|
Sümer
Medeniyeti Üzerine Bir İnceleme
Mezopotamyada kurulan medeniyetlerden en eskisi Sümer medeniyeti. Bu
medeniyeti incelemeye geçmeden önce şu birkaç hususu belirtmekte
fayda var: Mezopotamya, Eski Yunancadan gelme bir sözcük; mesos (orta)
ve potamos (ırmak) sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuş ve ırmaklar
ortasında kalan yer demeye geliyor; imdi Mezopotamya, Fırat ile
Dicle ırmakları arasında kalan bölgedir. Bu bölgeye Araplar
Beynnennehr derken, bu bölgenin adı Tevrat’ta da Sincar olarak
geçiyor. Zaman içinde bu bölgeye Sâmiler, Sübârîler, Gutiler,
Fenîkeliler ve İbrânîler başta olmak üzere çok sayıda kavim
yerleşmiş.
Sümerlerin yaşadığı coğrafya bugünkü Bağdat’tan Basra Körfezine
kadar uzan coğrafya. Bu coğrafyada ilk yerleşimlerin M.Ö. 4000-3500
târihleri arasında Obeytlilerle başladığı sanılmakta. Obeytlilerin
kökeni tam olarak bilinmese de Sâmi ırkından olmadıkları hakkında
genel bir kabûl var. Ancak zaman içinde Güney Mezopotamyaya kuzeyden
inen Sâmiler, Obeytlilerle kaynaşınca ve bir de bölgeye Sümerler
gelince ortaya melez bir ırk çıktı. İlk Obeytlilerin ise Îran
üzerinden geçerek buraya geldiği sanılıyor. Bu kavmin gerçek adı ise
bilinmiyor, kurdukları yerleşim bölgelerine âit hemen tüm
kalıntıların Tel el-Obeyt köyünde bulunmasından dolayı onlara
Obeytliler adı veriliyor. Obeytlilerin yanlarında Îran
medeniyetinden birçok unsur getirdikleri sanılıyor; söz gelişi
tarıma elverişli olmayan toprakları elverişli hâle getirmeyi
sağlayacak yöntem ve teknikler hakkında bilgi ve araç gereçler ile
çanak çömlek yapımcılığı bu cümleden. İmdi kimi târihçiler Sümer
medeniyetine Obeyt kültürünün özgün katkılarının olduğunu düşünüyor,
kimi târihçiler ise aslında Obeytlilere özgü bir kültürün mevcut
bulunmadığını, onlara özgü sanılan kültürün oluşturucu öğelerinin
başka kültürlerden devşirme olduğunu savunuyor. Ancak şurası
kesindir ki Güney Mezopotamyada tarımcılığın başlamasına ve
gelişmesine ilk ve en önemli katkıyı Obeytliler yaptı. Daha sonra da
Sümerler bu işte büyük başarılar kaydettiler, bunları yaparken de
işe ilk önce bataklıkları kurutmakla ve su depoları ile sulama
kanalları yapmakla başladılar. Zamanla da bu başarılarla anılmaya
başladılar; imdi Sümer adı yerel dilde Sum-Er olarak bilinir ve
anlamı da su adamı veya suyu denetleyen adamdır.
Sümerlerin kökeni hakkında da kimi araştırıcılar çeşitli görüşler
ileri sürmekte. Bu araştırıcılardan kimileri Sümerlerin Orta
Asya’dan M.Ö. 4000’lerde kalkıp Mezopotamyaya geldiğini ve Eski
Türklerle akraba olduğunu iddiâ ediyor. Bu araştırıcılara göre
neolitik çağda ortaya çıkan birtakım iklim değişiklikleri Orta
Asya’da büyük kuraklıklar meydana getirdi ve bu coğrafyadan göçler
başladı, Sümerler de bu göçlerle Mezopotamyaya geldi. Öte yandan
kimi araştırıcılar da Sümerlerin Anadolu’ya oldukça yakın bir
bölgeden M.Ö. 3300’lerde göç ederek Mezopotamyaya geldiğini iddiâ
ederken, kimi araştırıcılar da Sümerlerin Hint kökenli bir kavim
olduğunu ve siyâsî anlaşmazlıklar nedeniyle Hindistan’dan göç
ettiğini iddiâ ediyor. Ne var ki Sümer dilinin Hint-Avrupa
dillerinden hiçbiriyle en ufak bir akrabalığı kurulamamış ve Hint
kökenli bir kavim olduklarını doğrulayabilecek sağlam bir bulguya da
ulaşılamamıştır. Nitekim Sümer dili Hint-Avrupa dillerinden farklı
olarak çekimli değil; tıpkı Türkçe gibi eklemeli bir dildir; ancak
ekler de Sâmi dillerinden farklı olarak ön ekler biçiminde değil;
son ekler biçiminde eklenir ve kök sözcüklerde de herhangi bir
değişiklik yapılmaz. Sümer dili ile Türkçe arasındaki bu
benzerlik Sümerler ile Eski Türklerin akraba olabileceğini
düşünenlerin ellerini güçlendirebilecek türde bir argüman. Hem
üstelik Sümerlerin siyâsî ve toplumsal yaşamları da Eski
Türklerinkiyle çok ciddî birtakım koşutluklar taşıyor. Ne var ki
bütün bunlar bu akrabalık ilişkisini olumlamamız için yeterli
değildir. Öte yandan şunu çok açık bir biçimde görmemizi
sağlamaktadır: kavimlerin yaşadığı benzer siyâsî ve toplumsal
koşullar benzer kurumlar ve ilişki biçimleri doğurur.
Mezopotamyada tarımcılığın gelişmesi ve dolayısıyla da
medeniyetlerin doğuşu hiç de kolay olmadı. Bölgeye su getiren Fırat
ve Dicle ırmakları her mevsim cömert davranmıyor; bölgede yaz
mevsimlerinde su bulmak büyük bir sorun hâline geliyordu. Hâl böyle
olunca su depolarına ve sulama kanallarına ihtiyaç duyuldu. Ancak
bunların sağlanması için de tek tek bireyleri aşan örgütlü bir
mekanizmaya gereksinim vardı. Bu gereksinim de ilk defâ Sümerlerde
ortaya çıktı. İmdi Sümerler, Güney Mezopotamyada tarıma elverişsiz
bir toprak yapısı bulmuştu. Her ne kadar Obeytliler tarımcılıkta
önemli adımlar atmış olsalar da bölgenin genel dokusunu
değiştirememişlerdi. Sümerler ise gidecek başka bir yer arama
arayışına girmediler ve bölgenin toprak yapısını değiştirmeye
koyuldular. Bunu da en temelde su depoları ve sulama kanalları
yaparak başardılar. Ne var ki bu işler tek tek bireyleri aşan
işlerdi ve kollektif bir teşkilâta ihtiyaç duydular. Zaman içinde
geliştirdikleri mekanizmalar aracılığıyla da devletin doğuşunu
sağladılar.
