Türkiye ve Dünya Gerçekleri

TransAnatolie Welcomes You  to Turkey

 

Veled


 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

 

 

[ Veled ] Diriliş ] İzlemler ] Egemenlik ] BOP ] Harekat ] Yalnız ] Hedef ] Çözüm ] İhanetler ] İçimizdekiler ] Kim ] Melezya ] Yağmâ ] Kurnazlık ] Kutuplar ] Vak’a ] Eşitlik ] Küstahlık ] Savaş ] Arkeoloji ] Şeriat ] Öngörü ] Tahmin ] Tanzimat ] Süreç ] Politikalar ] Türkolog ] Karne ]

 

 

Up

 

Veled-i Zina

 
 

Birinci Körfez Savaşı sonrasında ABD’nin Kuzey Irak’ta kukla bir Kürt devleti kurmak istediğini ve bunun da Türkiye’nin ulusal bütünlüğü için bir tehdit oluşturduğunu söyleyenler, 90′lı yıllarda genellikle “Sevr-fobik” olarak adlandırılırdı.Ukalalığın eşlik ettiği alaycı bir karşı çıkışla, ABD’nin böyle bir tercihte bulunarak Türkiye’yi karşısına almasının hiçbir mantıksal açıklaması olmadığı ileri sürülür, ABD’nin bu niyetini ifade eden resmi ya da gayri resmi açıklamalar gülerek görmezlikten gelinirdi. Oysa bugün “Sevr-fobik” kelimesini artık kimse dile getiremiyor. Çünkü Kuzey Irak‘ta AB-D emperyalizminin desteğine ve korumasına sahip kukla bir devletin varlığı, tasarım aşamasını çoktan aşmış, yaşama geçmiştir.

Oysa ABD’nin kukla Kürt devleti planı, deyim yerindeyse bir anlamda bağıra bağıra yaşama geçirildi. Her şey, herkesin gözü önünde gerçekleşirken, Türkiye’de gerçekler gözlerden saklandı, görmezden gelindi, yaşananlara dikkat çekenler “köyün delisi” muamelesi gördü.

Bugün terör ve ABD’nin Kuzey Irak‘taki Kürt gruplar aracılığıyla PKK‘ya verdiği destek ekseninde Türkiye yeniden kukla devlet projesi ile karşı karşıyadır. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal‘ın Kuzey Irak‘a yönelik sözde “açılımları” ile bu kukla devlet projesi, bu sefer başka bir kanaldan ve daha ılımlı bir süreçle Türkiye’ye kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Baykal’ın bölgeye yönelik Kürtçe yayın, Kuzey Iraklı gençlerin Türkiye üniversitelerinde okutulması, Irak’a düzenli su verilmesi ve yeni sınır kapılarının açılması gibi unsurlardan oluşan açılımları ve bu şekilde bölge halkının Türkiye’ye sempati duyarak terör örgütü PKK‘ya destek vermeyeceği beklentisi, aslında son 17 yıldır gerçekleştirilmeye çalışılan kukla devlet projesine teslimiyetten başka bir anlam ifade etmemektedir. Baykal’ın, Türkiye’nin Kuzey Irak‘ta yaşayan Kürtlere yönelik “kucaklayıcı bir politika” sürdürmesi talebi, aslında ABD’nin kukla Kürdistan projesini kucaklamanın ilk adımıdır.

Türkiye’nin ayrılıkçı-terörist örgüt PKK ile mücadele için Kuzey Irak‘a girmesine karşı çıkan, PKK’ya karşı kılını kıpırdatmayan, bir anlamda fiili olarak PKK’ya kol kanat geren ve onunla örtük bir işbirliği içinde olan ABD’nin, öte yandan Kuzey Irak’ta Kürt aşiretleri tarafından kurulmakta olan Amerikan yapımı kukla devletin Türkiye tarafından tanınması ve bu yapı ile ilişki kurulmasını istediği bilinen bir gerçektir. Bugün artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, ABD’nin, Kuzey Irak’taki oluşuma Türkiye tarafından karşı çıkılmaması yönündeki talebi, Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız bir Kürt devletinin ilk adımını oluşturmaktadır. İşte bu nedenle KDP lideri Mesut Barzani bölge ülkelerinin “bağımsız bir Kürdistan’a alışması gerektiğini” (Cumhuriyet, 27.2.2007) söyleyebilmektedir. Barzani‘nin hayalinin temelini oluşturan, ABD’nin bu hedefidir.

Bu çerçevede, normal koşullarda Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin yaşama şansının olmadığı iddia edilebilir ki, bu görüş çok yanlış değildir. Gerçekten de Irak’ın ve bölgenin kaotik yapısı; İran, Suriye, Türkiye ve Arap dünyasının muhalefeti, Kuzey Irak’taki kukla devletin sadece ABD’ye dayanarak varlığını sürdürmesini mümkün kılmamaktadır. Diğer bir ifadeyle denizlere açılımı olmayan; Türkiye, Suriye ve İran tarafından kuşatılmış bir Kürt devleti yaşayamaz.

