmalar özellikle Yakındoğu, Ege çevresinde
yoğunlaşır. Bu nedenle bu kuramların çoğunda bizim bölgemiz veri
kaynağı olarak ağırlıklı bir yer tutar. Bunların arasında,
uygarlığın gelişimini akarsu ortamına bağlayan "Mezopotamya odaklı"
görüş ile uygarlığı Hellenizmden başlatan görüşler yakın zamanlara
kadar Anadolu arkeolojisi üzerinde belirleyici olmuştur. Bu akımlar
uzun bir süre araştırma politikalarını, tarihsel süreç ile ilgili
kurgunun oluşumunu etkilemiştir. Ancak bu tür akımları yalnızca
bilimsel anlamda değerlendirmek doğru değildir; bunlar her zaman
politik tartışmalarda malzeme olarak kullanılmışlardır. Nitekim
bugün, giderek daha güncel hale gelen "Avrupa'nın doğu sınırları
nerede biter" sorusu ile ilgili tartışma da, arkeolojinin tarihsel
sürecinden gelen birikim ile iç içe girmiş durumdadır.
sb
"Avrupa" Kavramının Değişen
Sınırları
"Avrupa" tanımı, coğrafi bir alanı değil bir düşünce sistemini
tanımlar. Bu tanımın zaman içindeki değişimine bağlı olarak
Avrupa'nın kapladığı alan da, sınırları da değişmiştir. Küresel
boyutta ele aldığımızda, dünyada çok eski zamanlardan bu yana,
birçok uygarlık, birçok kültür gelişmiştir; bunların her birinin
kendine göre bir kurgusu, düşünsel temeli vardır. Rönesans ile
birlikte Avrupa'nın belirli bir kesiminde başlayan, Endüstri Devrimi
ile kurumsallaşıp yaygınlaşan ve çağımıza damgasını vuran kurgu
diğerlerinden tümüyle farklıdır. "Avrupa" tanımı da bu yeni kurgu ve
düşünce sisteminin kapladığı alana göre zaman içinde değişmiştir. Bu
nedenle Avrupa'nın tarih içindeki sınırları nerededir sorusunun
yanıtı, "hangi çağdaki sınırları" sorusu ile bir bütün olarak ele
alınır. Kökenleri dediğimiz zaman Avrupa başka bir yerdedir,
kökenlerin oluşumu dediğimiz zaman ise daha başka coğrafyalara gider.
Eski eserlerin toplanmasıyla geçmiş sorgulanmaya başlandı. Bunun ilk
örneklerinden biri Nineve heykellerinin British Museum'a
götürülmesiydi.
Oluşum süreci içindeki her ulus
kendine bir geçmiş aramış, yeni uluslar geçmişlerini kanıtlayacak
izler için gerekli malzemeyi tarihten ve arkeolojiden sağlamışlardır.
Günümüzde yeni bir oluşum süreci içine giren "Avrupa" da kendine bir
geçmiş aramakta, ulus devletlerin yapmış olduğu gibi kanıt bulmak
için arkeolojiye yönelmektedir. Bu arayış üç aşama içerir.
sb
İlk Dönem Görkemli Geçmiş
Arayışları
20. yüzyılın ilk yarısına kadar Batı düşünce sisteminde tek doğrulu
çözümler, dogmalar hâkimdi; uygarlığın gelişebilmesini sağlayacak
bir neden, sistem aranmıştı. Dogmanın türüne göre, uygarlığın
belirli bir bölge ya da insan topluluğu tarafından, belirli bir
nedene göre geliştirildiği ve gelişimini tamamladıktan sonra yine o
uygarlığı geliştiren insanlar tarafından başka coğrafyalara
taşındığına inanılmıştır. Başka bir anlatımla uygarlığı
geliştirebilen toplum, geliştiremeyenleri "uygarlaştırma" işlevini
görev olarak yüklenmiş, zorla da olsa kültürünü taşımış ve kabul
ettirmiştir.