Kent-devletleri içinde yaşamlarını sürdüren Sümerler tarım ve
hayvancılıkta kazandıkları başarılar sâyesinde kendi ihtiyaçlarını
kendileri karşılayabiliyor, başka kavimlerle erken dönemlerde
herhangi bir alışverişte bulunmuyordu. Bu kavimlerden her birinin de
kendine özgü bir kültürü vardı ve bunlar kendi kültürlerini
diğerlerine benimsetmeye de çalışmıyordu. Bu kavimler kendi
kültürlerini salt kendi nesillerine aktarıyor; böylelikle
kültürlerini koruyabiliyordu. Buna da en büyük katkıyı kuşkusuz çivi
yazısı yapmıştı.
Zamanla Mezopotamyalı kavimler arasında tarıma dayalı ticâret
başladı. Daha sonra da Mısırlı tüccarlarla birtakım ticârî
faaliyetlere giriştiler. Böylelikle Mezopotamyada değerli mâdenlerde
bir artış ortaya çıktı ve tüccarların toplumsal statüleri yükseldi.
İmdi bölgede ticâret geliştikçe güvenlik gereksinmeleri de artıyordu.
Nitekim Avrasya’dan gelen istilâcı-göçebe kavimler ticâret yolları
üzerinde birtakım tehlikeler yaratıyor, tüccarların gözünü
korkutuyordu. Öte yandan bu kavimler su depoları ve sulama kanalları
için de önemli bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Böylelikle
Sümerlerde devlet mekanizmaları giderek güçlenmeye ve halka güven
telkin edecek bir yapılanma oluşturmaya başladı. Bu süreç içinde
halktan alınan vergiler arttırıldı ve ilk olarak askerî teşkilât
kuruldu. Zamanla kent-devletleri arasında bir tür silâhlanma yarışı
başladı ve artık salt öteki kavimleri değil; birbirlerini de birer
tehdit olarak algılamaya başladılar, en çok da güçlü bir
kent-devletinin başka bir kent-devletini siyâsî egemenliği altına
almasından ve insanlarını köleleştirmesinden endişe ettiler. Öte
yandan yöneticiler de bu tehdit algısını sürekli arttırıcı bir rol
üstlendi; bu artışla birlikte de siyâsî egemenliklerini
güçlendirmeye çalıştılar.
Yöneticilerin siyâsî egemenliklerini güçlendirmede kullandıkları
araçlardan bir diğeri de halkın inançlarıydı: Güney Mezopotamya
coğrâfî özellikleri nedeniyle gökyüzü olaylarını izlemeye pek
elverişliydi. Zamanla bu olayları şu ya da bu şekilde
anlamlandırmaya çalışan bir insan kitlesi ortaya çıktı ve
kendilerine gizemli bir görünüm vererek inanları etkilemeyi
başardılar. Bu insan kitlesi bölgedeki ilk râhiplerin de hocaları
oldu. Zamanla râhipler ve yaptıkları işler hem nitelik hem de
nicelik bakımından arttı ve baş râhibin yönetici olması uygulamasına
geçildi; böylelikle Sümerlerde monarşi rejimi kurulmuş oldu. Zamanla
bu gökyüzü olaylarını birtakım tanrılarla ilişkilendirmeye
başladılar ve böylelikle kendilerine belirli bir inanç sistemi
kurdular. İmdi baş râhip olan krallar yapıp ettiklerinin tanrıların
isteği olduğunu halka kabûl ettirmeye çalıştı ve iktidarlarının
meşruiyetini de teokratik bir temele oturttular. Siyâsî
egemenliklerini bu yolla da güçlendirmeye çalıştılar. O kadar ki
kimi krallar kendilerini tanrı ilân etmeye kalkıştı. Söz gelişi Kral
Naram-Suen bu cümleden. Ayrıca kimi krallar da halkı belli başlı
birtakım tanrıların oğulları olduklarına inandırmaya çalıştı. Söz
gelişi Kral Gudea da bu cümleden.
Böylelikle Sümerler tanrılarına ve tanrılaştırdıkları krallarına
ibâdet amacıyla özel birtakım tapınaklar kurmaya başladılar ve
zamanla bu tapınaklar toplumsal yaşam ve ilişkilerde merkezî bir
konum kazandı. Tapınakların yanına da tapınak kuleleri; nâmı diyar:
zigguratlar inşâ ettiler ve tanrılarının yeryüzüne indiklerinde bu
zigguratların üst bölümünde ikâmet ettiğine, oradan aşağıya inerek
halkı denetlediğine inandılar. Ayrıca bu üst bölümlere özel birtakım
odalar yaparak buralarda tanrılarının özel birtakım ihtiyaçlarını
karşıladılar; söz gelişi tanrılarına banyo yaptırdılar, elbiselerini
değiştirdiler, tuvalet ihtiyaçlarını karşıladılar. Hem üstelik
tanrılarının evlilik törenlerini ve gerdek gecelerini de bu özel
odalarda gerçekleştirdiler. Sümerler tanrılarına pek çok
insansal özellik atfetmişti ve bunlardan bir diğeri de ölümdü;
böylelikle zigguratların özel bir bölümünü de türbelere ayırdılar.
Tapınakların orta kısmına da birer sunak yaptılar ve çeşitli
zamanlarda çeşitli törenlerde tanrılarına hediyeler sundular. İmdi
her kent-devletinin kendi tanrıları, kimilerinin de kendi tanrı
kralları vardı ve onların tapınakları kent-devletlerinin en görkemli
yapılarıydı. Evlerini, iş yerlerini, pazarlarını vb. de bu
tapınakların etrâfına inşâ ettiler. Kısa zamanda bu tapınaklar salt
ibâdet mekânları olmaktan çıkarak ekonomik, siyâsî ve kültürel
birtakım faaliyetlerin yürütüldüğü mekânlar hâline geldi. Ortak
kültürel bağlar geliştikçe de bir kent-devletinin tanrısı başka bir
kent-devleti tarafından da benimsenmeye başlandı ve böylelikle Sümer
mitolojisi önemli gelişmeler kaydetti.