O zaman yapılması gereken ilk iş, bu devletçiğin bir mandater güç tarafından palazlandırılması, kendi ayakları üzerinde durabileceği güne kadar korunup kollanmasıdır. Bu işi ABD yapabilir ve zaten fiili olarak da yapmaktadır. Ama oluşturulması planlanan bu kukla devletin kalıcı bir yapıya ve istikrara kavuşması, Irak’ın bugünkü kaotik ortamı içinde gerçekleşemez. Diğer bir ifadeyle ABD, bu mandaterlik işlevi ile fiilen ve sürekli olarak ilgilenemez. Ayrıca böyle bir oluşumun hayata geçmesi için Türkiye, Suriye ve İran‘ın coğrafi kuşatmasının da kırılması gerekir. Bu bağlamda Türkiye, hem bu istikrarı sağlayabilecek hem de bu coğrafi kuşatılmışlığın kırılmasını mümkün kılacak bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin terör sorununun da, geçici bir dönem, bu şekilde kontrol altına alınabileceği yanılsamasının çekiciliği, Türkiye’yi bu mandaterlik görevine ikna etmede olumlu bir rol oynamaktadır. Sonuçta planlanan, Türkiye’nin Kuzey Irak ile kuracağı bir federasyon ya da konfederasyon çerçevesinde Kürt devletinin koruma altına alınmasıdır. Kürt federe birimi, Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile Kuzey Irak’tan oluşacaktır. Bu şekilde hem ayrılıkçı PKK ve yasal uzantılarının 1999′dan sonra dönemsel olarak gerçekleştirmeyi hedefledikleri Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması, anadilde eğitim, genel af ve Kürtlere yerel özerklik gibi amaçlarının gerçekleştirilmesi, hem de Kuzey Irak’ın dünyaya açılımı ve buradaki kukla devletin palazlandırılması mümkün olacaktır. Ama Türkiye de bu yapının içerdiği riskler nedeniyle, artık ABD’nin bölge politikalarıyla daha uyumlu bir pozisyon benimsemek, ABD ile aynı paralelde hareket etmek zorunda kalacaktır. Aksi takdirde örneğin Musul‘u alıp “büyüyen” (!) Türkiye, Diyarbakır’ı verip “küçülmek” tehlikesi ile yüz yüze olacaktır. Böylece, Kürtlerin kendi ayakları üzerinde duracak güce ve siyasi olgunluğa erişeceği güne kadar, Türkiye de kontrol altında tutulabilecektir.

İşte bu nedenle Celal Talabani ve Mesut Barzani‘nin partilerinin resmi internet sitelerinde Türkiye’nin bazı güneydoğu illeri sözde Kürdistan’ın bir parçası olarak gösterilmektedir. (Cumhuriyet, 28.2.2007) Kuzey Irak’taki aşiret reislerinden Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) lideri Mesut Barzani, “Türkiye, İran ve Suriye’deki Kürtlerle ilgili projelerimiz yok. Onlar, projelerini kendileri hazırlayacak” şeklinde konuşarak, Türkiye’nin Kürt kökenli vatandaşları hakkında şu görüşleri savunmaktadır: “Onlar kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler. Türkiye’de bu Kürt sorunu için hiçbir askeri çözüm yolu yoktur. Siyasi ve barışçıl bir çözümün yolu üretilmeli.” (Milliyet, 1.3.2007) Barzani, benzer bir söylemi 8 Mayıs 2007 tarihinde Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde yaptığı konuşmada da yinelemiştir. (Cumhuriyet, 9.5.2007) Kuzey Irak’taki bir aşiret reisinin Türkiye’nin bir iç sorunu için çözüm önerisinde bulunması, diğer bir ifadeyle Türkiye’nin iç işlerine müdahale etmeye yeltenmesinin nedeni, açıktır ki, ABD’den ve onun bölgeye yönelik planlarından aldığı cesaret ve güçtür.

ABD’nin kukla devlet projesinin Irak’ın işgalinden sonra ortaya çıkmış, istikrarsız yapının ve koşulların dayattığı bir zorlama olduğu söylenemez. Sürecin en azından 1990′ların başına uzanan bir tarihi vardır.

ABD Savunma Bakanlığı, Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’ndan, içeriden bilgi (inside information) alabilmesi ile tanınan, özellikle de Pentagon kaynaklı haberleri ile ünlenen William Safire, New York Times gazetesinde 1.Kasım 1990 tarihinde yayınlanan makalesinde, “Türkiye’nin eski modele dayanan dünyadaki yerinin çöktüğüne” ve “geleceğin içe doğru çöken Sovyetler Birliği ve Küçük Asya cephesinde değil, patlamaya hazır Irak ve Ortadoğu cephesinde…” olduğuna dikkat çekiyor ve şunları söylüyordu:

“2 Ağustos’ta başlamış olan savaş sona erdiğinde saldırganı cezalandırmak için sınırlar yeniden çizilecektir. Petrol yatakları; bağımsız Kürdistan, bize destek çıkan Türkiye, özgür Irak ve fedakârlıkta bulunan diğer ülkeler arasında bölüşülmelidir.”