Bilinen en eski ve görkemli uygarlık olan Mezopotamya ve bunun bir
sonraki yansıması Hellenistik kültür, 20. yüzyılın ilk yarısına
kadar Avrupa uygarlığının ilk aşamaları olarak kabul edilir. Her ne
kadar farklı dogmalara göre bu süreç doğal çevre, ırk, dil, ekonomik
yapı gibi kurgulara göre yorumlanmışsa da, sonuç olarak bütün
yorumların esasını Mezopotamya'dan gelen bir göç dalgası ve
kolonizasyon hareketi oluşturur. "Yayılımcı (Difizyonist)" kuram
olarak adlandırılan bu görüş, Avrupa uygarlığının temellerini
geçmişin bu görkemli kültürlerine bağlar. Bu nedenle Avrupalılar
tarafından yazılan uygarlık tarihinde Mezopotamya-Hellenizm-Roma
Avrupa'nın kültürel bütünlüğünün temel taşları olarak görülmüş,
farklı kültürler ise "diğerleri" olarak ayrılmıştır. Gordon Childe
ile doruğuna erişen bu yaklaşım, 1950'li yılların ortalarına kadar
Avrupa düşünce sisteminin temelini oluşturur.
sb
Avrupa'nın Bağımsız Gelişme
Modeli
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde Avrupa yeni bir kimlik
arayışı sürecine girer ve buna bağlı olarak "diğerleri" tanımı yeni
bir anlam kazanır. Bu oluşum sürecinde Avrupa düşünce sistemi
kökenlerini başka bölgelerden, dışarıdan gelen etkilere bağlamak
yerine kendi coğrafyasının getirdiği iç dinamikte görmeyi yeğler.
Bu yeni kimlik arayışı C. Renfrew'un 1967 yılında "Avrupa
uygarlığının bağımsız gelişimi kuramı" ile kimlik kazanır. Renfrew
yayılımcı kurama karşı çıkarak Avrupa uygarlığının kökeninde
Yakındoğu etkilerinin bulunduğunu tümü ile yadsımış, bugünkü
Avrupa'nın temelini oluşturan ilk uygarlıkların Avrupa'da, Yakındoğu
ve diğer bölgelerden etki almadan bağımsız ve onlara koşut olarak
geliştiğini ileri sürmüştür. Bu kuramın ikinci yansıması olan
yayınında Renfrew, Avrupa'yı Yakındoğu'dan ayıran ve Ege'nin içinden
geçen "kültürel kırılma bölgesi" (Cultural Fauld Line) tanımını da
getirmiştir. Renfrew'un bu kurgusu, kısa bir süre içinde geniş bir
yansıma bulmuş, o zamana kadar hâkim olan "yayılımcı düşünce"nin
yerini bir anda "bağımsız gelişme (Anti Difizyonizm)" modelleri
almıştır. O yıllarda kendine yeni bir kimlik arayan Avrupa'da,
Avrupa uygarlığının başka coğrafyalara borçlu olmadan geliştiği
kavramının bu denli hızlı bir kabul görmesi, herhalde rastlantı
sonucu değildir. Bu görüş o kadar hızlı yayılmıştır ki 1970-80'li
yıllarda yayılımcılıktan söz edilmesi ya da herhangi bir kültürel
olgunun Yakındoğu üzerinden Avrupa'ya geldiğinin söylenmesi,
bilimsel ortamda kabul edilemez bir ayıp haline gelmiştir. 25-30 yıl
kadar süren bu süreçte Avrupalı bilim insanlarının araştırmaları
özellikle Güneydoğu Avrupa ve kısmen Akdeniz bölgesinde yoğunlaşmış
ve hatta uygarlığın Balkanlar'da doğup buradan başka bölgelere
yayıldığını ileri süren abartılı kuramlar bile ortaya çıkmıştır.
Avrupa müzelerine çok sayıda buluntunun gelmesiyle geçmişe olan ilgi
arttı ve bu gelişmeler arkeolojinin de bir bilim dalı olarak ortaya
çıkmasını sağladı. sb
Çok Kimlikli Küreselleşen
Avrupa Arayışı
Avrupa kimliği arayışındaki son aşama, farklı kimliklerin ön plana
çıktığı ve başka coğrafyalar ile paylaşılan bir geçmişin aranmasıdır.
Avrupa'yı dünyanın diğer coğrafyalarından soyutlayan görüş bir anda,
1990'lı yıllarda, ortadan kalkar. Bu yeni görüşün arkeolojideki
önderliğini yine C. Renfrew üstlenir ve 1987 yılında yayınladığı
bugünkü Avrupa dil gruplarının Anadolu kökenli olduğunu söyleyen
yayını ile yeni açılımı başlatır. Renfrew'un yeni kuramı ilk
önceleri, Avrupa uygarlığının temellerini Anadolu'nun en eski
yerleşik toplumları ile başlatan doğrusal bir model olarak başlar.