*
Bu noktada Sümer kent-devletlerini biraz daha yakından
inceleyelim: Tevrat’tan öğrendiğimize göre Sümerlerin önde gelen
kent-devletleri şunlardı: Uruk, Lagaş, Eridu, Nippur, Kiş ve Ur. Bu
kent-devletleri arasında en çok Uruk, Sümer medeniyetinin
gelişmesinde büyük bir rol üstlendi; nitekim Uruk’ta ticâret ve
ticârete bağlı diğer gelişmeler daha yoğun bir biçimde kaydedildi.
Hâl böyle olunca Uruk kralları da diğer krallar gözünde hep daha
fazla îtîbâr topladı. Bu kent-devletini biraz daha yakından
inceleyelim:
Uruk kenti Tevrat’ta Erek adıyla anılır. Sümerler ise Unug demiş.
Uruk adı ise Akadlıların verdiği bir ad. Kentin surları ise Gılgamış
tarafından yaptırılmış ve uzunluğu da yaklaşık olarak 10 km.
Neolitik çağda bu kent kısa bir zaman içinde tarım kenti hâline
gelmiş. Kentte ticâretin gelişmesi daha sonraları olmuş. Nitekim
Urukluların evlerinde yapılan kazılarda rastlanan metâl eşyâlar geç
dönemlere târihlenir.
Urukluların kent tanrısı Anu’ydu ve kentlerinin koruyucusu da
İnanna’ydı. Sümer mitolojisinde Anu gök tanrısı, İnanna da bereket
tanrıçası olarak anılır. Ben bu mitolojiye daha sonra bakacağım,
şimdilik bunları bir tarafa bırakalım. Kentin en önemli
yapıları da Anu tapınağı ile İnanna tapınağıydı, İnanna tapınağının
adı Ana’ydı. Bu tapınaklara çok sayıda ve geniş odalar yapmışlar.
Bu da Uruk’un zengin bir kent-devleti olduğuna yoruluyor. Hem
üstelik râhiplerin tuttuğu tapınak kayıtları da bunu destekliyor. Bu
iki tapınak aynı zamanda da tapınak süslemeleri ve kabartmalarıyla
pek meşhurdu.
Uruk kenti hakkında Sümer mitolojisi bir dizi anlatıyla dolu.
Bunlardan en önemlisi de kuşkusuz Gılgamış Destânı olsa gerek. Bu
destâna bakmadan önce Sümer mitolojisinin Uruk kentinin nasıl zengin
bir kent olduğunu açıkladığı Uruk Destânına şöyle bir bakalım: bir
vakitler Fırat’ın kenârında bir söğüt ağacı varmış. Şiddetli
rüzgarlar onu kökünden kopartıp sürüklemiş ve Ana’nın bahçesinde
gezinirken İnanna bu ağacı görmüş. Kendisi bundan bir sedir yapmak
istemiş; ancak ağaç yeteri kadar büyük değilmiş. Bunun üzerine
İnanna onu bahçesine dikmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş ve artık
sedir yapma zamânı gelmiş. Fakat ağacın dibine yılanlar, tepesine de
kuşlar yuva yapmış. Buna üzülen İnanna ağlamaya başlamış. O
sıralarda tapınakta olan Gılgamış, İnanna’ya onu üzen şeyin ne
olduğunu sormuş. İnanna da olayı anlatınca Gılgamış derhâl kılıcına
davranmış ve ağacı yılanlardan ve kuşlardan arındırmış, sonra da
keserek Uruklulara sedir yapmaları için vermiş. Kısa bir süre sonra
İnanna karşısında sediri görünce çok sevinmiş ve Uruklulara birtakım
hediyeler sunmak istemiş. Derken Uruk’u Sümer ülkesinin en gelişmiş
kenti yapmaya karar vermiş ve babasının sarayından bilgelik
yasalarını çalarak Uruklulara hediye etmiş. Bunun üzerine Uruk,
Sümer ülkesinin en gelişmiş kenti olmuş.
Gılgamış’ın asıl ünü ise Gılgamış Destânından gelir: kendisi çok
güçlü, çevik, atılgan, cesur ve bilgin bir kralmış. Karşısına
güreşmek için çıkan tüm rakiplerini bir solukta yere serermiş.
Zamanla ünü tüm Sümer ülkesine yayılmış. Sümerler onu tanrılaştırmış.
Ne var ki tanrılar Gılgamış’ı ve îtîbârını kıskanmışlar. Bunun
üzerine Anu’dan Gılgamış’ın îtîbârını sarsacak bir yarı tanrı yarı
insan yaratmasını ve Gılgamış’ın üzerine yollamasını istemişler. Anu
da Enkidu’yu yaratmış ve Gılgamış’ın önüne çıkartmış. Hemen orada
güreşe tutuşmuşlar ve günlerce yenişememişler. Bunun üzerine güreşi
bırakmaya ve dost olmaya karar vermişler. Dostluklarını ölümsüz
kılmak için de bir orman kurmak istemişler. Ne var ki Huvava’nın
arâzîsinden izinsiz geçmeleri üzerine Huvava onları tanrılara
şikâyet etmiş. Böylelikle tanrıların bu ikiliye olan öfkesi artmış.
