-
Prof. Dr. ENVER_Toc177743175 HASANOĞLU (Başkent
Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü)
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
- Gündüz AKTAN
(E. Büyükelçi)
- Prof. Dr.
Hikmet ÖZDEMİR (TTK Ermeni Araş.Bşk)
- Bilal ŞİMŞİR
(E. Büyükelçi)
- Doç. Dr. Yusuf
SARINAY (Başbakanlık Devlet Arş.Gen.Müd.)
- 25 Şubat
2005'de, Başkent Üniv.Stratejik Araştırmlar Mrk. düzenlediği
panel.
Sayın Rektörüm,
değerli misafirler; Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Merkezinin düzenlemiş olduğu, "Tarihte Türklere Yapılan Katliamlar"
konulu panele hoş geldiniz.
Açılış
konuşmasını yapmak üzere, Başkent Üniversitesi Stratejik
Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Dr. Enver Hasanoğlu'nu kürsüye
davet ediyorum.
Sayın Rektörüm,
değerli konuklar, değerli öğretim üyeleri, sevgili öğrenciler,
basınımızın güzide temsilcileri; Başkent Üniversitesi Stratejik
Araştırmalar Merkezi, birkaç yıldan beri periyodik olarak paneller
düzenlemektedir ve bu panellerin konusunu çoğunlukla yurdumuzu
ilgilendiren ve çevremizde cereyan eden hadiseler oluşturmaktadır.
Böylelikle üniversitelerin önemli görevlerinden biri olan, kamuyu
aydınlatma ve ilgilileri uyarma görevini, Başkent Üniversitesi
olarak, sizlerin de katılacağını umarak bihakkın yerine getirdiğine
inanmaktayım.
Bugünkü
panelimizin konusunu çok önemsiyorum. Zira, kanımca bu panelde
Batı'nın siyasal ve insanlık tarihinin belli kesitlerine ışık
tutulacak ve önemli bazı gerçekler aydınlanacaktır. Türkiye'ye karşı
yıllardır planlı bir şekilde sürdürülen haksız soykırım iddialarını
ileri süren Batılılar, kendi tarihiyle yüzleştirileceklerdir.
Değerli panelistlerimiz Türklere karşı yapılan katliamları, unutulan
tarih sayfalarından çıkarıp kamuoyuna ve sizleri sunacaklardır.
Değerli konuklar;
gerçeklere dayanmayan Ermeni soykırımı iddiaları, siyasi hesaplarla
senaryolaştırılmış ve terör eylemleriyle desteklenmiş ve birçok
değerli diplomatımız şehit edilmiştir. Ama bugün parlamentolarından
Türkiye aleyhine kararlar üretenler; Ermeni terörünü el altından
desteklemişler, hatta çeşitli yollarla teşvik etmişlerdir.
Batı dünyası,
dünya siyasi tarihine sömürgeci olarak damgasını vurmuştur.
Sanayileşmeyle başlayan yeni ekonomik sistemin gelişmesi, yaşaması
ve daha da güçlenmesi için, daha çok mazlum ulusun sömürge haline
getirilmesi gerekmekteydi. Daha çok sömürge demek, daha çok savaş,
daha çok acı, daha çok insan ölümü demektir. Bugün Türkiye'yi
soykırım yapmakla suçlayan, Ermeni anıtları diken Fransa,
Çukurova'da kendi himayesinde bir Ermeni cumhuriyeti kurmak için
silahlandırdığı Fransız üniformalı Ermeni çeteleriyle, o bölgelerde
vahşet yarattığı bir gerçektir. İngiltere, Fransa ve diğer sömürgeci
ülkeler, Asya'da, Afrika'da, Hindistan'da, Çin'de, Latin Amerika'da
kısacası dünyanın her yerinde, sömürdükleri ve işgal ettikleri ülke
insanlarını sindirmek için baskı yöntemlerinin en ağırını
uygulamışlardır.
Sevgili konuklar;
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde, bağımsızlık adı altında
"93 Harbi" diye adlandırdığımız tarihlerde, Avrupa devletlerinin
yaptıkları zulüm ve katliamlar neticesinde, neredeyse Avrupa'daki
bütün Türkler Anadolu'ya akın ettiği herkesin malumudur; âdeta
Avrupa Türkleri Anadolu'ya sürülmüşlerdir. Yunanlıların Anadolu'da,
Girit'te, Kıbrıs'ta, Batı Trakya'da yaptıkları katliamları seyreden,
onlara daha çok silah ve daha çok para veren Fransa, Amerika
Birleşik Devletleri, İngiltere gibi ülkelerin politikacıları ve
genel olarak Avrupa Parlamentosu'ndaki politikacılar, tarihte
ulusların gerçekleştirdikleri katliamları ve rezillikleri
unutturarak, parmak hesabıyla tarih yazmaya çalışmaktadırlar..
Polıtik katılımcıların bu tür hareketlerden ve girişimlerden
vazgeçmelerini ve bunları tarihçilere bırakmalarını öneririm ve
eminim ki, tarihin ağır yargısı, mutlaka bunun hesabını
Batılılar'dan soracaktır.
Bu duygularla
panelimizin başarılı geçmesini diler, panelistlere bu kadar yoğun
işleri arasında davetimizi kabul ettikleri için teşekkür eder ve her
zaman yanımızda olduğu için Sayın Rektörümüz Mehmet Haberal'a
teşekkür eder, hepinize saygı ve sevgiler sunarım.
i
Değerli konuklar; Üniversitemizin Stratejik Araştırmalar Merkezi'ne
gerçekten çok teşekkür ediyorum. İyi ki, bu konuları gündeme
getiriyorlar, aksi halde tarih bir yerde kendi kendisiyle
yüzleşemeyecekti.
Ben kendime bir soru sordum, dedim ki, bugün özellikle Avrupa'da ve
bir bakıma maalesef, Amerika'da da bizim ülkemizi, yani Osmanlı
İmparatorluğu'nu yıktılar. Onun üzerine gencecik bir Türkiye
Cumhuriyeti kuruldu ve âdeta bizleri sorguluyorlar. Bunun anlamı
nedir? Bu sorgulamayı kendilerinde yapma yetkisini görenler, acaba
tarihi mi sorguluyorlar, yoksa iddia ettikleri gibi gerçekten
demokrasi, insanlık, medeniyet; onu mu yapmaya çalışıyorlar? Eğer,
tarihi sorguluyorlarsa, o zaman işe bir başka yerden, bir başka
açıdan bakmamız gerekiyor. Çünkü tarihe baktığımız zaman, eğer bir
soykırım söz konusu ise, eğer toplumların yok edilmesi söz konusu
ise; o zaman işe ta dünyanın öteki yüzü Japonya'dan başlamak lazım.
Acaba, Japonya'da ne kadar insan öldürüldü? Ondan sonra Çin'e
geleceğiz, acaba Çin'de ne kadar insan öldürüldü, ne kadar insan
katledildi? Yavaş yavaş Hindistan'a geleceğiz.
Hindistan ne idi, ne oldu? Pakistan ne idi, ne oldu? Ortadoğu'ya
geleceğiz; Ortadoğu'da neler oldu? Orta Asya'da neler oldu ve
bunları kimler yaptı? Dahası elbette ki, Afrika'ya ve özellikle de
Kuzey Afrika'ya geleceğiz, onu sorgulayacağız. Buradaki milyonların
hesabını kim verecek? Bitmedi; Afrika'nın güneyine gideceğiz, o da
bitmedi, Amerika'nın güneyine gideceğiz; orada kimler, ne yaptı?
Dahası çok yakın, Avrupa'nın ortasına gideceğiz; 260 bin insanı kim
katletti? Dahası şöyle bir Akdeniz'e gelelim, Balkanlar'da ve Kıbrıs'ta,
banyoda Türk vatandaşlarını, acaba kimler katletti, bunları katleden
kimlerdi?
Şimdi önce bunun bir hesabını yapalım: Eğer tarihin
değerlendirmesini yapacaksanız, eğer başka bir deyişle 19.ve 20.
asrı değerlendireceksek, bunun hesabını yapmamız gereklidir. Eğer
bunun hesabını yapmıyor da, başka emeller peşinde koşuyorsak; o
zaman o değerlendirmeyi de başka açıdan yapmamız gereklidir. Hani
bizim bir tabirimiz var ya halk arasında; amaç üzüm yemek mi,
bağcıyı dövmek mi? Tabii, burada ikisi de geçerli, hem üzüm yemek,
hem de bağcıyı dövmek.