Diğer bir ifadeyle, daha Büyük Ortadoğu Projesi’nin adının bile zikredilmediği bir dönemde sınırların yeniden çizileceğinin dillendirilmesi ve bir “bağımsız Kürdistan”dan bahsedilmesi, ABD’nin bölgeye yönelik bugünkü açılımlarının hayli gerilere uzanan bir tarihi olduğunu göstermektedir.

Dahası bu saptamalar sadece gazete makalelerinde ifade edilmekle de sınırlı kalmamıştır. 1985- 1989 yılları arasında ABD’nin Araştırma ve Haber Almadan Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olan ve 1989- 1991 yılları arasında ABD Ankara Büyükelçisi olarak görev yapan ve 90′lı yılların sonunda da Carnegie Vakfı Başkanlığı’nı yürüten Morton Abramowitz’in söyledikleri ise, bölgeye yönelik Amerikan politikasını resmi bir ağızdan dile getirmesi bakımından daha da çarpıcıdır. Abramowitz’e göre “etnik kökenin güçlü bir siyasal etken olduğu günümüzde, Kürt sorunu kişiler ötesi güçlere ve kendi haline bırakılamaz.” (Bkz. Morton Abramowitz, “Dateline Turkey: Turkey After Özal”, Foreign Policy, Summer 1993)

ABD’nin bu yaklaşımına bölgedeki Kürt liderlerinin çok önceki yıllardan yatkın olduğu da yine bilinen bir gerçekti. Örneğin ABD’nin Irak Kürtleri ile ilk defa temasa geçtiği J.F. Kennedy döneminde, o zaman IKDP’nin lideri olan Mustafa Barzani “Amerikalılar bize açık ve gizli yollardan askeri yardım yapsın ki, gerçek anlamıyla özerkliğe kavuşalım ve sizin Ortadoğu‘daki sadık dostunuz olalım.” diyordu. (Bkz. Yasemin Çongar, ABD’nin Irak’taki Kürt Politikasının Cilveleri, Milliyet, 24.5.1995)

1975 Cezayir Anlaşması öncesinde de “petrol sahalarını ABD’ye devredeceğinin sinyalini veren ve petrol zengini Kürdistan’ın bağımsızlığını kazanması durumunda ABD’nin OPEC’te bir dost kazanacağını” söyleyen Mustafa Barzani, “şayet davamızda başarıya ulaşırsak, ABD’nin 51. eyaleti olamaya hazırım” demekteydi. (Yasemin Çongar, a.g.y…) Mesut Barzani liderliğindeki Irak Kürtleri, bugün tam da bu çizgiye oturmuşlardır.

ABD’nin 1990′larda uygulamaya soktuğu kukla Kürt devleti planı, Kürtlerin ABD işbirlikçiliğine bu tarihsel yatkınlığı temelinde yükselmiştir. ABD dış politika ve istihbarat kaynaklarına yakın çevrelerin bu konuda yazdıkları da, bir “bağımsız Kürt devleti” seçeneğinin daha 1990′ların ilk yarısında ABD’nin gündeminde olduğunu göstermektedir. Örneğin, geçmişte CIA Başkanlığı’na doğrudan bağlı dört daireden biri olan Ulusal İstihbarat Konseyi Başkanlığı da yapmış olan Graham Fuller, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yarı resmi yayın organı olarak kabul edilen Foreign Affairs dergisinin 1993 Bahar sayısında yayınladığı makalede (Graham Fuller, Fate of Kurds, Foreign Affairs, Spring 1993) Kürt sorununun Ortadoğu’nun merkezi sorunu haline geldiğini, bölge ülkeleri isteseler de istemeseler de istikrarsızlığa karşın “sınırların değişeceğini” söylemekteydi. “Ortadoğu’daki Kürt çıkmazı artık göz ardı edilemez. Sorun kendisini Ortadoğu siyaset gündeminin üst sıralarına yerleştirdi. Kürt politikası kendi ivmesini kazandığı için Kürt sorunu bölge güçlerinin kontrolünden çıktı” saptaması ile başlayan makalede Fuller, “bağımsız Kürt devleti” fikrinin artık ciddi olarak akla geldiğini yazmaktadır. Kürtlerin “Irak’ın üniter yapısı içinde daha fazla tutulamayacaklarını” ifade eden Fuller, en olası çözümün de bir “Türk-Kürt federasyonu” olduğunu belirtiyordu. KYB lideri Celal Talabani’nin “demokratik Türkiye’ye yanaşmanın tek seçenek olduğu” sözlerine yer veren Fuller, Musul-Kerkük petrollerini de hatırlatarak “Türklerin, Kürtlere en azından geniş kültürel özerklik veren bir tür federal sisteme ihtiyacı var” diyordu. Ama asıl ilginç olan, Türkiye’nin Fuller tarafından örtük olarak tehdit edilmesiydi: “Maalesef Türk hükümeti ve toplumu henüz Kürt gerçeğinin kabullenilmesinin bu aşamasına erişmemişlerdir. Ama daha kötü seçeneklerle karşılaşmak zorunda kalırlarsa bu gerçeği çok daha hızlı bir şekilde kabul edebilirler.”