Onları öldürmesi için üzerlerine bir boğa göndermişler. Ancak bu
ikili bu boğayı öldürmeyi de başarmış. Enkidu’nun hangi amaçla
yaratılıp sonunda hangi işlere kalkıştığına çok daha fazla öfkelenen
tanrılar onu (kaynaklarda adı geçmeyen) bir hastalıkla
cezâlandırılarak öldürmüşler. Buna Gılgamış çok üzülmüş, sıranın
şimdi kendisinde olmasından da çok korkmuş. Bunun üzerine kendisini
ölüm cezâsından kurtaracak bir formül arayışına geçmiş ve bu formülü
verebilecek bir bilge aramaya başlamış. Tanrılar nasıl olsa böyle
bir formül bulamaz diye Gılgamış’ı engellememişler; hem üstelik bu
arayış sırasında yorgun düşmesine ve çeşitli acılar çekmesine de
fırsat vermişler. Gılgamış yıllarca böyle bir bilge aramış,
günlerden bir gün de tanrıça Siduri’ye rastlamış. Siduri onu bu
arayışından vaz geçirmeye çalışmış, günü geldiğinde nasıl olsa
öleceğini söylemiş ve şimdi zamânı varken hayâtın güzelliklerinin
tadını çıkartması gerektiğini öğütlemiş. Fakat Gılgamış, Siduri’yi
dinlememiş ve yine yollara düşmüş. Sonunda da bilge Utnapiştim’e
rastlamış. Utnapiştim de ona ölümsüzlük bitkisinin yaprağından
yemesini ve bu bitkiyi nerede bulacağını söylemiş. Bunun üzerine
Gılgamış yine yollara düşmüş ve aylarca yol gitmiş. Sonunda da bu
bitkiyi bulmuş; ancak yaprağı hemen yemek istememiş. Bedeni çok
yorgun, üzeri de kir pas içindeymiş ve bu şekilde ölümsüzleşmek
istememiş. Bunun üzerine bir parça yaprak kopartmış ve cebine koymuş,
sonra da yakınlardaki nehre gidip hem bedenini dinlendirmeye hem de
üstünü temizlemeye karar vermiş. Bunu fırsat bilen tanrılar da
nehirdeki bir yılana Gılgamış’ın cebindeki yaprağı yemesini buyurmuş.
Yılan da sinsice Gılgamış’ın yanına sokularak yaprağı yemiş. Bunu
gören Gılgamış da artık yolun sonuna geldiğini anlamış ve hemen
orada cezâsı infaz edilmiş.
Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Lagaş’tı. Bu kentin
araştırıcılar için önemi büyük; nitekim Lagaş kazılarında binlerce
tablet bulundu ve bunların neredeyse tamâmı okundu. Sümerler
hakkında bugün îtîbârîyle bilinenlerin büyük bir bölümü de bu
tabletlerden sağlandı. İmdi Lagaş da oldukça zengin bir kentti. Bu
kentte çok sayıda tapınak vardı ve bunların odaları da fazlaydı.
Lagaş en zengin dönemini ise Kral Urgakina döneminde yaşadı. Bu
zenginlik zamanla diğer kent-devletlerini kıskandıracak düzeye
ulaştı ve Lagaş üzerinde siyâsî egemenlik kurmaya çalıştılar.
Lagaş’ı siyâsî egemenliği altına almayı başaran ise Uruk kralı
Lugalzagizi oldu. Böylelikle Uruklular ile Lagaşlılar zaman içinde
kaynaşacak ve ortak kültürel bağlar kuracaktı.
Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Eridu’ydu. Kimi
araştırıcılar Eridu’nun Sümer ülkesinin ilk yerleşim bölgesi
olduğunu ve Sümer ülkesine yayılımın buradan başladığını söyler.
Kentteki kazılar da Eridu’nun tufandan önce kurulduğunu gösteriyor.
Ayrıca bu kazılarda Obeytlilere âit çok fazla buluntuya da ulaşıldı.
Eriduluların kent tanrısı ise Enki’ydi. Sümer mitolojisinde Enki su
tanrısı olarak anılır. Enki’nin tapınağının adı da Abzu’ydu ve Abzu
sık sık diğer kent kralları tarafından da ziyâret edilir, bu krallar
tarafından Enki’ye hediyeler sunulurdu. Abzu’nun girişinde de iki
büyük aslan kabartması vardı ve Abzu’nun bunlar tarafından
korunduğuna inanılıyordu. Ayrıca Eridulular nehirlerin ve göllerin
sularının kaynağının da Abzu olduğuna ve Abzu’nun altında da yeraltı
dünyâsının olduğuna inanıyorlar ve bu dünyâya ganzir, ganzirde
yaşayan ruhlara da gidim diyorlardı. Gidimlere hediyeler sunup
onların rahatlarını sağlamaya çalışıyorlar, bunu başaramadıkları
taktirde gidimlerin yeryüzüne çıkarak kendilerini korkutmasından
endişe ediyorlardı.
Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Nippur’du. Nippur
kazılarında da yine binlerce tablet bulundu ve bunların da neredeyse
tamâmı okundu. Bu tabletlerden önemli bir kısmı da bir tür Sümer
sözlüğüne âitti. Ayrıca bu kazılarda bir tür yazı okulu olduğu
düşünülen bir yapıya da rastlandı. Nippurluların kent tanrısı ise
Enlil’di. Sümer mitolojisinde Enlil de hava ve güç tanrısı olarak
anılır. Enlil’in tapınağının adı da Ekur’du. Zamanla Enlil de
Nippurluların kent tanrısı olmaktan çıkarak Sümer mitolojisinde
önemli bir konuma gelmiş. Bunda Ekur râhiplerinin payı kuşkusuz
büyük oldu. Nitekim bu râhipler Nippur’u Eridu’dan daha önemli bir
kent yapmak istedi ve bu amaç doğrultusunda Enlil’e büyük değerler
atfederek onun görev ve sorumluluklarını arttırdılar. Söz gelişi
Enlil’i tanrıların kararlarını insanlara bildirmekle ve tanrılar ile
insanlar arasında iletişim kurmakla görevlendirmeleri bu cümleden.
Zamanla Ekur’a tüm Sümer ülkesinden insanlar gelmeye başladı ve
odaları hediyelerle dolup taştı. O kadar ki Gılgamış bile İnanna’dan
yardım dilemek yerine çoğu defâlar Ekur’a gelip Enlil’den yardım
dilermiş. Böylelikle Nippur’un önemi de Eridu’yu aştı ve öyle bir
noktaya ulaştı ki artık salt insanlar veya krallar değil; aynı
zamanda pek çok tanrı da Ekur’a tören alaylarıyla taşındı ve bu
tanrıların Enlil tarafından kutsanacağına inanıldı. Zamanla Ekur
tanrıların toplanma yeri hâline gelmeye başladı ve Ekur râhipleri
burada ukkin plahrumu (tanrılar meclîsini) kurdular. Böylelikle
Sümerler ukkin plahrumda tanrıların çeşitli konularda birtakım görüş
alışverişi yaptığına ve aldıkları kararları da kendilerine tebliğ
etmek üzere Ekur râhiplerine ilettiğine inandılar.
Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Kiş’ti. Kimi
araştırıcılar Kiş’in de tufandan sonra büyük bir ticâret ve kültür
merkezi hâline getirildiğini ve krallarının da büyük îtîbâr sâhibi
olduğunu söyler. Ne var ki Kral Agga’nın Gılgamış tarafından alt
edilmesinden sonra Kiş kralları bir daha hiç îtîbâr sâhibi olamamış.
Tüm kralları arasında en fazla îtîbâr sâhibi olan ise Kral Etana
olmuş. Etana’nın asıl ünü ise Etana Destânından gelir: vakti
zamânında yılanın biri ve bir kartal birlikte yaşarmış. Günlerden
bir gün kartal yılanın yavrusunu yemiş. Yılan da ağlaya ağlaya
Utu’ya giderek durumu anlatmış. Utu’nun tavsiyesi üzerine ölü bir
öküzün karnına saklanmış ve kartalın gelmesini beklemiş. Leşi gören
kartal aşağıya inince yılan ona saldırmış ve pençelerini kırmış,
tüylerini de yolarak onu kayalıklara fırlatmış. O sıralarda Etana da
kısırlığını aşmak için Utu’dan yardım istemekteymiş. Utu da ona
kartala yardım etmesini ve bunun karşılığında doğurma bitkisine
ulaşmak için kendisini gökyüzüne taşımaya iknâ etmesini tavsiye
etmiş. Etana da bu tavsiyeye uyup kartalı hayâta döndürmüş ve
sonunda da bu bitkiye ulaşarak kısırlığını aşmış.
Sümerlerin bir diğer önemli kent-devleti de Ur’du. Kenti erken
dönemlerde Fırat besliyordu. Ne var ki zamanla Fırat’ın yatağı
değişince Ur’da da yaşam zorlaştı. Kimi araştırıcılar tufandan sonra
ise Ur’da yaşamın tamâmen sona erdiğini söyler. Fakat Ur’da yapılan
kazılar göstermektedir ki tufan sonrasında bölgede tarıma elverişli
bir toprak yapısı oluşmuş ve kısa zamanda tarım ve hayvancılık büyük
gelişmeler göstermiş.
*
Bu noktada bir de Sümerlerde toplumsal tabakalaşmayı biraz daha
yakından inceleyelim: Sümerlerde toplumsal tabakalar krallar,
râhipler, tüccarlar, yazıcılar, köylüler ve çiftçiler, zanaatçılar
ve sanatçılar, askerler ve kölelerden oluşuyordu. Bunlardan her
birinin kendine özgü görev ve sorumlulukları, bunlara bağlı olarak
da toplumsal statüleri vardı. İmdi Sümerlerde eşitlik düşüncesi
yoktu; hem üstelik bu statülerin öteki dünyâda da korunacağına
inandılar. Dolayısıyla bu dünyâda krallarına ve kânunlarına karşı
gelerek âsî konumuna düşüp cezâlandırıldıklarında bu cezâların öteki
dünyâda da süreceğine inandılar ve statükoyu olumlamayı baş değer
olarak kabûl ettiler. Bu değer onlara namtarla aktarıldı;
simdi Sümer
dilinde namtar tanrısal düzen anlamına geliyordu. Bu düzen her bir
tabakanın kendi görev ve sorumluluklarını yerine getirmesiyle tesis
edilirdi ve bunu bozan bir kimse de tanrılar tarafından
lânetlenecekti.
Sümer ülkesi râhip krallar tarafından yönetiliyordu. Yerel dilde
bunlara patesi veya ensi deniyordu. Ülkelerini de üç temel bölgeye
ayırmışlar; kuzeye Âsur; güneye Sinear ve iç bölgeye de Kalde adını
vermişlerdi, aralarında siyâsî birlik de yoktu. Kralların görev ve
sorumlulukları öteki dünyâda da geçerliydi ve onun hizmetçisi olmak
büyük bir şerefti. Bu dünyâda krallarına üstün hizmetlerde bulunan
hizmetçiler de öldükten sonra krallarının mezarlarına defnedilirdi.
Ayrıca kral mezarlarına çok sayıda muhafız, binek hayvan, çeşitli
kap kacaklar, süs eşyâları ve bol miktarda değerli mâdenler konurdu.
Öte yandan Ur kazılarında kral mezarlarında çok sayıda müzik âletine
de rastlandı, bu âletlerin de öteki dünyâya geçişte çekilen ruh
sıkıntılarını azaltması için konduğu, mezar kapandıktan sonra bu
işle görevli hizmetkârların; yâni naruların özel birtakım dînî
törenler yaptığı sanılıyor.
Sümer ülkesinde râhiplerin pek çok görevi vardı. Râhipler arasında
da özel bir tabakalaşma vardı. Her tapınakta bir baş râhip bulunur,
baş râhiplerin öncelikli görevi kent tanrılarının özel işleriyle
ilgilenmek olurdu. Yerel dilde bu râhiplere en, diğer tapınak
yöneticilerine de şatam derlerdi. Tapınaklarda dînî törenleri
düzenlemek, büyülerden korunmak, kehânette bulunmak, rüyâları
yorumlamak ve yemek pişirmek ayrı ayrı râhipler tarafından yerine
getirilirdi. Dînî törenleri düzenlemekle sorumlu râhiplere paşişu
derlerdi. Dînî törenler arasında en önemlisi de bayramlardı;
bayramlar yıl içinde belirli dönemlerde tarım tanrısı Tammuz’un
onuruna düzenlenen törenlerdi. Bu törenlerde Tammuz’a adaklar adanır,
tapınaklara bağışlar yapılır ve böylelikle toprakların kirâsı
ödenirdi. İmdi bu râhipler halkı toprakların asıl sâhibinin Tammuz
olduğuna ve onun isteği üzerine kendileri tarafından köylülere ve
çiftçilere kirâ edildiğine inandırmıştı.
Sümer ülkesinde paşişular bilimin gelişmesinde etkin bir rol
üstlendi. Nitekim dînî törenlerin ne zaman düzenleneceğinin
belirlenmesi için özel bir takvim geliştirdiler; böylelikle
rakamları çivi yazısıyla göstermeyi başardılar, çarpım tablosu ve
onluk tabanda sayı sistemini de buldular. Paşişuların takviminde bir
yıl 355 günden oluşuyor ve içinde 12 ay bulunuyordu. Bu takvimde
paşişular ayın 7., 14., 21. ve 28. günlerini tâtillere ayırmış, dînî
törenleri de bu günlerde düzenlemişlerdi.