Nasıl iş o? Osmanlı İmparatorluğu'nu lütfen hatırlayın, maalesef biz
toplum olarak biraz tarihi az okuyoruz, aslında okumayı da biraz
sevmiyoruz diyebilirim. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu'nun nasıl
yıkıldığı, kimlerin yıktığı, kimlerin kimleri kandırdığı, ne için
kandırdığı, o kandırılan insanlar ne idi, kimlerin ekmeğiyle,
kimlerin sağladığı imkânlarla yaşamlarını sürdürüyorlardı ve 19 uncu
asırda, başka bir deyişle, Birinci Dünya Savaşı'nda neler oldu,
bunları kim yaptı? Osmanlı İmparatorluğu ne şekilde parçalandı ve
bunu kimler yaptı? Eğer bu soruların cevabını verirsek, o zaman
maalesef iki gün önce Avrupa Parlamentosu denilen parlamentoda,
benim parlamenterlerimin karşısına çıkıp, "Siz Sevr'i kabul edin"
deme cesaretini elbette ki bulamazlardı. Ama yine, halk arasında bir
tabir var ya, "Söyleyene değil, söyletene bak!" Eğer, bu kişiler
böyle bir cesareti kendilerinde bulabiliyorlarsa, elbette ki onun
kabahatini kendimizde aramak sorundayız.
Böyle bir şey olabilir mi değerli konuklar, siz bir imparatorluğu
yıkacaksınız, onun topraklarını istediğiniz şekilde bölüşeceksiniz;
ama oradan bir avuç insan çıkacak, işte Atatürk, arkadaşları, aziz
şehitlerimiz hayatları pahasına yeni bir devlet kuracaklar; Türkiye
Cumhuriyetini kuracaklar, hani boşuna demedik, "Bayrakları bayrak
yapan üstündeki kandır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır" ve
böyle bir vatanı bize bırakacaklar ve bugün bunları yapanlar, bizim
karşımıza çıkacak diyecekler ki, "Siz soykırımı yaptınız,"
Efendiler, esas soykırımı, esas katliamı sizler yaptınız.
Bunu biz bugüne kadar niye söylemedik? Doğrusu, bir bakıma bu da
bizim ayıbımızdır; bu da bizim tarihi gerçeklerimize sahip
çıkmayışımızdır. Ama hani laf var ya; "Geç olsun temiz olsun." Hiç
olmazsa bugünler, bu olaylar karşısında artık bu katliamları
yapanlara, birçok toplumun insanını aldatanlara kendi çıkarları için,
hani diyorlar ya; "Medeniyet çatışması" medeniyet çatışması falan
değil, çıkar çatışması. Bu çıkar çatışmasının elbette ki, birtakım
toplumların hayatı pahasına olacağını bütün dünya biliyor, bütün
dünya da görüyor; ama ben yine buradan söyledim. Maalesef bugün
Darwin haklı; kim güçlüyse o, gücünü üstelik demokrasi adına,
demokrasiyi katlederek kullanıyor. İnsanlık adına, insanlığı
katlederek kullanıyor, ama bunu da birtakım toplumlara âdeta kabul
ettirmeye çalışıyor.
Bu toplumlar belki bunları kabul edebilir, ama biz asla. Değerli
konuklar; bu ülke bizimdir ve bu ülkenin, yine buradan söyledim
söylemeye devam ediyorum; her çakıl taşı bizim için kutsaldır. Onun
için ne gerekirse bunu yapacağız. Burada hiç kimsenin şüphesi
olmasın. Dünyanın hiçbir toplumu, hiçbir ülkesi de sakın ola ki
kendisini bizden daha üstün görmesin. Çünkü dünyada, en az başkaları
kadar biz de güçlüyüz. Ha tabii, ben yine bu kürsüden söyledim:
Burası anavatan, ama unutmayalım Kuzey Kıbrıs'da yavru vatandır.
Nasıl ki; Türkiye Cumhuriyeti'nin Misak-i Milli hudutları içerisinde
her santimetre karesi kutsaldır; bana göre Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti hudutları içerisinde de, o ülkenin her çakıl taşı benim
için kutsaldır.
İnanıyorum ki, bugün bu panelde çok değerli panelist arkadaşlarım;
bir bakıma Sayın Hasanoğlu'nun da söylediği gibi; âdeta tarihin
gerçeklerini burada gündeme getirecekler ve o sözde Avrupa
Parlamentosu'ndaki konuşmaya kalkışan efendilere de gerekli ders
buradan verilecektir.
Hepinize saygılar sunuyorum.
Bu söylediklerimin hepsi bu dosyada mevcuttur. Bunu da özellikle
belirtmek istiyorum: Kim, kaç milyon, ne kadar insanı katletti?
i
Sayın Rektörüm, sayın rektör yardımcılarım, -Mütevelli Heyet
Başkanımı göremedim- Sayın Mütevelli Heyet Başkanım, sayın bakanlar,
milletvekilleri, değerli meslektaşlarım, dekanlar, merkez okul
müdürleri, değerli basın mensupları, öğrenciler -herhalde unuttuğum
kimse yok- ve Silahlı Kuvvetlerimizin de değerli mensuplarını burada
görüyorum, onlara da hoş geldiniz diyorum.
Bugünkü konu oldukça önemli bir konu, Sayın Rektörüm ve Araştırma
Merkezi Müdürümüz Sayın Enver Hasanoğlu hocam da çarpıcı bir şekilde
olayı vurguladılar. Onun için ben o konulara bir daha girmeyi
arzulamıyorum, hemen de, konularında uzman olan değerli panelistlere
söz vermeyi arzularım, ama açıklayıcı bir iki noktayı da eklemeyi
uygun görüyorum.
Soykırım veya katliamı, hiçbir zaman insanın insanı öldürmesi
şeklinde de almamak lazım. Çünkü çok değişik kırımlar var,
katliamlar var, soykırımlar var. Örneğin elimde Sefa Yürekel'in "İnsanlık
Suçları" diye değerli bir kitabı var. Kitabı herkese öneriyorum, çok
açıklayıcı şeyler var. Hem tarihte çeşitli devletlerin, dünyanın,
kürenin çeşitli yerlerinde yaptığı katliamlar ve dolayısıyla, hem
bize tarihimizde Bulgaristan'da, Yunanistan'da, Ulusal Bağımsızlık
Savaşımız sırasında Batı Anadolu'da, hatta daha yakına geldiğimiz
zaman Kıbrıs'ta, hatta daha da yakına geldiğimiz zaman Güney
Anadolu'da masum insanlarımıza ve güvenlik güçlerimize verilen
zararlar söz konusu.
Dolayısıyla, bütün bunların söz konusu edileceği toplu tartışma da
bugün, burada gerçekleşecek. Aslında Sayın Rektörüm'ün de
vurguladığı gibi biz tarihimiz boyunca hep uzlaşmacı olduk. Hiçbir
konuya duygusal girmedik; dişe diş, kana kan, göze göz demedik. Hep
uzlaşmacı göründük, ama gerek çevremizden, gerekse dostumuz olacak
ülkelerden bize karşı yönetilen suçlamalar, artık sabırları taşıran
bir noktaya geldi. Dolayısıyla, artık biz de bunları gündeme
getireceğiz. Artık dünya, Türklere "Barbar Türkler, insanları
kestiler, biçtiler" deyip suçlamaları bir tarafa bıraksın. Artık
bizlerin de bir taraflarda, küresel birtakım organlarda, haklarımızı
kovuşturma ve savunma konumumuza geldiğimizi burada göstermek
istiyoruz.
Bunu neden göstermek istiyoruz? Bir Ermeni soykırımıdır gürültüsü
koparılıp, gidiyor; bütün dünya velveleye boğduruluyor. Ne dendi?
"Bu işi tarihçiler çözsün." Tarihçiler çözdüler. Tarihçiler,
Ermenilere "Alın belgelerinizi, gelin kardeşim" dediler. Böyle bir
buluşma Avusturya'da gerçekleşti ve aldığım duyumlara göre, Türk
tarafının açtığı belgeler 50'ye ulaştığı zaman Ermeni tarafı; "Biz,
masadan kalkıyoruz" dediler ve kalktılar. Şunu gördüler; O dünyayı
ayağa kaldıran iddialarının hiçbiri gerçek değil, hiçbir tutarlı
tarafı yok. Dolayısıyla, biz artık bu Ermeni soykırımı teranelerini,
vaveylalarını kenara kaldırıp atıyoruz. Biz de ülkemizi savunma
yolunda artık defansif oynamayı bırakıp, ofansif oynamaya başlıyoruz.
Galiba bunun tam zamanıdır.
Neden tam zamanıdır? Yüzyıl boyunca, sosyo-ekonomik, kültürel
uygulamalarla Batı, bütün gücüyle üzerimize geldi. Bir Doğu sorunu
öküzü yarattı, bir hasta adam imajı yarattı; ve bu işi kökünden
kazımaya karar verdi. En sonunda da Birinci Dünya Savaşı ve Sevr'i
gündeme getirdi, ama bu Sevr hayalleri, Anadolu'nun bağrından çıkan,
"Ya bağımsızlık, ya ölüm" haykırışıyla kâbusa döndürüldü ve bu Sevr
projesi yırtılıp, suratlarına çarpıldı, bu iş burada bitti.