Hint-Avrupa dil gruplarının kökenini Anadolu coğrafyasında, İÖ 9.
binyıl gibi eski bir tarihe inen Çayönü yerleşmesi ile İÖ 6. binyıla
tarihlenen Çatalhöyük'te arar. Ancak özellikle son on yıl içinde
Renfrew'un bu basit kuramı, giderek daha karmaşık bir hal alır,
ortaya çok yönlü toplumsal hareketlerin olduğu karmaşık bir geçmiş
çıkartır. Yeni kuramın kanıtları arkeolojinin geleneksel malzemesi
olan buluntuların ötesine geçer, hızla gelişen "bioarkeoloji" ve
özellikle genetik kodun okunmasına yönelik çalışmalar ağırlık
kazanır. Halen süregelen tartışma, başka coğrafyalarda gelişen
kültür, dil, insan gruplarının hareketliliği ve özellikle bunların
Avrupa bileşimindeki yerinin belirlenmesi üzerinde odaklanır. Sonuç
olarak, oluşan yeni düşünce sisteminde sınırları sabit, değişmez bir
Avrupa'nın yerini, zaman içinde değişken ve farklı etkilere açık bir
kurgu alır. Bizim açımızdan ilginç olan Anadolu coğrafyasının Avrupa
uygarlığının ilk basamağında, Avrupa tanımı içine yeniden alınmış
olmasıdır. Hatta, bu anlamda, "en eski Avrupa" tanımının, Anadolu
yarımadası ile sınırlı olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak arkeolojinin bir toplumbilim, düşünsel akım olduğunu
anımsatmakta yarar vardır. Türkiye topraklarında gelişen
uygarlıkların anlaşılması, yalnızca bulunduğumuz bölgenin geçmişi
açısından önem taşımaz. Bu topraklarda yaşamış olan kültürler
uygarlık tarihindeki önemli dönüşümleri belirlemiştir. Bu nedenle,
istesek de istemesek de arkeolojik veriler her zaman düşünce
sistemlerinin, politik görüşlerin oluşmasında malzeme olarak
kullanılacaktır. Kültürel miras projeleri ve özellikle arkeolojik
çalışmaların düzenlenmesinde, geçmişin izlerini, yalnızca müzelik
eser bulmak ya da turizme girdi sağlamak olarak görme
alışkanlığından vazgeçmemiz, bunların düşünce sisteminin oluşmasına
ve bilgi dağarcığının gelişmesine katkıda bulunduğunu kabullenmemiz
gerekir. Bu şekilde baktığımızda "bilgi"den korkmamayı öğrenmemiz,
aynı zamanda "bilgi"yi üretmenin de, bu topraklarda yaşamanın
getirdiği sorumluluğun gereği olduğunu kabullenmek durumundayız.
Arkeolojik araştırmaların sınırlandırılması, her şeyin ötesinde
bilginin sınırlandırılması anlamına gelmektedir. Nitekim Türkiye'de
arkeolojik araştırma sayısının sınırlandırıldığı 1960-70 yıllarında,
çevre ülkelerde araştırmaların yoğunlaştırılması ve dolayısıyla
bilginin yoğun olarak üretilmesi, Anadolu uygarlıklarının uygarlık
tarihi içinde hak ettiği yeri almasını geciktirmiş ve yanlış
yorumlara yol açmıştır.
Arkeolojik verilerin çeşitli düşünsel akımlar ya da politik görüşler
tarafından bilinçli ya da bilinçsiz olarak kullanılmasından
korkmamayı da öğrenmek zorundayız. Bu bilgiyi biz üretsek de
üretmesek de bu tür akımlar her zaman vardı ve var olmaya devam
edecektir. Önemli olan buna bilgi olarak bakabilmek, anlamak ve
bilgiden korkmamaktır. Geçmiş günümüz kadar karmaşık bir dokuya
sahiptir; çeşitli yönleri ile bir süreçtir.
Geçmiş, hiçbir ulus, etnik kimlik ya da kültürün tekelinde değildir,
insanlığın ortak bilincinin bir parçasıdır. Günümüze ait sorunları
geçmişe taşımanın da bir anlamı yoktur. Bu bağlamda, özetlemeye
çalıştığımız gibi, Avrupa tanımının sınırlarının politik ya da
düşünsel akımlara göre değişkenlik göstermesi ya da bunun bizim
topraklarımızı içine alıp almaması sanıldığı kadar da önemli
değildir. Önemli olan bilginin kendisidir. Yorumlar döneminin
akımlarının ürünüdür, kalıcı değildir ve değişkendir. Binlerce yıla
yayılan geçmişin içinden, övünmek, sevinmek, başkalarını aşağılamak
için her türlü malzemeyi toplayabiliriz; ancak bunlara bağlı olarak
kurduğumuz kurgu geçmişi değiştirmeyecektir. Geçmişten gelen
bilginin önemi düşünce sistemimize, kimliğimize yaptığı katkıdır.
sb
Prof. Dr. Mehmet Özdoğan
|
|