Sümerler büyülerden korunmakla sorumlu râhiplere aşipu diyordu.
İnsan yaşamında büyülerin çok etkin bir rol üstlendiğine inanıyorlar,
bunlardan sakınmak için bu râhiplerden yardım istiyorlardı.
Kehânette bulunmakla sorumlu râhiplere ise maş-şu-gid-gid diyorlardı.
Maş-şu-gid-gidler ise zigguratları bir tür rasathâne olarak
kullanıyor, burada yıldızların hareketlerini inceleyerek birtakım
kehânetlerde bulunuyordu. Rüyâları yorumlamakla sorumlu râhiplere de
şa-ilu diyorlardı. Şa-ilular da özellikle de krallar üzerinde etkili
oluyor, krallar önemli kararlarını onlara danışarak veriyordu.
Ayrıca yemek pişirmekle sorumlu râhiplere de nuhammitu diyorlardı.
Tapınak râhiplerinden farklı olarak diğer râhiplerin başlıca görevi
ise hekimlikti. Sümerlere göre hastalıklar kişilerin üzerlerindeki
tanrı himâyesini kaybetmeleri sonucu ortaya çıkıyordu; nitekim
tanrılar insanı su ve topraktan yaratmış ve ona kendi soluklarından
üfleyerek yaşam vermişti ve insanların başlıca görevi de tanrılara
hizmet etmekti; ancak kimi insanlar bu görevlerini yerine
getirmeyince üzerlerindeki tanrı himâyesini kaybeder ve böylelikle
kötü ruhların saldırılarına açık bir hâle gelirdi; hastalıklar
da bu saldırılar sonucu ortaya çıkıyordu. Râhiplerin ise saygın
ruhlar taşıdığına ve tanrılara yakarmaları sonucu üzerlerindeki
himâyelerinin yeniden tesis edileceğine inanıyorlardı. Tedâvîlerde
de esas olarak büyü çemberi kullanılırdı; bu çember yere un serperek
oluşturulur, birtakım ilâhîler sonucu tanrıların isteği üzerine kötü
ruhların bu çemberlerin dışına atılacağına, bu iş sırasında
râhipleri özel olarak Guna isimli bir tanrıçanın koruduğuna
inanırlardı.
Sümer ülkesinde râhipler sık sık halk arasına karışır, onlarla
sohbet ederdi. Evlenmeleri hakkında da herhangi bir yasak yoktu ve
çocukları da yine râhip olurdu. Nitekim Sümerler râhiplerin taşıdığı
saygın ruhların çocuklarına da geçeceğine inanıyor ve böylelikle
râhiplik babadan oğula geçen bir meslek hâline geliyordu.
Sümer ülkesinde tüccarlar hakkında daha önce konuştuğumuz için şimdi
yazıcılara geçelim: yerel dilde yazıcılara lugaliz derlerdi. Her
kral kendi sarayında çok sayıda lugaliz barındırır, onlara büyük bir
önem verirdi. Lugalizlerin başlıca görevi kralların emir ve
buyruklarını ve kânunlarını yazıya geçirmekti. Ayrıca krallarının
yapıp ettiklerine dâir methiyeler yazar, bunları anal dedikleri
arşivlerde saklarlardı. Kalan zamanlarında da tapınaklara gider,
kayıt tutmaları sırasında şatamlara ve dînî törenlere ilişkin
esasları, ilâhîleri ve birtakım ahlâk kurallarını yazıya geçirmekte
olan paşişulara yardım ederlerdi.
Daha önce de belirttiğim gibi Lagaş kazılarında binlerce tablet
bulunmuştu ve Sümerler hakkında bugün îtîbârîyle bilinenlerin büyük
bir bölümü de bu tabletlerden sağlanmıştı. Lagaş en zengin dönemini
ise Kral Urgakina döneminde yaşamıştı. İmdi Urgakina sarayına çok
sayıda lugaliz yerleştirmiş ve öncelikle kendi dönemi ve sonra da
neredeyse tüm Sümer medeniyeti hakkında çok önemli bilgileri yazıya
geçirtmişti. Sarayındaki analın çözülmesi üzerine Lagaşlıların
edebiyatta da büyük başarılar kaydettiği anlaşıldı. Özellikle de
Urgakina’ya adanan methiyeler ve hakkındaki kahramanlık destanları
Sümer edebiyâtında önemli bir yer işgâl eder. Öte yandan bu
edebiyâtın çözülmesinde Urgakina’nın lugalizleri tarafından
çıkartılan katalogların payı da büyük oldu.
Sümer ülkesinde lugalizlerin bu görev ve sorumluluklarının
önemi zamanla Nabium kültünü geliştirmelerini sağladı. Nitekim
Nabium lugalizlerin tanrısıydı ve onları kötü ruhlara karşı
koruduğuna inandılar. Sümer mitolojisinde Nabium’un simgesi olarak
da kama kabûl edilmiş, tasvirlerde de hep yarı yılan yarı ejderhâ
bir canlının üzerinde gösterilmişti.
Sümer ülkesinde erken dönemlerde köylülerin ve çiftçilerin toplumsal
statüleri oldukça yüksekti. Nitekim tarım ve hayvancılık onların
özverili çalışmalarıyla başlamıştı. Bunun ardındaki en önemli
gelişmelerden biri de bugünkü buğdayın atası olan bir buğday türünü
ekmeyi ve bundan çeşitli tahıl ürünleri yetiştirmeyi başarmalarıydı.
Bu başarının tam olarak nasıl gerçekleştiği bugün de gizemini
koruyor, kimi araştırıcılar türlü türlü görüşler ileri sürüyor.