Bittiğini sandık, aslında bitmedi. Bitmedi; çünkü Sevr; Batılıların
her zaman kafasında vardı ve İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği soğuk
savaş ortamında çeşitli yöntemlerle tekrar üzerimize gelmeye
başladılar ve son on yılda, artık bunlar dayanılamaz hale geldi. Bu
kabul edilemez ısrarlar ve istekler, dayatmacı politikalar
karşısında Türkiye, yine aynı Sevr projesine benzer duruma
geritirilmeyolunda, sosyo-ekonomik, kültürel birtakım dayatmacı
isteklere hedef oldu. Maalesef bunların birçoğu da "Yes man'ci
yönetimler" tarafından kabul de edildi.
İşte geldiğimiz noktada artık, bu Sevr dayatmalarına, nasıl Mustafa
Kemal Atatürk "dur" dediyse; onun kuşakları olarak "dur" deme
aşamasındayız. "Dur" deme aşamasındayız, çünkü "Sevr yine geliyor?"
dediğimiz zaman, içimizde Erol Manisalı hocanın dediği gibi, "İçimizdeki
Danimarkacılar" değil, ama "İçimizdeki Brükselciler" bize dediler ki;
"Siz saçmalıyorsunuz, rüya görüyorsunuz." İşte, dün Sayın Rektörümün
de vurguladığı gibi, Jack Tubo adlı bir Fransız parlamenter, Türkiye
Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu'nda "Siz, artık Sevr'i
tanımalısınız" demeye kalktı. Sevr geliyor muymuş, gelmiyor muymuş;
yoksa tehlikeli gören bizler hayal mi görüyormuşuz, gerçekleri mi
konuşuyormuşuz bu böylece ortaya çıktı. Tabii, patronu Chirac, "Türkler
artık tarihiyle barışsın" diye bir önergeyi ortaya atarsa, biz
tarihimizle hiçbir zaman küs olmadık. Tam tersine, tarihimizle gurur
duyduk. Bizim iki bin yıllık şanlı tarihimiz var. Orada kimsenin
bize öğreteceği de yok. Eh, onun parlamenteri de böyle der. O öyle
konuşunca yalnız mı kaldı, Matsakiz ortaya çıktı dedi ki; "Türkler
Ermenileri, Rumları kestiler, şimdi de Kürtleri kesiyorlar." Bakınız,
hemen legolar birleştiriliyor ve Türklere karşı bir kompozisyon, bir
saldırı; planlı bir biçimde devreye sokuluyor.
İşte onun için bu toplantı, artık bu Sevr istemlerine, "Dur, ne
yaptığını bil" deme toplantısıdır. O nedenle ben uzatmadan sayın
konuşmacılara hemen konuyu aktaracağım. Konuşmacılar, hepimizin
tanıdığı saygın kişilikler. Emekli Büyükelçi Sayın Gündüz Aktan,
ülkemizi dışarıda yıllarca, onurla temsil etmiş bir diplomatımızdır
ve kendisi Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanıdır. İlk
sözü kendilerine vereceğim; konuşma planımız şöyle; 15'er dakika.
Gönül isterdi ki saatlerce bu konuyu tartışalım, ama önce ilk turda
15 dakika vereceğiz, sonra belki unutulmuş ilaveler söz konusu
olabilir, 5'er dakika daha ilave edeceğiz ve tüm konuşmalar
bittikten sonra da kalan süre içinde sınırlı olarak bir soru-cevap
periyodu yapacağız ve gönül rahatlığı içinde buradan dağılacağız.
Evet, Sayın Büyükelçim; ilk söz sizde. Buyurun efendim.
i
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Önce Başkent Üniversite'sini bu toplantıyı tertiplemiş olmaktan ve
bu konuyu seçmiş olmaktan dolayı içten kutlarım.
Sayın Rektörün söylediği gibi gecikmiş bir toplantı bu; çok
gecikerek bu konuyu ele alıyoruz. Bunu çok çok öncesinden ele alıp,
tartışmamız gerekirdi, ama bunun nedenleri var. Bu nedenleri sizlere
anlatmaya, görüşlerimi paylaşmaya çalışacağım.
Olay, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış döneminde ortaya çıkıyor.
Gerileme ve yıkılış döneminde bu süreçte, bir yandan Balkanlar, öte
yandan Kafkaslar'dan Türk ve Müslümanlar, o bölgenin Hıristiyan
toplumları ve devletleri tarafından Anadolu'ya doğru itiliyorlar.
Balkanlar'daki Hıristiyanların isyanlarını ve bağımsızlık yolundaki
mücadelelerini biliyoruz. Kafkaslar'da ise; Rus faktörü var, Rus
Çarlığı faktörü var. Bu 1821 Yunan İsyanın'dan alınıp 1922, yani
Büyük Taarruz'un sonuna kadar geçen 100 yıllık dönemde ne kadar
insanımız bu mücadelelerde öldü, -sivillerden bahsediyoruz- ne
kadarı Anadolu'ya sürüldü? Ne yazık ki burada bir Türk tarihçinin
değil, İrlanda asıllı bir Amerikalı'nın yazdığı kitaptan bu
rakamları size vereceğim. Batılılar arasında belki de, tek dürüst ve
onurlu kişi Justin McCarty. Rakam Yunan isyanı ile başlıyor, 1920'ye
geldiğimizde 5 milyon ölü ve 5 milyon 300 binin üzerinde Müslüman ve
Türklerin Anadolu'ya göç zorunda bırakılması var. Bunu, dünyanın en
büyük soykırımı diye kabul edilen Yahudi soykırımıyla mukayese
edersek; -daha geçenlerde çıktı biliyorsunuz- 60" ıncı yıl
dolayısıyla Auschwitz'in 5 milyon 100 bin Yahudi burada, bu ölüm
kamplarında öldürüldü. Ama Yahudi soykırımı bu olaylardan,
bazılarından 100-150 yıl sonra, yani zaman içerisindeki nüfusun
artışını da göz önüne almamız lazım. O zaman şöyle bir durumla
karşılaşıyoruz; 5 milyon ölü. 5 milyon insanın Anadolu'ya gelişi ki,
bugünkü nüfusumuzun yüzde 40'ının kaynağını oluşturuyor bunlar.
Dünyanın en büyük; soykırımsa soykırım, katliamsa katliama ve en
büyük exodus yani göçünü oluşturuyor. Bu sürekli olarak gözümüzden
kaçtı. Bizi topraklarımızdan, ki bu topraklar, yani biz şimdi
Anadolu'yu vatanımız olarak biliyorduk, fakat Balkanlar da,
Kafkaslar da bizim vatanımızdı. Hiç kimse oraya fetih için gidip,
sonra sömürgeymiş gibi bırakıp, gelmek amacını gütmedi. Oradan bizi
geriye atanların bazen telaffuz ettikleri, fakat bazen
söylemedikleri bir doktrin var. Bu, restitüsyon ( restituon )
doktrini, yani malı gerçek sahibine iade etme. Bu topraklar Türk
toprağı değildir, Müslüman toprağı değildir, bunlar Hıristiyanların
topraklarıdır, bunlar eski sahiplerine iade edilmelidir. Bu nedenle,
Türkler ve Müslümanlar bu topraklardan atıldıklarında; uluslararası
toplum bu vahşeti, hiçbir zaman hukuken suç olarak saymamıştır.
Bunlar suç değildir, restitüsyondur, sahibine iade edilmektedir.
Yine bu nedenlerle, buradan atılan insanların geriye dönme hakkı
tanınmamıştır.
Şimdi bu iki yönüyle, bugünkü durumla mukayese et. Kıbrıs'ta Rumlar
malum nedenlerle 1974 Harekatı'ndan sonra Güney'e gittiler. "Hepsi
Kuzey'e geçecek, çünkü onların evleri, arsaları, işyerleri oradadır,
buraya gidecekler" Yine restitüsyon var burada. Asıl sahibi o, oraya
gidiyor. Yunan İsyanı'ndan sonra da aynı oldu, Kafkaslardan da.
Bizden geriye giden yoktur, geriye gitme hakkı tanınmamıştır.
Dolayısıyla tek yanlıdır. Bunun sonunda bir Yunan milliyetçiliği "Helenizm"
doğdu. Hepiniz biliyorsunuz, bu Osmanlı aleyhine genişledi,
Cumhuriyet aleyhine de genişlemek için çabaladı ve bu
milliyetçiliğin bir sınırı olmadı. Yani hedef olarak "Ben şuraya
kadar gideceğim demedi" niye? Çünkü, restitüsyon denilen şeyin
sınırı belli değildi. Anadolu da onların sayılabilirdi, Anadolu'nun
da tümünü alabilirlerdi, yani bu yaklaşım karşı tarafta genişleme
sınırları belli olmayan bir milliyetçilik yarattı.
Şimdi Türk ve Müslümanları yerlerinden etmekte uygulanan yönteme
geçiyorum. Bu yöntemi 1991-1995 arasında Bosna-Hersek'te gördük.