Bugün Barzani tarafından söylenen sözler, ortada dolaşan haritalar ve PKK’ya verilen örtülü destek Türkiye’ye gösterilen “daha kötü seçenekler”dir ki, bütün bu tehditlerin asıl amacı da Türkiye’yi bir Türk-Kürt federasyonuna ikna etmektir!

Türk basının kimi Amerikancı kalemlerinin, bir CIA görevlisinin dillendirdiği bu tehditkâr öneriyi, sanki ileri görüşlü olmanın ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarının gereği buymuş gibi benimseyip Türkiye kamuoyuna servis etmeleri için çok uzun bir zaman geçmesi gerekmemiştir! CIA görevlisi Fuller tarafından tehditkâr bir tarzda yapılan bu önerinin veciz bir şekilde ifade edilmesi de, Körfez Savaşı sonrasında Özal ile Kuzey Iraklı aşiret liderleri arasında kuryelik yapan ve “Pentagon’a giren ilk Türk gazetecisi” (!) olarak tanınan Cengiz Çandar’a düşmüştür. “Türkiye ya büyüyecek, ya küçülecek” diyen Çandar, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devletçiğini himayesine alarak büyümeyi kabul etmemesi halinde küçüleceğini söylemekteydi. (Sabah, 11.4.1995)

Bu konuda ABD planlarını destekler tarzda görüş bildiren tek örnek Cengiz Çandar değildi. Örneğin Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, 7 Nisan 1995 tarihli Hürriyet’te, “artık şu soruyu sorma zamanı geliyor. Kuzey Irak için tek çözüm üniter Irak devleti midir? Burada bir Kürt devleti Türkiye’nin çıkarlarına yüzde yüz ters midir?”diye soruyordu.

Yine Sabah’tan Fatih Çekirge de 9 Nisan 1995 tarihli Sabah’ta “görünüşte Bağdat’a, ama fiilen Türkiye’ye bağlı bir Kuzey Irak Kürt Otonom bölgesi gündeme gelecektir” öngörüsünde (!) bulunuyordu! Bu koroya 12 Nisan 1995 tarihli Milliyet gazetesinde Doğan Heper de katılmakta ve “Türkiye’nin bu durumda çok hesaplı, akıllı davranması, çıkarlarını ABD ile uyuşturarak gerçekleştirmesi gerekiyor. Öyleyse Kuzey Irak’ta Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı bir Kürt-Türkmen-Arap-Hıristiyan federasyonu neden olmasın?” diye sormaktaydı.

Bu yönlendirmelerin ve ABD’ye bağımlılığın yarattığı seçeneksizliğin tesiri altında 1990′larda sözde “akıllı” ve “hesaplı” davranarak çıkarlarını ABD ile uyuşturan Türkiye, bugün karşısına geçip kara kara düşündüğü kukla yapının Kuzey Irak’ta ortaya çıkmasına seyirci kaldı, hatta destek verdi. Kiminin “Kürdistan”, kiminin “kukla devlet”, kimilerininse “Kürt Özerk Yönetimi” olarak adlandırdıkları bu yapı, aslında ABD ile Türkiye’nin “gayrimeşru çocuğu”, eskilerin deyimi ile bir veled-i zinadır. Bu “gayrimeşru çocuk”, ABD’nin 1991′deki Birinci Körfez Savaşı sonunda Kuzey Irak’ı, Irak silahlı kuvvetlerine yasaklamasıyla ana rahmine düştü! O zaman da PKK ile kucak kucağa olan bu “gayrimeşru evlada” bir “güvenlik şemsiyesi” oluşturan Çekiç Güç’ü, 90′lı yıllar boyunca evinde konuk eden ise Türkiye idi!