Hattâ kimilerine göre Sümerlere bu ilk buğdayı veren ve onu nasıl
ekeceklerini gösteren uzaylılarmış ve Uruk’ta kaydedilen gelişmeler
bu uzaylılar sâyesinde başlamış; ancak zamanla bunlar mitleştirilmiş
ve Uruk Destânında da İnanna’ya atfedilmiş. Bunlar bir tarafa,
şurası kesindir ki Sümerli köylüler ve çiftçiler erken dönemlerdeki
toplumsal statülerini korumayı başaramadılar; bunları tüccarlara
kaptırdılar. Nitekim zenginlik algısında önemli bir değişiklik
ortaya çıktı; erken dönemlerde artı-ürün fazlası zenginlik olarak
algılanırken, ilerleyen dönemlerde değerli mâdenler fazlası
zenginlik olarak algılanmaya başlandı ve bu mâdenleri Sümer ülkesine
taşıyan tüccarların toplumsal statüleri yükseldi. O kadar ki zamanla
kralları üzerindeki ekonomik ve siyâsî nüfuzlarını arttırdılar ve
pek çok kânun onların istediği doğrultuda çıkartıldı.
Zamanla köylüler ve çiftçiler toprakları Tammuz kültü etkisiyle
râhiplerden kirâlamaya başladılar, sözleşmeleri de lugalizler
tarafından kudurru denilen parlak taşlar üzerine yazıldı. Kudurrular
aynı zamanda da topraklar arasında bir tür sınır taşı olarak iş
görüyordu. Ayrıca tapınak kazılarında da çok sayıda kudurruya
rastlandı, bunlar da fethedilen yerlerin köylülere ve çiftçilere
kirâlanmak üzere tapınaklara devredildiğine ilişkin tutanaklardı.
Tüm bu kudurruların üzerinde de tanrıların simgeleri bulunur,
bunlarda yazılanların yerine gitirilip getirilmediğinin bu tanrılar
tarafından denetleneceğine ve bunları yerine getirmeyenlerin bu
tanrılar tarafından cezâlandırılacağına inanılırdı.
Sümer ülkesinde zanaatçılar ise daha çok duvar rölyefleri, ev
mobilyaları, süs eşyâları, silâhlar ve hayvan heykelleri yapımıyla
uğraşıyordu. Bu heykeller de daha çok boğalara, aslanlara ve
sfenkslere âitti. Tapınak duvarlarına rölyef yapmakla uğraşan
zanaatçılar şatamların denetimi altında çalışır, bunların toplumsal
statüleri de diğer zanaatçılara oranla daha yüksek olurdu. Bunlar
arasında da Eriduluların daha bir önemi vardı; nitekim Eridulu
ustalar gerek Obeytlilerden gerekse Îranlılardan pek çok yöntem ve
teknik öğrenerek bunları geliştirmeyi başarmıştı. Zanaatçılar erken
dönemlerde taşı işleyerek zanaatlarını gerçekleştirirdi; ancak
ilerleyen dönemlerde bölgede ticâret gelişip değerli mâdenler
artınca zanaatlarını bunları işleyerek gerçekleştirdiler. Zamanla da
bölgede farklı beğenilere sâhip bir insan kitlesi ortaya çıktı ve bu
da sanatçıların doğuşunu sağladı.
Sümer ülkesinde askerler ise erken dönemlerde düzenli bir ordu
içinde yer almıyor, savaş zamanları bir araya geliyordu. Gönüllü
askerlerin örgütlenmesini de bu askerler yapıyordu. Zamanla düzenli
ordular kurmaya başladılar ve birtakım görev dağılımları yaptılar.
Askerler arasında saray muhafızlarının toplumsal statüleri ise daha
yüksekti ve hem silâhları hem de giysileri daha gösterişliydi.
Askerler kazandıkları her bir başarının ardından kent tapınaklarına
giderek tanrılarına hediyeler sunar, kazandıkları ganîmetlerden
bağış yaparlardı. Savaşlarda esir olarak ele geçirilenler de
tapınaklara getirilir, isimleri ve yaşları şatamlar tarafından tek
tek kaydedilir ve çeşitli işlerde çalıştırılmak üzere tapınaklarda
bekletilirdi. Beslenmeleri de nuhammitular tarafından sağlanırdı.
Köleler daha çok tapınak ve pazar yerlerinin inşâsında kullanılırdı.
Ayrıca belirli süreler için isteyene kirâlanır, daha çok ev
inşâsında çalıştırılırdı.
*
Sümerlerde toplumsal yapıyı biraz daha
yakından inceleyelim; bunu yaparken de aile ve din kurumlarına ve
hukuk sistemlerine şöyle bir bakalım: Sümerlerde aile kurumu tek
eşliliğe dayanıyordu; imdi toplumsal statüsü ne olursa olsun bir
erkek ancak bir kadınla evlenebiliyordu. Erkekler ile kadınlar
arasında cinsiyete dayalı bir statü farklılığı da yoktu. Öte yandan
Sümerlerde fâhişeliğe de sık rastlanırdı. Sümerler evliliğe büyük
önem verdikleri için fâhişeleri hep kınarlardı; o kadar ki sonunda
fâhişeler İnanna’nın koruyuculuğunu hak edebilmek için tapınaklara
yüklü bağışlar yapmak mecburiyetinde kalmıştı. Zamanla fâhişelik de
tapınak hizmetleri arasında anılmaya başlandı ve çeşitli tanrıçalara
da atfedildi; böylelikle birtakım mitler ve dînî törenler
geliştirildi ve bu törenlerde fâhişeler kullanıldı, bu tapınak
fâhişelerine de kulmaşitu denildi.
Cinsellikle ilgili bir diğer tapınak hizmeti de adama törenleriydi.
Sümerler cinsel bozuklukların (da) tanrılarına karşı
işledikleri günâhların cezâsı olduğuna inanıyor, sağlıklarına
kavuşabilmek için tapınaklara gelip paşişulardan yardım istiyordu.
Paşişular da hastalarının cinsel organının maketini yaptırıp bunları
tanrılarına adıyor ve böylelikle bir tür diyet ödeyerek hastalarını
sağlığına kavuşturmaya çalışıyordu.
Sümerlerde din kurumu ise çok tanrıcılığa dayanıyordu. Bugün
îtîbârîyle Sümer panteonu büyük oranda çözülmüş durumda ve Sümer
mitolojisi hakkında da fazlasıyla bilgi sâhibiyiz. Ne var ki tüm
bunları kapsamlı bir biçimde incelemek bu çalışmanın sınırlarının
çok ötesinde bir iş. İmdi burada bu panteonun salt genel bir
görünümüne şöyle bir bakalım:
Sümer panteonunun özünü Nammu kozmogonyası oluşturur. Bu
kozmogonyaya göre deniz ezelî ve ebedîdir; var olmuş ve yok olacak
bir şey değildir, tüm yaşam unsurlarını da içinde taşır. Günlerden
bir gün deniz tanrıçası Nammu, gök tanrısı Anu ile yer tanrıçası
Ki’yi doğurur. Böylelikle deniz ilk evrimini geçirmiş, gökyüzü ile
yeryüzünü meydana getirmişti. Anu ile Ki’nin ilişkiye girmesi sonucu
da hava ve güç tanrısı Enlil doğar. Enlil kendini karanlık bir
dünyâda bulur ve bunu aydınlatması için ay tanrısı Nanna’yı yaratır.