Orada ne yapıldıysa, burada Türk ve Müslümanlar'a da aynısı
yapılmıştır. Nedir bu? Evvela militanların, çetelerin yerleşik
yerlere saldırmaları, oradaki insanları, sivilleri öldürmeleri,
oradan atmaya çalışmaları. Ama belli bir aşamadan sonra, hele hele
savaş da kazanılmışsa, ordular bu işi yapmışlardır. Kasabaları,
köyleri yıkmışlardır, arazileri, tarlaları yakmışlardır,
öldürmüşlerdir ve itmişlerdir belli bir istikamete doğru. İnsanlar,
malını mülkünü, çoluğunu çocuğunu bile tam alamadan Güneye,
Türkiye'ye doğru kaçmak zorunda kalmışlardır. Şimdi bu
Bosna-Hersek'te mahkemesi görülen, -çeşitli davalardan ortaya
çıkıyor- General Karadziç, Srebrenitsa'da yapmış olduklarından
dolayı giymiş olduğu hüküm; soykırım hükmüdür. Lahey'de biliyorsunuz
bunun davası görülüyor. Demek ki Türkleri bu şekilde, vatanlarından
atarken işlenen suç aslında soykırım suçudur. Bunu katiyen hafif
olarak söylemiyorum; soykırım suçunu 1948 Sözleşmesinin 2 inci
maddesindeki tanımına göre söylüyorum.
Tabii bunun dışında o, uzun yol boyunca bunları koruyacak hiçbir güç
olmamıştır. Yani onlara, devletleşmekte olan bu ülkelerin silahlı
güçleri veya çarlık Rusya'sı; tüm devlet ve savaş hukuku
sorumluklarından mahrum olarak, yoksun olarak cezalandırmak üzere,
öldürerek göndermiştir Türkiye'ye doğru. Ondan sonra da Osmanlı
zulmünü, yaptıklarını mazur göstermek için kullanmıştır ve bundan
dolayı da bugün Türkiye'nin imajı, bütün Avrupa'da tahrip olmuş,
bozulmuştur.Bizim imaj bozmamız bizim, aslında 1800'lerin başından
itibaren bugüne kadar devam etmektedir.
Bizim bunlara karşı tepkimiz ne olmuştur? Bizim tepkimiz, Cumhuriyet
kurulduktan sonra geçmişi unutmak şeklinde olmuştur. Bunu yaparken
de şöyle dedik: "Yani, büyük trajediler geçti, facialar geçti
başımızdan, ama bu vatanı kurtardık. O zaman geçmişe bakmayalım.
Çünkü, bu insanlarla yaşayacağız, bu devletlerle yaşayacağız.
Bunlara karşı kin gütmeyelim. Buradaki tarihi varlığımızı,
tarihimizi unutalım, geçen geçmiştir. Biz, ileriye bakalım" ve bütün
kuşaklar birbiri arkasından böyle yetiştirildi. Yani bu kuşaklarda
intikam duygusu yoktu, intikam duygusu bu kuşaklara verilmedi. Bunun
verilmemesinin başka nedenleri de var, "Biz canımızı zaten zor
kurtardık bu mücadelede."
Kuvvet dengesi, bizim bir kez daha oralara gitmemize, vatan
saydığımız, yurt saydığımız yerleri tekrar almamıza veya almasak
dahi, sivil insanlar halk olarak yerleşmemize imkân vermiyordu,
böyle bir hayal yoktu. Bu Türk gerçekçiliği denen şeyin dışındaydı,
ama karşımızdakiler böyle değildi. Onlar zaten yeni kurulmuş,
genişliyor, genişleme imkânına sahip Batı toplumu uluslararası
toplum tarafından, zaten destekleniyorlar. Bu destekle onlar hâlâ
elimizde bulunanları alma eğilimini içlerinde muhafaza ettiler,
çocuklarına bunu okutmaya devam ettiler. Burası, Anadolu; tarihi
bakımımdan onların; bir tarafta Rumlar, bir tarafta Ermeniler;
onlara aitti. Tarih uzundu, yarın öbür gün şartlar değiştiğinde ne
olacağı bilinemezdi.
Bu yenilmiş ve yılgın psikoloji, bizim unutkanlığımızın, unutmamızın
nedenlerinden birini oluşturuyor. Ama bunun dışında bir başka neden
daha var, o da şu; Türkiye'de tabii karizma sözcüğü biliyorsunuz, en
fazla istismar edilen, yanlış kullanılan sözcüklerden biridir.
Karizma kelimesi, siyasi bilimlerde Max Weber tarafından ortaya
atılmıştır. Max Weber, büyük liderin o olağanüstü karizmasıyla
toplumu büyük bir felaketten, büyük bir başarıya bir tür anesteziyle
geçirdiğini anlatır. Yani acılar, kayıplar unutulur ileriye
bakarsınız. Yeni insan, yeni devlet, yeni toplum, yeni değerler
yaratacaksınız; bu size büyük bir umut verir ve oraya geçersiniz.
Atatürk'ün belki de, -bu konuda Max Weber inceleme imkânına sahip
olsaydı- bu olağanüstü örneği bizi ileriye, geleceğe, Cumhuriyete
çevirdi; geriye, arkaya bakmamıza yol açtı. Bu aslında belli ölçüde
sağlıklı bir toplum da yarattı.
Fakat psikolojide bir kural vardır, "Büyük kayıplarınızın yasını
tutmanız lazım." Bu ailelerde de böyledir, toplumlarda da böyledir.
Türk milleti büyük kayıplarının yasını tutmamış bir millettir. Belki
bizim bugün, bunca seneden sonra bu konuya eğilmemiz, işte bu yas
sürecinin başlangıcı olacaktır. Tabii bu yas sürecine de
başlamamızın nedenini unutmayalım. Eğer Ermeniler bizi rahat
bıraksalardı, soykırım isnatları olmasaydı; hiçbir zaman bu işe
geriye dönüp bakmayacaktık. Şimdi geriye dönüp bakıyoruz. Evet, Türk
milleti tarihiyle yüzleşmemiştir, ama sorun Ermeni sorunu değildir.
Kendi büyük acılarıyla yüzleşmemiştir Türk milleti, büyük
kayıplarıyla yüzleşmemiştir. Böyle bir yüzleşmeye eğer, bu toplantı
ve bunun vesile olacağı yazılar, kitaplar yol açacaksa unutmamamız
gerekir ki; bu çok zor bir yoldur, çok tehlikeli bir yoldur.
Ben, kaybın ne olduğunu ilk kez Yunanistan'da hissettim. Benim ailem
Yunanistan'ın Arnavutluk sınırından geliyor, yani Yanya'dan.
Ailemizin içinde, tabii tahmin edeceğiniz gibi bir Yanya nostaljisi
her zaman olmuştur, ama o nostaljinin bana etkisi doğrusunu
isterseniz olmamıştı. Ne zaman ki Yanya'ya gittim, ne zaman ki
oradaki yıkılmakta olan Türk eserlerini gördüm; işte o korkunç bir
duygu. Yani bu duyguyu hissetmek, bunun yasını, yani büyük bir kaybı
hissetmek; hem çok zor, hem de çok açıkçası sizde hemen "Burası
bizimdi, bizimdir" duygularını uyandırıyor. Bugünün dünyasında bu
çok tehlikeli bir şey, tehlikeli, fakat Türkiye'nin normalleşmesi
için yasını tutması lazım. Türkiye kayıplarının yasını tutmadığı,
kayıplarıyla yüzleşmediği için, bugün Türkiye'den çok kolay toprak
alınabileceğini zannedenler var. Türkiye'nin içinde de çok kolay
toprak verileceğini umanlar ve sananlar var.
Bunların aşılması için, doğrudur Ermenilerin söylediği, Türkler
tarihleriyle yüzleşmemişlerdir, yüzleşmeleri gerekir.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Efendim, Sayın Büyükelçiye çok teşekkür ediyoruz,
çok düşündürücü bir konuşmaydı. Gerçekten, biz tarihimizin bu
yüzüyle hiç yüzleşmedik, yüzleşmemiz lazım, yas ta tutmamız lazım.
Bunu biraz da yüksek sesle söylemekte yarar var, içeriye değil
dışarıya karşı. İçeride de, tabii bir ulusal bilinçlenme açısından
kuşkusuz böyle bir politika tam yerinde olacaktır, örtüşecektir diye
düşünüyorum.
Söze başlarken, sadece bir soykırım, etnik arındırma diye bir
arındırma literatürde yok. Bu değerli çalışmadan, bazı başka
soykırımlar da öğrendim. Sayın Büyükelçi konuşurken, "Acaba Kıbrıs'ta
yapılanlar hangi soykırım çeşitlemelerine giriyordu?" diye ister
istemez düşündüm. Örneğin bir fiziki soykırım var, etnik soykırım
var, kültürel soykırım var, biyolojik soykırım var ki, kitapta
dünyanın çeşitli yerlerinde İngiliz ve Amerikan uygulamalarının
hangi soykırım çeşidine, grubuna girdiği konusunda da çok çarpıcı
örnekler de var. Ekonomik soykırım var, bir grubun sosyal, siyasi,
kültürel, askeri ve teknolojik olarak gelişimini veya zaruri
ihtiyaçlarının giderilmesini önlemek için; maddi olarak
yoksullaştırıp, iflas ettirilmesi ve teslim alınması. Kıbrıs'ta
bunun hepsi var. Bu soykırım gruplandırmalarından bir veya birkaçına
Kıbrıs'ta rastlıyoruz. Bulgaristan'da rastladık. Kuzey Yunanistan'da
Batı Trakya'da rastladık ve en nihayet adamlar; dayak yeyip ülkeyi
terk ederken Batı Anadolu'da yaptıklarına da rastladık.