Körfez Savaşı günlerinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan Morton Abramowitz, “Çekiç Güç fikrini doğuran esas nedenin, Cumhurbaşkanı Özal’ın bu insanlara yardım edilmesi gerektiği konusundaki ısrarı” olduğunu belirtiyor ve “bu konuda düşünen birçok kişi vardı, ancak Özal belirleyici ve harekete geçirici unsur olmuştur” diyordu. (Bkz. Yasemin Çongar, “Abramowitz ile Söyleşi: Kürt Devleti İstemedik, İstemiyoruz”, Milliyet, 15.4.1996)

“Bir koyup üç alacağız” diyerek Türkiye’nin Körfez Savaşı’na katılması gerektiğini savunan Özal’ın Kürt sorunu konusunda federasyonu bir çözüm olarak gördüğü ve bu yönde Kuzey Irak’taki aşiret liderleriyle kuryeler aracılığı ile iletişim kurduğu bilinmektedir. Örneğin 1996 sonbaharında Barzani’nin KDP’sinin, Erbil’i Talabani’nin KYB’sinden geri alması sırasında ele geçirilen bir video bantta, KYB lideri Talabani ile PKK lideri Öcalan arasında geçen konuşmalar yer almaktadır. Milliyet gazetesinden Güneri Civaoğlu’nun kaleminden (“Gazeteci Tarihin Tanığıdır”, Milliyet, 1.11.1996) Türkiye kamuoyuna yansıyan bu konuşmalarda Talabani, Özal’ın bir federasyonu ve Kürt parlamentosunu desteklediğini söylemektedir. Ama daha ilginci Özal’ın KYB ile PKK arasındaki ilişkiyi bildiğinin, bunu olumlu bulduğunun ve PKK’nın tek taraflı ilan ettiği ateşkesi de olumlu bulup desteklediğinin Talabani tarafından ifade edilmesidir.

Ne ilginçtir ki, 1994′ten itibaren İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak 2000′lerde oynayacağı role hazırlanan Recep Tayyip Erdoğan da kendisi ile yapılan bir söyleşide (Bkz. Metin Sever, Cem Dizdar, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yay., Ankara, 1993, s. 417-432) daha o günlerden ABD planları ile uyumlu bir profil sergilemektedir. Bugün Kuzey Irak’taki aşiret reislerinin diplomatik olarak tanınması gerektiğini savunan Erdoğan, Kürt konusu ve federasyon ile ilgili soruları şöyle yanıtlamaktaydı:

Soru: Milli bütünlüğün korunmasından söz ettiniz. Bu değişim süreci içerisinde eğer, ülke içinde yaşayan bazı grup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?
Erdoğan: Onun kararını yine halk verecek.
Soru: Örneğin Kürtler “biz ayrı yaşamak istiyoruz” diyebilirler…”
Erdoğan: Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir.
Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse…
Erdoğan: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa…
Soru: Buna hakkı var mıdır? Kudreti olmayabilir.
Erdoğan: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir.
Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o; meşru mudur?
Erdoğan: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde hayır…
Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız Misak-ı Milli sınırları mı?
Erdoğan: Ona orada hudut tayin edemem.
Soru: O zaman bu hak da meşru değildir diyorsunuz.
Erdoğan: Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum.

Erdoğan’ın daha 1993′te Kürt sorununun federasyon çerçevesinde, “Osmanlı eyaletler sistemini” andırır bir çözüm yoluna girmesini savunması kadar çarpıcı olan, “coğrafi bütünlükten kastınız Misak-ı Milli sınırları mı?” şeklindeki soruya “Ona orada hudut tayin edemem.” şeklinde yanıt vermesidir. Kastedilenin, sadece Türkiye sınırları içinde kalmayan bir federasyon olduğu ve bunun Kuzey Irak’ı da kapsadığı açıktır. Daha çarpıcı olan ise, bugün Türkiye’nin Başbakanlık koltuğunda oturan kişinin, Kürtler “bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse…” şeklindeki bir soruya, soğukkanlılıkla ve çok olağan bir şeymiş gibi “bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar” diyerek yanıt verebilmesidir!

ABD’nin, Kuzey Irak ve Musul bağlamında Türkiye’yi kullanmak istediğini sadece devlet dışında yer alan kişilerin yazılarından ve söylediklerinden öğrenmiyoruz. Bizzat dış politikanın oluşturulması ve uygulanmasında görevli en üst düzey devlet ve hükümet üyeleri de bu konuda dikkat çekici açıklamalar yapmışlardı.

Örneğin Mayıs 1995′te düzenlediği bir basın toplantısında TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk şunları söylüyordu:

“…Körfez Savaşı sırasında bazı müttefiklerimiz Musul’a kadar olan bölgeyi işgal etmemizi istediler. O zaman bunu kabul etmedik. Musul, Erbil tarafında 2 milyon Türk yaşadığı halde biz böyle bir emperyalist düşüncenin peşinde olmadık.”