Nanna da kendisine yardımcı olsun diye güneş tanrısı Utu’yu yaratır.
Utu’nun bir de kardeşi olur: bereket tanrıçası İnanna. İmdi Nammu
kozmogonyasına göre gökyüzü ile yeryüzünün birbirinden ayrılması
sonucu hava meydana geldi ve hava genleşerek yukarı çıktığında ayı
meydana getirdi. Aydan kimi parçalar kopunca güneş meydana geldi.
Enlil günlerden bir gün annesi Ki’yle ilişkiye girer ve böylelikle
su tanrısı Enki doğar. Enki’nin doğumu üzerine Nammu bir ziyâfet
verir ve burada içkiyi fazla kaçırır, sonunda da denizin dibinden
bir parça çamur çıkartarak ona biçim verir, Enki de onun kaderini
çizer ve ona yaşam verir; böylelikle ilk insan yaratılmış olur.
Günlerden bir gün Enlil, Enki’yi görevlendirerek yeryüzünde gelişmiş
bir medeniyet yaratmasını ister ve ona bir dizi yöntem ve pek çok
bilgi öğretir. Enki bu amaç doğrultusunda yeryüzüne indiğinde ilk
olarak Ur kentinde mola verir ve Sümer ülkesinin topraklarını
verimli bir hâle getirsin diye Fırat ve Dicle ırmaklarını kutsar,
bâzı tanrıları da bunları korumakla görevlendirir. Böylelikle Sümer
ülkesinde artık tarım başlar.
Hukuk sistemlerini biraz daha yakından
inceleyelim: Sümerler kent-devletleri içinde yaşamlarını
sürdürdükleri için hiçbir zaman ortak bir hukuk sistemine sâhip
olamadılar ve her bir kent-devletinde hukuk normları yerel
ihtiyaçlar ve talep ve beklentiler doğrultusunda belirlendi. Bu
kent-devletleri arasında en gelişmiş hukuk sistemini ise Lagaşlılar
ortaya koydu; imdi Kral Urgakina döneminde Lagaş’ın kaydettiği
gelişmeler onları daha gelişmiş bir hukuk sistemi ortaya koymaya
itti. Urgakina başta Lagaşlılar olmak üzere Sümerler tarafından
benimsenen tüm örfî ve ahlâkî normları derleyip toplattı ve bunları
hukuk normları hâline getirdi. Toplumda herhangi bir ahlâkî çöküşe
yol açabilecek tüm fiillere; söz gelişi adam kayırma ve rüşvet bu
cümleden, ağır cezâlar koydu. Öte yandan râhipler üzerinde
denetimleri arttırdı ve görev ve sorumluluklarını kânunlarda
öngörüldüğü gibi yerine getirmeyen râhiplere ağır yaptırımlar
uygulattı. Zamanla Urgakina kânunları tüm Sümer ülkesine önemli bir
model teşkil etti; hem üstelik başka kavimlere de örnek oldu; söz
gelişi Hammurâbi kânunları bu cümleden.
*
Sümer ülkesi M.Ö. 1950’lerde kuzeyden gelen kavimlerin saldırılarına
dayanamadı ve bağımsızlığını koruyamadı. Önce Elâmlılar, sonra
Akadlılar, daha sonra da Âsurlular ve Amorîler tarafından işgâl
edildi. Ülke üzerinde siyâsî egemenlik kurmayı başaran kavim ise
Akadlılar oldu, kralları da Şarrukin’di. Şarrukin ilk iş olarak
Sümer dilini yasakladı ve Akad dilini resmî dil hâline getirdi.
Zamanla Sümerler, Akad siyâsî egemenliğine karşı isyan bayrakları
çektilerse de başarı kaydedemediler; nitekim Sümerler arasında
hiçbir zaman siyâsî birlik oluşmadı ve kent-devletleri hiçbir zaman
ortak hareket etmeyi başaramadı. Bu isyanlarda da daha çok
Lagaşlılar etkindi. Hattâ bir dönem Akad yönetimine karşı Gutilerle
birlikte hareket etmeyi bile denediler; fakat bu sefer de Gutilerin
Sümer ülkesi üzerinde siyâsî egemenlik kurmaya çalışması üzerine bu
işbirliğini bozdular ve bağımsızlıklarını Sümer kent-devletleriyle
birlikte korumaya çalıştılar; ancak aralarında siyâsî birlik
olmadığı için bunu da başaramadılar. Sümerlerin aralarında gelişen
tek ortaklık ise kültürel bağlardı ve bu bağlar Sümer medeniyetinin
oluşmasında ve gelişmesinde etkin bir rol üstlendi.
Dr. Alkım Saygın, Ankara, Eylül 2004
Kaynakça
1. Mehmet Ali Ağaoğulları; Kent
Devletinden İmparatorluğa, İmge Kitapevi Yayınları, Ankara 1994
2. Ekrem Akurgal; Anadolu Kültür Târihi, Tübitak Popüler Bilim
Kitapları, Ankara 1997
3. Jeremy Black/Anthony Green; Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü, Aram
Yayıncılık, İstanbul 2003
4. Will Durant; Medeniyetin Temelleri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul
1996
5. Roger Garaudy; İnsanlığın Medeniyet Destânı, Pınar Yayınları,
İstanbul 1995
6. Altay Gündüz; Mezopotamya ve Eski Mısır, Büke Yayınları, İstanbul
2002
7. Erik Hornung; Mısırbilime Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004
8. Samuel Noah Kramer; Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
2001
9. Aydın Sayılı; Mısır ve Mezopotamya’da Bilim, A. Ü. DTCF
Yayınları, Ankara 1966
10. Server Tanilli; Uygarlık Târihi, Say Yayınları, İstanbul 1981
|
|