Ekolojik soykırım var. Belki çoğunuz için yeni bir terminoloji.
ABD'nin Irak'ta yaptığı önemli soykırımcı tehcir var, soykırımcı
asimilasyon var, etnik temizlik var. Kıbrıs'taki ünlü Akritas Planı,
bir etnik temizlik uygulamasının hareket noktasıydı, az kaldı da
isteklerine, sonuçlarına ulaşıyorlardı. Bu arada, bu soykırım
çeşitlemelerini de ben size iletmek gereğini duydum; çünkü sayın
konuşmacılar örnekleri ortaya koyduğu zaman o örneklerin hangi gruba
girdiğini kolayca sınıflandırmak olanaklı diye düşündüm.
Efendim, ikinci sözü Prof. Dr. Hikmet Özdemir'e vereceğim. Kendisi
Türk Tarih Kurumu Ermeni Masası Direktörü'dür. Son senelerde
yurtdışındaki arşivlerde değerli çalışmalar yaptılar ve bunları
yayınladılar yanılmıyorsam. Öyle mi Hikmet?
Peki, şimdi 15 dakikalık ikinci aşamayı sana veriyorum.
i
Teşekkür ederim. Sayın Rektörüm, saygıdeğer konuklar, meslektaşlarım
ve öğrencilerimiz.
1940 yılında Amerika'da Pennsylvania Üniversitesi Tarih Bölümü 2'inci
sınıf öğrencilerine bir anket dağıtılıyor, bilimsel anlamda daha
sonra bunun sonuçları bir bilimsel dergide yayınlandı. Bu ankete
göre bir sayfada iki sütun var, birinci sütunda birtakım sıfatlar
var. Örneğin, yiğit, korkak, alçak, katil, ırz düşmanı filan gibi,
yani negatiften pozitife kadar birtakım sıfatlar var bir sütunda.
Diğer sütunda da, kavimlerin, milletlerin isimleri yazılı;
Vietnamlılar, Fransızlar, Türkler, Çinliler, Ruslar şeklinde.
Öğrenciler, yalnız dikkatinizi çekerim Tarih Bölümü Üniversite 2"
inci sınıf öğrencileri. Öğrencilerden istenilen de çok kolay. Söz
konusu olan sıfatlarla, diğer sütundaki uluslararasında bir ilişki
kurmaları isteniyor. Sonuç, öğrenciler ırz düşmanı, katil sıfatları
Türklerle eşleştiriyor. Ben bu araştırmanın sonuçlarını yıllar önce
öğrenmiştim. Aradan çok zaman geçti, bu üniversitede 4 yıl önce
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde siyasi tarih
dersleri verirken, bu araştırmanın sonuçlarını öğrencilerimize de
anlattığımı çok iyi hatırlıyorum.
Şimdi buradan başlamak istiyorum, "Acaba 1940'larda Amerika Birleşik
Devletleri'nde 18-19 yaşındaki çocukların, gençlerin biz Türkler
için, hem de hiç tanımadıkları Türkler için katil, ırz düşmanı
sıfatını yakıştırmalarının sebebi ne olabilir?" diye hep birlikte
düşünebiliriz. Hepinizin yerine sesli olarak ben düşünmeye gayret
edeyim; bunun bir tek nedeni vardır; çünkü 6-7 Eylül hadiseleri
1950'lerin sonuna doğrudur, Kıbrıs meselesi de sonradır. Ama 40'ların
başında 19 yaşında gencecik öğrencinin böyle düşünmesinin bir tek
nedeni vardır. O da Birinci Dünya Savaşı başladığı andan itibaren
yapılan propagandadır; Türkiye aleyhindeki propagandadır. Esas
itibarıyla söylemek istediğim şeylerden biri şudur: Osmanlı
İmparatorluğu, Sayın Büyükelçimiz çok güzel bir perspektif çizdiler,
"Balkanlar ve Kafkaslar'dan göç eden, göç etmek zorunda bırakılan
Türk ve Müslüman unsurlar Anadolu'ya geldiler" dediler. Şimdi
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu'da
yaşayan Gayrimüslim unsurlarından, özellikle Ermeniler için
konuşuyorum, bir büyük ayaklanma planlanması sonucu bir kısmının
zorunlu göçe tabi tutulduğunu biliyoruz, çok önemli bir kısmının da
4 yıllık savaş sürecinde ve savaştan sonra ve Lozan'a doğru
geldiğimiz dönemde mülteci statüsünde Ortadoğu coğrafyasında ve
diğer ülkelerde Fransa'da, Amerika Birleşik Devletleri'nde
yerleşmeyi tercih ettiklerini biliyoruz. Bunların hepsini saptamış
durumdayız. Bugün diaspora adı altında, Ermeni diasporası adı
altında faaliyet gösteren kesimler; Avrupa ve Amerika Birleşik
Devletler'inde, işte bu Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı
İmparatorluğu'ndan giden Ermenilerin 3 üncü, 4 üncü kuşağıdır.
70'li yıllarda diplomatlarımızı katleden de bu kuşaklardan gelen
gençlerdir. Diasporanın çeşitli kuşakları üzerine Amerika'da
Avustralya'da bilimsel çalışmalar da vardır. Birinci kuşak için
böyle şeyler söz konusu değil, ama üçüncü kuşakta, artık silahlı
eylemlerle Türk diplomatlarını katletme derecesine kadar gözü dönmüş
bir topluluk yetiştirilebiliyor. Tabii bu topluluklar 36
diplomatımızı, görevlimizi katlettikten sonra nedense birdenbire
durdular; şimdi daha farklı yöntemleri kullanıyorlar. Esasında bugün
yeniden, Sevr'in olduğu gibi bütün koşullarıyla birlikte dayatıldığı
bir dönemi yaşamaya başlamış durumdayız. Tabii Amerikan
Cumhuriyeti'nin temelinde olduğu gibi, bizim Cumhuriyetin temelinde
de bu göçmenlik psikolojisi, mültecilik psikolojisi vardır, bizde de
vardır. Bizde, Sayın Büyükelçimiz vurguladılar "Geçmişi unutmak
şeklinde" bir tercihimiz olmuştu.
O
zamanki devlet yönetiminin böyle bir tercihi ders kitaplarına da
yansımıştı. O kadar ki, ben 2002 yılında bir profesör olarak Türk
Tarih Kurumu'nda Ermeni Araştırmaları ile ilgili bir faaliyetin
içine gelene kadar Ermeni meselesi hakkında hiçbir bilgiye sahip
değildim. Bu nasıl bir eğitim sistemi ki profesör yaptığı adama dahi
Ermeni meselesini öğretemiyor, öğretememiş. Bizim ders kitaplarımız
Batı cephesini belki anlatıyordu, ama Doğu Cephesini ve Doğu
Cephesi'nde kimlerle savaştığımızı hiç anlatmıyordu. Açıp
bakabilirsiniz; merhum General Fahri Belen'in "20'inci Yüzyıl Tarihi"
Osmanlı tarihiyle ilgili eserinde Ermeniler'den hiç söz edilmez.
Sayın Büyükelçimizin saptaması çok doğrudur "Bu geçmiş, bir tercih
olarak unutulmuştur" Bu aslında, bir büyüklük anlamında anlaşılması
gereken bir şeydir. Fakat ne yazık ki hiç kimse tarihi ve geçmişi
unutmamış, özellikle mülteci olarak başka ülkelere gidenler kendi
öfkelerini, yaşadıklarını, gözlemlerini savaş koşullarındaki
değerlendirmelerini oraya taşımışlardır. Bunu kuşaktan kuşağa geçen
bir kin ve öfke dalgası halinde, kabaran bir dalga halinde bugüne
kadar getirmişlerdir.
Yine 1940'larda adını çok iyi hatırlıyorum Kerküklü bir şair Leyla
hanımefendinin bir şiiri var. Diyor ki: "Hatıralarınızı yüklenip
gidebilir misiniz?" Bizimkiler Balkanlar'dan, Kafkasya'dan
hatıralarını yüklenecek vakte ve imkâna sahip değillerdi, ama Ermeni
diasporasını bugün oluşturanlar bütün hatıralarını olduğu gibi
naklettiler. Yani demek ki burada bizim ciddi bir yanlışımız,
eksiğimiz var.
Üzerinde durmak istediğim bir diğer konu; Birinci Dünya Savaşı'yla
beraber özellikle "Cihat Kararı"nın alınması ki, o cihat kararının
alınması da zaten zorunludur. O günkü koşullarda bütün kaynakları
seferber edebilmek için, bütün kesimleri seferber edebilmek için "Amerika
Birleşik Devletleri'nde misyonerlerin faaliyetleri bunlardan
etkilenecek" diye büyük bir endişeye yol açmıştır. Nitekim, 1921
tarihinde büyük Atatürk'ün bir Amerikan gazetecisine verdiği
mülakatta işaret ettiği bir husus son derece önemlidir. Orada
Atatürk özellikle misyonerlerin faaliyetlerine işaret ederek, "Onlar
bütün bu olup bitenlerden dolayı, manevi açıdan sorumludurlar" der.