Cindoruk, Türkiye’nin Musul’a kadar olan bölgeyi işgal etmesinin hangi müttefik tarafından istendiği sorusuna da “ABD” karşılığını vererek açıklık getirmiştir. (Cumhuriyet, 4.5.1995)

Bu konuda ileri sürülenler sadece Cindoruk’un söyledikleriyle sınırlı değildir. Aslında, “Türkiye, Musul-Kerkük‘e girecekti” iddiaları ilk kez Org. Necip Torumtay tarafından dile getirilmişti. Birinci Körfez Savaşı sırasında Genelkurmay Başkanı olan Org. Torumtay’ın, 5 Aralık 1994′teki açıklamasına göre Cumhurbaşkanı Özal, “Musul-Kerkük‘e girilsin” demiş, ancak Başbakan Akbulut ve hükümet bu karara karşı çıkmıştı. Org. Torumtay da ordunun hiçbir zaman bu tipte bir operasyon için eğitilmediğini belirterek “Irak’a girersek, bir daha çıkamayız” görüşünü dile getirmişti. Org. Torumtay’a göre Özal, “Musul ve Kerkük’ü federatif bir yönetim içinde Türkiye’ye bağlamak” düşüncesindeydi. Özal’ın “hükümet ve ordudan bağımsız bir biçimde bu konuda fikir belirtmesinden” rahatsızlık duyduğunu belirten Org. Torumtay, bu konu gündeme geldikten 4 ay sonra Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa etmişti. (Bu konuda daha kapsamlı açıklamalar için bkz. Necip Torumtay, Org. Torumtay’ın Anıları, Milliyet Yay., İstanbul, 1994)

Dönemin Başbakan’ı Yıldırım Akbulut da Özal’ın, Musul ve Kerkük’e girmek istediğini doğrulamıştır. (Fikret Bila, Musul Bilmecesi, Milliyet, 23.5.1995)

Yedinci Cumhurbaşkanı Kenan Evren ise Musul-Kerkük tartışmasına farklı bir noktadan yaklaşıp böyle bir planı kendisinin engellediğini iddia etmiştir! Kenan Evren bu konuda şunları söylemektedir:

“Özal, Körfez Savaşı sırasında Marmaris’e gelerek Musul’u almamız gerektiğini söyledi. Ama ben karşı çıktım. “Oraya girersek bir daha çıkamayız, orası bir bataklıktır” dedim. “Musul’u bize bırakmazlar. Zaten ABD’nin Körfez’e müdahalesinin nedeni petroldür” diye söyledim.” (Milliyet, 23.5.1995)

Bu noktada Evren ile Torumtay’ın söylemlerindeki benzerliğin dikkat çekici olduğu göz ardı edilmemelidir. Diğer bir ifadeyle, Özal’ın Musul senaryoları konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından hemen her kanaldan uyarıldığını söylemek abartma olmaz.

1987 yılında Özal tarafından emekliye ayrılan Org. Necdet Öztorun da Körfez Savaşı günlerinde, Mülkiyeliler Birliği’nde verdiği bir konferansta Musul’a girmek konusunda uyarıcı açıklamalar yapmaktadır:

“Benim de askerim var; ben de yukarıdan iniyorum türünden hareket tarzları Türkiye açısından hayırlı sonuç vermez. Bu hareketler savaşı kışkırtır, erken başlamasını sağlar. Savaşı kısaltır ama sonrasında Türkiye’yi büyük sıkıntılara sokar. Güçlü bir bölge ülkesi olarak Türkiye’nin yapacağı işler, zorla belli koşulları yaratmaya yönelik olmamalıdır. Olamaz da… Türkiye, bir dünya ülkesi değildir. Ayrıca Türkiye’nin menfaatleri de bunu gerektirmiyor. Türkiye’nin hiçbir hayati menfaati tehdit altında değildir. Biz Türkiye’nin bir menfaati yoksa Amerikan askerleri için mücadele etmeyiz. Bir kişinin ya da ABD’nin istemesiyle iş yapılmaz.” (Yüzyıl, 7.10.1990)