Bunun üzerinde de düşünmemiz gerekir, yani misyonerlerin manevi
sorumluluğu.
Şimdi çok milletli, çok dinli, çok dilli bir imparatorluk. Bu
imparatorluk süreç içerisinde dağılmak, parçalanmak zorunda. Herkes
kendi ulusal devletini kurmak için planlar yapıyor, kongreler
düzenliyor; Türkler bir şey yapmak istedikleri zaman, yani Türk
Milli Devlet'ini kurmak istedikleri zaman bu ayıp karşılanıyor.
Bugün de hâlâ bu ayıp karşılanıyor, bazı aydınlarımız tarafından.
Oysa bu coğrafya üzerinde Türklerin de kendi ulusal devletlerini
kurma hakları olacaktı. Bu tarihi bir haktı, bu aynı zamanda
kaçınılmaz bir durumdu. Yani İmparatorluğun sahibi durumundaki bir
ulus, kendi aklını başına topluyor, diyor ki, "Ben kendi ulusal
devletimi kuracağım."
Burada konuşmamın birinci kısmında üzerinde durmak istediğim, bir
başka nokta da şudur: Uluslararası ilişkilerde bir imaj sorunu,
algılama sorunu var. Bu 19'uncu Yüzyıl sonu itibarıyla da vardı,
bugün de aynı şekilde var. Fakat doğrusu bilimsel açıdan oturup bir
araştırmak gerekir; Atatürk'ün Türkiyesi ile ilgili böyle bir sorun
var mıydı, acaba Atatürk'ün Türkiye'sinde, 1930'lar Türkiyesi'nde
dünya bizi nasıl algılıyordu? Dış ziyaretler bir ölçü olarak kabul
edilebilirse Sayın Rektörüm, Atatürk Türkiyesi'nin dış dünyayla olan
ilişkileri bir veri alınabilirse, bu Birinci Dünya Savaşındaki
imajın, propagandayla yaratılan imajın önemli ölçüde yüzeyselleşmiş
olduğu görüşündeyim.
Buna bir örnek olarak İngiltere'yle olan ilişkilerimizi incelediğim
için söylüyorum, onu gösterebilirim. Yani İngiliz kralının
Türkiye'yi ziyaret etmesi, İstanbul-Çanakkale'ye gelmesi, İstanbul'a
gelmesi, Atatürk tarafından karşılanması ve bu sırada Times
Gazetesinde enteresan bir haber. Times Gazetesi diyor ki; "Bugüne
kadar Konstantinopol diyorduk, bu tarihten sonra İstanbul diye
yazacağız" diyor. Londra'da ve İngiltere'de yaşayan Rumlar da ayağa
kalkıyorlar "Siz bunu nasıl yaparsınız?" diyorlar. Şimdi, Birinci
Dünya Savaşı'yla ilgili bütün bu parçalama planlarının arkasındaki
devletin İngiltere olduğunu biliyoruz. Hatta şu kadarını söyleyeyim:
İzmir'in Yunanlılar'a verileceği 1914 yılında İngiliz savaş
kabinesine sunulan haritalarda belirtilmiştir. Oysa biz bunun 4 sene
sonra olduğunu düşünüyorduk, o zaman kararlaştırıldığını
düşünüyorduk. 1914'te İngiltere, Yunanistan'a İzmir'i veriyordu.
Burada tabii Osmanlı'daki, Anadolu'daki Gayrimüslim unsurların
Birinci Dünya Savaşı'ndaki durumunu incelerken şöyle bir düşünceye
sahip olmamamız gerekiyor: 1915 yılında bazı ayaklanmalar oldu ve bu
ayaklanmalar sonucu Osmanlı Hükümeti ayaklanmalara katılan, yani
siyasi harekete katılan, silahlı harekete katılan grupları aldı,
etkisiz hale getirdi ve bunların önemli bir kısmını Suriye'ye,
Mezopotamya'ya gönderdi. Bu yalnızca 1915 yılı için söylenebilecek
şeydir. Oysa bugün bizim önümüze konan Türk-Ermeni ihtilafını
değerlendirirken üç farklı evre vardır. Bunlardan birincisi sadece
budur, yani bu ayaklanmalar ve ayaklanmalar sırasında, yani savaş
altında bir krizin yönetilmesidir.
İkinci evre; 1916 Ocak ayından, 1918'e kadar neredeyse gelir, Doğu
Anadolu'daki Rus işgali sırasındaki Ermeni katliamlarıdır, yani
Ermenilerin Türkler'e yönelik katliamlarıdır. Burada ne kadar
insanımızın öldürüldüğü çıplak belgelerle herkesin görebileceği
şekilde Genel Kurmay Başkanlığımız tarafından, Askeri Tarih
Başkanlığımız tarafından ve devlet arşivlerimiz tarafından orijinal
belgeleriyle yayınlanmıştır. Hangi köyden, ne kadar insanımızın
öldüğü toplam rakamları sanıyorum Arşiv Genel Müdürümüz
söyleyeceklerdir, 600 bin civarında. Sadece o 1916 Ocak'ından 1918'e
kadar öldürülen Türklerin sayısıdır.
Bundan sonra üçüncü evre var; Mondros'la beraber silah bıraktıktan
sonra, Suriye'ye Mezopotamya bölgesine gönderilen Ermenilerin tekrar
Anadolu'ya dönüşleri ve bunların dönüşleriyle beraber yer yer
başlayan silahlı çatışmalar, katliamlar. Bunun hemen sonrasında da
güneyde Fransız ve İngiliz işgaliyle beraber 1922 yılının başına
kadar süren, -Maraş ve Antep'teki direnişler aşağı yukarı Ankara
Anlaşması'ndan biraz sonra da devam etmiştir- Ermenilerle doğrudan
bizim çatışmamız söz konusudur ve Ermenilerin yaptıkları katliamlar
söz konusudur. Doğu Cephesindeki Türk-Ermeni Savaşı ise; -ben ona
Türk-Ermeni Savaşı diyorum, çünkü karşımıza artık bir Ermenistan
Cumhuriyeti vardır ve onun bir milli ordusu vardır, bize karşı
savaşmıştır- Kazım Karabekir Paşa'nın kuvvetleri derslerini verene
kadar, Gümrü Anlaşması'na kadar devam etmiştir.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Osmanlı çökerken, dağılırken
veya parçalanırken -hangi kavramı kullanırsak, kullanalım- belirli
bir zamanda Balkanlar'dan ve Kafkaslar'dan Türk unsurlar, Müslüman
unsurlar Anadolu'yu anavatan belleyip buraya sığınıyorlar. Savaş
sırasında görülen, ortaya çıkan çatışmalar nedeniyle; Ermenilerle
ilgili olarak zorunlu göç kararı alınıyor ve bu göç kararıyla
Suriye'ye ve Mezopotamya'ya yerleştirilen Ermeniler daha sonra
Sevr'den önce, yani General Allemby'nin Halep'e girmesinden sonra,
General Allemby'nin de talimatıyla aynı zamanda bizim İttihatçı
Hükümetin de o konuda kararı var, "Zorunlu göçe tabi tutulanlar
tekrar yerlerine dönsünler" diyorlar ve bunlar yerlerine dönüyorlar.
Bu şekilde yerlerine dönenlerin sayısı bir hayli yüksek.
Acaba Lozan'da ne oldu? Lozan ki bizim Türkiye Cumhuriyetimizin tapu
senedidir, Türkiye devletinin tapu senedidir. Bu tapu senedi
İngilizlere, Fransızlara, Avrupalılara kabul ettirilirken söz konusu
olan o Osmanlı tebaası olan Ermeniler nereye gitti? Lozan'da olan
şey şuydu: Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Lozan'a giden heyete tek
bir sayfa halinde bir talimatı vardı. Onlara verdikleri talimatta
örnek olarak; "Şu konu masaya sizin önünüze gelirse Ankara'ya
soracaksınız. Şu konu masaya gelirse kendiniz karar vereceksiniz,
ama bir tek konu vardı; Ermenilerin, eğer Anadolu'dan yurt isteme
konusu masaya gelirse; kalkıp, bavullarınızı alacaksınız, Ankara'ya
döneceksiniz" Yani diyor ki; "Bize dahi sormayacaksınız,
döneceksiniz"
Dolayısıyla Sevr'den Lozan'a geçiş sürecini, eğer anlayamamış isek…
İkinci turda Lozan kısmına devam etmek üzere burada noktalıyorum.
OTURUM BAŞKANI- Evet, Sayın Özdemir'e teşekkür ediyoruz, aslında
nereden kalktık, nereye geldik diye insan düşünmeden edemiyor, çünkü
geçenlerde bir TRT İNT'te toplu tartışmadaydık, bir genç arkadaşımız;
"Neden korkuyoruz, bir Kürt devleti kurulsun, ne olur ki, başımıza
ne gelir ki? Ermenistan da kurulurken aynı korkuyu yaşadık, hiçbir
şey olmadı" Evet, Lozan'da böyle bir tavır var ve Lozan sırasında
büyük Atatürk'e soruyorlar, "Siz, bağımsız bir Ermenistan
kurulmasına karşı mısınız?" diyorlar. "Hayır, sınırlarımızın dışında
kurulacak olan bir Ermenistan'ı saygıyla karşılarız" diyor. O zaman
Türkiye'nin ipleri büyük Atatürk'ün elinde. Şimdi bir de geldiğimiz
noktaya bakın, yavaş yavaş Kürt devletinin kurulmasını toplumda
kabul edilebilir göstermeye yönelik, birtakım televizyon
kanallarında yönlendirmeler başladı; çok uyanık olmak durumdayız
diye düşünüyorum. Tabii eğitim sistemimizde çok büyük açıklıklar
var. Hep, "Aman uzlaşmaz toplum görünümüne girmeyelim, o üzülmesin,
bu süzülmesin" derken geldiğimiz nokta bu.
Sadece Ermeni meselesi değil. Bugün üniversitede sorunuz, yabancı
literatüre girmiş olan bir kesfion doryon diye uluslararası sorun
var. Doğu sorunu, Şark meselesi. Sorun bakalım, üniversiteli
öğrencilerimizden kimler biliyor, nasıl biliyorlar, ne anlıyorlar?
Çeşitli zamanlarda sorduğunuz zaman; "Doğu, Güney, Güneydoğu ve Doğu
Anadolu'daki ağalık sistemi falan" deyip, kestirip atıyorlar.
Böylesine Batı'dan bize yönelik olan ve devam da edeceği, artık
bütün göstergeleriyle ortaya çıkan uluslararası projeler karşısında
toplumu bilinçlendirmezsek, yarın hazırlanacak tuzaklara çok çabuk
düşeriz.
Evet, sözü değerli bir Büyükelçimize, bir başka Büyükelçimize;
emekli Büyükelçimiz Sayın Bilal Şimşir'e veriyorum. Kendisinin bir
de başka unvanı var, tarihçi kişiliği de var, çünkü yerli-yabancı
arşivlerdeki çalışmaları ve yayınlarıyla tanınıyor. Ben hemen sözü
kendisine bırakıyorum.
Buyurun Sayın Büyükelçi.
i
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Hemen unutmadan söyleyeyim: Atatürk 1925 yılında kayınpederi Muammer
bey'e bir aile sohbetinde "Son 10 yılda, -yani 1915'den,1925'e kadar
kastediyor- Türk milleti 8 milyon telefat verdi" Bu sözleri İzmir'deki
İngiliz Konsolosun kulağına gidiyor, ben de İngiliz belgelerinden
öğreniyorum. -bu belgeyi, İngiliz belgelerinde Atatürk diye benim 8
ciltlik bir kitabım var, onun 5'inci cildinde var- Sayın Büyükelçi
Aktan gayet yerinde bir saptamayla "Bu iş Balkanlar'da ve
Kafkaslar'da başladı, sonra Anadolu'ya kaydı" dedi, yani Türklere
karşı yapılan katliamlar.
Buna, ben de şu eklemeyi yapayım: Bu işin temelinde milli devlet
felsefesi yatıyor. Durup dururken katliam yapılmıyor. Bir milli
devlet felsefesi var, bu milli devlet felsefesinin en basite
indirgenmiş şekli; "Her milletin, etnik toplumun bir devleti olacak.
Her etnik milli devlet içinde yalnız bir millet olacak" Yani
Yunanistan kurulursa yalnız Yunanlılar olacak. Böyle olunca, yani bu
radikal görüş böyle olunca; oradaki Türkler'e ya yok olmak, ya def
olmak düşüyor. Başka yolu yok.
Balkanlar'da bunun uygulaması, bunun çok acıklı uygulanması oluyor
ve Yunan ayaklanmasıyla Mora'daki 1821'de başlayan Yunan
ayaklanmasıyla -onlar bağımsızlık savaşı diyorlar- başlıyor ve çok
feci bir şekilde katliamlar yapılıyor. Orada yeterince askerimiz
yoktu ve bizim halkımız küçük küçük kalelere sığındılar ve teker
teker o kalelerden anlaşmayla teslim alındılar ve teslim alınır
alınmaz hepsini katlettiler. Mora'nın merkezi Treephollyche şehriydi.
Treephollyche'de o tarihte 1821'de 35 bin Türk vardı, anlaşmayla
teslim oldular. Çünkü aylarca aç kaldılar ve teslim oldular, hatta
teslim almak için şu şantajı da yaptılar: Kalenin önünde
bizimkilerin, kalenin içindeki olanların görebileceği yerde, "Teslim
olmazsanız hepsini öldüreceğiz" diyerek, teker teker 60 Türk'ü
öldürdüler. Bu manzaranın yanında 400 tane de Avrupalı subay var.
Yunan ayaklanmasını, biz yalnız Yunanlılar yaptı zannediyoruz.
Bütün Avrupa'dan Helenler, Fil Helenler, dalga dalga para yardımı,
subay yardımı, asker yardımı gönderdiler.
Şu kitap "Drees my that grease my steel be free" bu söz, İngiliz
şairi Byron'un bir şiirinden alınmıştır. Byron, Yunan ayaklanmasına
katılmıştır ve orada hastalıktan ölmüştür. Bunu yazan da gene bir
Yunan dostu Flalen'dir, fakat bunun içinde Türk katliamlarına dair
korkunç, tüyler, ürpertici şeyler vardır. Mesela 9 Ekim 1821'de
Treephollyche teslim alınıyor, aynı gün 10 bin kişi katlediliyor.
Zenginler bir tarafa ayrılıyor, onlardan hayatlarına karşılık
servetlerini, paralarını alma hesaplanıyor ve bir kısmı "servetini
nereye sakladın" diye işkenceyle öldürülüyor. Bir kısmı kurtulmayı
başarıyor, Hamdullah Suphi Tanrıöver'in sülalesi bunlardandır. Suphi
Paşa'nın sülalesi, bu para karşılığı canlarını kurtarmış
olanlardandır. Mısır'a gidiyorlar, Mısır'dan İstanbul'a dönüyorlar,
canlarını kurtarıyorlar.
Bu, bütün kasabalarda böyle devam ediyor. Navarin
Ağustos 1921'de teslim alınıyor ve katlediliyor. Bilmem Patras,
Eğriboz, Zeytin, Lepantof vesaire, say say bitmiyor. Mora'nın
doğusunda upuzun bir ada vardır. Eğriboz adası, şimdi buna Rumlar
Kalkis Adası diyorlar, Venedikliler de Negroponte diyorlardı. Bu ada
silme Türk adasıydı, hepsi katledildi. Bu katliamları ve bunu
Avrupalılara gülerek anlattılar; "Türkler nerede kaldı? Ay, Türkleri
yuttuk" diye. Ben Tuna vilayeti Türklerindenim, Şumnu sancağındanım.
1877-1878 savaşında benim dedem Tuna cephesinin Karahasanköy
muharebesinde şehit düşmüş. Onun kızı, babaannem; 8 yaşında öksüz,
yetim kalmış. Ben onun şeylerini dinledim, kulaklarımda hâlâ
çınlıyor. Mesela bir olay; bizim o bölgeden yaklaşık 50 küsur köy,
Ruslar gelirken göçe kalkışıyorlar, Ruslar Ziştoy'dan giriyor,
batıdan, bizim mıntıkaya göre batıda kalıyor. Batıdan Osman
Pazarı'na doğru, bizimkiler Osman Pazarı'na doğru yürüyorlar, Osman
Pazarına gelince ikiye ayrılıyorlar. Birisi Varna'ya gidelim,
Varna'dan gemiyle kendimizi Anadolu'ya, İstanbul'a kendimizi atalım.
Bir kısmı güneyde Edirne'ye ulaşalım diyorlar, Kazan geçidi var
orada Kotel diyorlar, Kazan geçidi. Bu 30 köyün ahalisi Kazan
geçidine gidiyor ve bir tek kişi kurtulmuyor, Kazan geçidinde Rus
kazaklarıyla Bulgar çeteleri beraber şey ediyorlar, yalnız henüz
konuşma bilmeyen 1-2 yaşlarındaki küçük çocuklar alınıyor, Tırnav'da
Bulgar ailelerine dağıtılıyor ve bunlar Bulgarlaştırılıyor. Bu olayı,
bana çok sonra anlattılar. Oraya gelince bizimkiler susuyorlardı, "Ne
oldu?" Babaannemin bir lafı vardı, "Canımızı Edirne kırığına
atamadık ki, kaldık ki" Edirne kırığı dediği Trakya idi, Trakya
lafını bilmezdi, Edirne kırığı derdi; yani Edirne kırığına canlarını
atabilirlerse. Ama Edirne kırığına canlarını atanlarda nasıl oldu?