Bütün bu gelişmeler neticesinde ABD’nin Özal eliyle uygulamaya çalıştığı Musul senaryosu hayata geçememiş, ama 1991′den itibaren Kuzey Irak’ta oluşturulan güvenli bölgede bugünün kukla Kürt devletinin ilk tohumları atılmıştır. Bugün 16 yaşında olan bu yapıyı, 90′lı yıllar boyunca izlenen yanlış politikalar sonucu, besleyip büyüten ABD ve Türkiye’dir. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın “PKK’nın destekçisi” olarak tanımladığı “Kuzey’deki iki grubun” liderleri ve temsilcileri, 90′lı yıllarda tüm dünyada Türk pasaportları ile seyahat etmişlerdir. Bu grupların Ankara’da temsilcilik açmasına izin verilmiş ve Türkiye tarafından fiilen kabul görmüşlerdir. Daha ilginci 1991′den bu yana Türkiye’deki bütün siyasi iktidarlar, ABD-Türkiye ilişkisinin ürünü bu “gayrimeşru çocuğu” koruyan Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması için yapılan TBMM‘deki oylamalarda olumlu oy kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir. Başta Özal olmak üzere Demirel, İnönü, Çiller, Karayalçın, Baykal, Yılmaz, Erbakan, Ecevit, Türkeş gibi Türkiye’nin neredeyse bütün siyasi liderleri Çekiç Güç’e destek vermişlerdir. Siyasiler böyle davranırken, askerlerin Çekiç Güç konusunda farklı düşündüğünü iddia etmek mümkün değildir. Org. Güreş, Org. Kıvrıkoğlu, Org. Özkök gibi bütün Genelkurmay Başkanları Çekiç Güç’e göz yummuştur. Çekiç Güç’e muhalif olan askerlerin sonu da, ya erken emekli edilmek ya da şüpheli uçak “kazalarında” (!) ölmek olmuştur. Kısacası bütün bu süreç boyunca ABD, “Kürt devleti istemiyoruz, bunu amaçlamıyoruz” yalanları eşliğinde Türkiye’nin sırtını sıvazlarken, Türkiye de kucağına bırakılan bu “gayrimeşru çocuğu” bağrına basıp, ona kol kanat germiştir.

Oysa daha 11 yıl önce Fransa‘nın Ankara büyükelçisi Eric Rouleau Çekiç Güç’ün asıl amacının ne olduğunu açıklamaktaydı:

“Çekiç Güç’ün amacı eninde sonunda bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurmaktır.” (Mine G. Saulnier, “Eric Rolueau ile Söyleşi: Kürt Sorunu Türkiye’yi Rehin Aldı”, Milliyet, 1.7.1996)

Süleyman Demirel ise 22 Ocak 1993 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak, lideri olduğu DYP’nin Meclis grubunda yaptığı konuşmada, Çekiç Güç’ü şöyle değerlendiriyordu:

“Çekiç Güç köklü bir çıban gibi! Çıbanın başını keskin bir bıçakla kesebilirsiniz, ama kökünü çıkaramazsınız. Çıkarmaya kalktığınızda nelerle karşılaşacağınız bilinmez.” (Emin Değer, Oltadaki Balık Türkiye, Çınar Yay., İstanbul, 1993, s.19)

İşte amacı, “eninde sonunda bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurmak” olan bu “köklü çıban”ın sahibi ABD, 1990′ların başındaki planını bugün yeniden Türkiye’ye dayatmaktadır. Birinci Körfez Savaşı günlerinde ve sonrasında “ABD’nin Kürt devleti kurmak gibi bir amacı yoktur” yalanı ile Kuzey Irak batağına çekilmeye ve “büyümeye” ikna edilmek istenen Türkiye, bugün eğer bu seçeneği ve artık Kuzey Irak’ta kurulmuş olan kukla devletin koruyuculuğunu kabul etmezse, bu kez “küçülmek” ile tehdit edilmektedir. Yaklaşık 20 yıl sonra Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun çözüm olarak pazarlanan yine Türk-Kürt federasyonudur.

Bu görüşe göre, Irak parçalanmaktadır, ABD yakın bir gelecekte Irak’tan ayrılacaktır. O zaman Türkiye, Musul-Kerkük hattına kadar inmeli, Kuzey’deki Kürt devletini himayesine alarak bir federasyon ya da konfederasyon oluşturmalıdır. Tabii bu görüş sahiplerine göre, ABD’ye son dört yıldır cehennem olmuş Irak’ta, Türkiye’nin nasıl karşılanacağının önemi olmadığı gibi, bir an önce bu bataktan kurtulmak isteyen ABD’nin yerine Türkiye’nin Irak’a doğru yayılmasının hangi ulusal çıkarlara (!), nasıl uygun düşeceği de belirsizdir. Ayrıca bu tür bir girişimin Türkiye’yi bölge ülkeleri, komşuları ve Arap dünyası ile karşı karşıya getirmenin yaratacağı riskler ve olumsuzluklar da gözlerden saklanmaktadır. Kenan Evren’in “eyalet sistemi” önerisi ile 18 yıl sonra yeniden piyasaya sürüldüğü, Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetinin Kuzey Irak’taki aşiretlerle teması savunduğu, DYP’nin eski lideri Mehmet Ağar‘ın “Musul’u almaktan” bahsederek Türkiye kamuoyuna “havuç” salladığı ve en sonunda bu kervana Baykal’ın sözde “Kuzey Irak açılımları” ile katıldığı bir ortamda, Kürt sorunun çözümü olarak önerilen federasyon önerisi, neredeyse 30 yıllık bu ABD projesinin ısıtılıp yeniden servis edilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır.

Bu nedenle “ABD’nin 51. eyaleti ve Ortadoğu’daki sadık dostu” olmayı savunan Barzani kesiminden tutun da, “ABD’nin müttefiki olabiliriz, düşmanlarımız aynı. ABD bizi hep düşmanlarımızın gözüyle gördü. Oysa biz, dost olarak algılanmak istiyoruz. Aksine, Kürtler fazlasıyla ABD sempatizanıdır. Eğilimleri, Amerikancılık yönündedir” (Michael Hastings, “Into the Blacksnake’s Lair”, Newsweek, 7.10.2006) diyen PKK liderlerinden Murat Karayılan’a kadar geniş bir yelpaze ABD’nin BOP şemsiyesi altında toplanmaktadır. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesi işsizlik ve sefalet içinde yüzerken bu bölgeye bir kuruşluk yatırım yapmayan Türkiye sermaye sınıfı, Tuncay Özilhan, Mehmet Emin Karamehmet gibi üyeleri başta olmak üzere Kuzey Irak’a yüz milyonlarca dolar yatırmaktadır. (Serpil Yılmaz, “Kuzey Irak’ı Türkler İnşa Ediyor”, Milliyet, 5-11.4.2007)

1990′ların başında girilen bu yol Türkiye’yi, bugün ülkesel bütünlüğünün ve ulusal birliğinin tartışmaya açıldığı, aşiret reislerinin Türkiye’nin iç işlerine karışma küstahlığını gösterdiği bir aşamaya getirmiştir. Elleri AB ve ABD tarafından kelepçelenmiş olan Türkiye, Kürt-İslam sentezini benimsemiş bir anlayışın yönlendirmesi altında emperyalizmin güdümünde bir “ılımlı İslam cumhuriyeti” haline getirilmeye, Türk milleti de “AB muzu” ile uyutulmaya çalışılmaktadır. Kısacası, gayri resmi “AB(D)-AKP-TÜSİAD-PKK” ittifakının çekiştirmesi ve yönlendirmesi altında, Türkiye bir uçuruma doğru koşar adım gitmektedir. Bu tablonun Kürt sorunu için sunduğu açılım, önce Kuzey Irak’taki kukla Kürt devletini “himaye” adı altında Türkiye’nin Kürtleri ile federasyon çatısı bütünleştirerek “büyümek”; sonra bu federe birimin kopması ile “küçülüp” AB’ye uyumlu bir hale gelmektir. Sonuçta Türkiye’yi bekleyen “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktır”! Türkiye’nin bugün razı edilmeye çalışıldığı budur.

Bu bağlamda etnik siyaset ekseninde Türkiye’nin üniter yapısını ve toprak bütünlüğünü tartışmaya açarak üretilecek hiçbir çözüm yoktur. Bu tür bir yaklaşım, Türkiye Cumhuriyeti’nin son bulması, sonuçları şimdiden hesaplanamayacak ve Irak’ın bugünkü kaotik ortamının bir benzerini yaratacak bir felaket demektir. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması Türkiye’nin ulusal çıkarları açısında kabul edilemez. ABD, bu tür bir projeyi hayata geçirmek istiyorsa, Türkiye ile bu aşiret liderleri arasında seçim yapmanın sonuçlarına katlanacaktır. Bugün Türkiye’nin ulusal çıkarları, komşuları ve bölge ülkeleri ile Irak’ın bütünlüğü konusunda ortak hareket etmekte, Türkiye’yi bugünkü çıkmaza sürükleyen ABD’nin vazgeçilmezliği anlayışını artık sorgulamaktadır. Türkiye’nin güneydoğu sorunu, ancak ABD’ye ve AB’ye bağımlılığın kırılması ile çözüm yoluna girebilir. Bu nedenle sorunun çözüm yeri, Diyarbakır ya da Musul değil, Ankara’dır. Sorun, Türkiye’nin emperyalist tahakkümden kurtulma, yeniden tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir ülke olması ile nihai çözüme kavuşabilir. Türkiye, üzerine çullanan emperyalizmi, son 60 yıllık siyasal, ekonomik ve askeri bağımlılık ilişkilerini sorgulamadan, ABD’nin ve AB’nin salladığı muzların peşinde koşmak, ülkemizi bugün getirdiği noktadan daha iyi bir yere götürmez.

Peki, Türkiye’yi yöneten askeri ve siyasi elit bu sorgulamayı yapabilir mi? Bu sorunun yanıtı da gelecek yazının konusu olsun…

 

S. Ant, Kasım 12, 2007

 

   
   
   
 
 

 
   
   
   

 

 
 
 

 

 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

[ Veled ] Diriliş ] İzlemler ] Egemenlik ] BOP ] Harekat ] Yalnız ] Hedef ] Çözüm ] İhanetler ] İçimizdekiler ] Kim ] Melezya ] Yağmâ ] Kurnazlık ] Kutuplar ] Vak’a ] Eşitlik ] Küstahlık ] Savaş ] Arkeoloji ] Şeriat ] Öngörü ] Tahmin ] Tanzimat ] Süreç ] Politikalar ] Türkolog ] Karne ]