Bu işin nasıl organize edildiğini, ben üç yıl
kitap yazdım. Sırf üç yıl için, Rumeli'den Türk göçleri ve bu olayı
anlatan, sırf bu olayla ilgili, yani 93 Harbi'ndeki. Bu annemin
anlattığı, ben sonra tarihçi oldum güya, tarihçi olacağım, asistan
oldum, bakıyorum, karıştırıyorum o dönemin kitaplarını, işte Şıtka
var, askeri tarihte Plevne var, siyasi tarihte de Ayastefonos
Anlaşması var, Berlin Anlaşması var. Bizimkiler hiç yok, insan yok.
Sanki boş bir alanda iki ordu savaşıyor, fakat insan yok. Halbuki
bunu araştırmayı yaparken de Fransa dedi. Fransızlar tarihin sosyal
tarafına bakıyorlar, mesela büyük ihtilalde Bastiy zindanına
saldırırken, şöyle bakıyorlar: "Vay o tarihte Bastiy Bölgesinde ne
kadar ekmek fırını vardı, ne kadar nüfus vardı, kaç kişi açtı, nasıl
yaşıyorlardı?" Bunları anlatıyorlar, halbuki bizde bu taraf hiç yok
ve Yunan ayaklanmasında, o Yunan ayaklanmasında bütün Mora'daki
Türkleri kılıçtan geçirdiler. Bizim ne sanatımıza yansımıştır, ne
edebiyatımıza yansımış, ne de tarihimize yansımıştır. Ver De Laukre
diye ünlü bir Fransız ressamı vardır, o savaşta, güya o da imajına
hayalin "Sakız Adası'nda Rumları katletmişiz" diye, "Sakız Katliamı"
diye bir tablosu vardır, Louvre Müzesinde sergilenir. Hani bizim
tablolarımız? Hani bizim edebiyatımız? Şair Azam Hamit, yarı uzun
ömründe, mesela bir örnek olarak söylüyorum, uzun ömründe 85 yıl
yaşamıştır, Allah rahmet eylesin, yarım asırda altı tane savaş
görmüştür. Altı savaşta altı satır yazmamıştır, ama Endülüs'ü
anlatmıştır, Pencap'ı anlatmıştır, Tarık'ı anlatmıştır, hayal
dünyasında dolaşmıştır. Bu mudur edebiyatımız? Bu mudur? Yani Rus
edebiyatına bakıyoruz, Harp ve Sulh'u yazıyor, kendi tarihinden
örnek alıyor. Benim tarihim havalarda dolaşıyor, benim edebiyatım.
Müziğimde yok, edebiyatımda yok, kültürümde yok ve bu kitabı da
okuyan yok. "Kerpiç keper kitap yazılmıyor, Reedable Size'lı kitap
yaz da okuyalım" diyorlar.
Rusların bu 93 Muharebesini, 93 Savaşını 1877…Savaşını
hazırlarken, başka Türk-Rus savaşlarında olmayan bir şey yapıyorlar.
Biliyorsunuz, bir düzine savaşımız vardır Güney Türkleri olarak.
Kazan Türkleri'nin de 25 tane savaşı vardır Ruslarla, bizim de 12
tane savaşımız var, ama ötekilerde olmayan bir şey yapıyorlar. 76
yılında daha savaşa bir yıl varken, Bulgaristan Mülki İdari
Teşkilatı diye bir teşkilat kuruyorlar. Bir taraftan Başkomutanlık
var girecek, ama Başkomutanlığın yanı sıra bir tane sivil örgütleme
şeyi var. Bunun başında da gayet gaddar bir Pandislavist adam
koymuşlar, Prens Vladimir Çaykaski diye. Bunlar daha savaş
başlamadan önce masaya yatırıyorlar Osmanlı İmparatorluğu'nun Tuna
ve Edirne vilayetlerini. Tuna vilayeti, biliyorsunuz Balkanın
kuzeyinde, Tuna'yla Balkan Sıradağları arasında, Edirne vilayeti de,
Balkan Sıradağlarından Ege'ye kadar bölüm. Bir yatırınca şunu
görüyorlar: Tuna vilayetindeki nüfus 1130000 Bulgar var, 1125000
Türk var Tuna'da. Güneyde Edirne vilayetinde ise, Bulgarların
nispeti daha az, Türkler daha da yoğun. Bir de toprak mülkiyetine
bakıyorlar, toprak mülkiyetini inceliyorlar, Tuna vilayetinde
işlenebilen toprakların yüzde 75'i Türklerin elinde, yüzde 25
Bulgarların. Birinci prensip; "Böyle bir yerde üniter bir Bulgar
Milli Devleti kurulamaz" Bunu yazıyorlar, Rus belgelerinden kendi
konuşmalarından bunları inceledim. Fransa'da bunların hepsini buldum,
Rusçalarını da. Rusça, Bulgarca da biliyorum ben. Onların orijinal
kaynaklarından yararlandım.
Diyorlar ki; Prens Çaykaski "Bu nüfusu buradan ya
def etmek lazım, ya yok etmek lazım." Mutedil insanlar da var grupta.
"Nasıl olur, olacak şey mi, Avrupa ne der?" diyor. Çaykaski'nin
aynen lafı "Avrupa'nın bana söyleyeceği sigara dumanı kadar gelmez."
Vız gelir, tırıs geçer demek, yani Türkçe'si bunun ve ekliyor "Yumurta
kırmayı göze alamayan, omlet yiyemez" diyor ve devam ediyor "Tarihi
anlarda, tarihi kararlar vermek lazımdır. Türkleri, ilk akla gelen
şey nüfus mübadelesi yaparsın, madem ki kuracağın Bulgar devletinin
içinde bu kadar Türkleri istemiyorsun, güneydeki Bulgarları kuzeye
al, kuzeydeki Türkleri de güneye gönder."diyor, Bu kafalarında hiç
yok. İki şey düşünüyorlar. Birincisi ve uygulamaya da başlıyorlar;
Tuna vilayetinden ve Edirne vilayetinden Türkleri, Rusya içine
dağıtmak. Bunun küçük çapta uygulamasına da başlıyorlar. Savaşın ilk
aylarında esir aldıkları askerlerle birlikte sivil halkı da toplayıp
gönderiyorlar. Buna Savunma Bakanı Milutın engel oluyor. "35 milyon
insanı sen sürebilir misin? Sen söyle olacak iş miydi senin
yapacağın şey?" diyor. Daha sonra sürgün kalıyor.
Bu defa bunları göç ettirmek. Ama göç ettirmek
için de toprağına bağlı bir insan, kitle kolay kolay göç etmez, yani
kolay değildir bir insanı göç ettirmek. Bir berber olsa, küçük
sanatkâr; çantasını alır her yerde sanatını icra eder. Ama toprağa
bağlı kişinin göç ettirilmesi zor. Bunun için üç aşamalı bir şey
hesaplıyorlar. İlkönce Bulgar Gönül Tavırları kuruyorlar, bunları
silahlandırıyorlar; Türklerin üzerine bunları saldırıyorlar, ama
emin değiller, "Bulgarların gücü yetmez buna, bu Türkleri buradan
söküp atmaya" diyorlar.
İkinci aşama; Türklerin üzerine Don Kazaklarını
salıyorlar. Don Kazakları süvari ve mızraklı insanlar; bunlar büyük
ordu birliklerinden ayrılıp, 30 kilometre, 40 kilometre, 50
kilometre içerlere dalıyorlar, köylüleri vuruyorlar. Bunun izahını
da şöyle yapabiliriz diye düşünüyorlar: "Bunların nasıl olsa başı
bozuk, bunlar kontrolden çıkmış, yani Başkomutanlık bunlara
hükmedemedi falan" diye bunu tevhil etme yolunu da önceden
düşünüyorlar, ama bu da yetmezse o zaman büyük Rus ordusu devreye
giriyor ve Rus ordusu Türkleri defetmek için birkaç kere devreye
giriyor. Önce, bir gece yarısı Ziştovi'den Tuna'ya atlıyor Ruslar.
Tuna kıyısında bulunan Ziştovi kasabasındaki Türleri temizliyorlar
Rus Ordusu. Daha sonra birçok köy ahalisi Ruslar'dan kaçarak Bela
Ormanı'na sığınıyor. Rus Ordusu Bela Ormanındaki kitleleri de
temizliyor, ondan sonra daha büyük bir katliam 1878 Ocak'ında
Edirne-Harmanlı arasında büyük bir göçmen kafilesi Edirne'ye
ulaşmaya çalışıyor. -Yabancı gözlemcilerin, muhabirlerin tahminine
göre 50-60 bin insan var bu göç kafilesinde- General Burkov ordusu
öncü kuvvetleri bu kafileyi, bu kitleyi top atışıyla imha ediyor ve
sonra da "Soran olursa, bunları asker zannettik" diyor. Bazı
fotoğrafları da, gravürleri de yayınladılar o zaman.
Benim tahminim, tabii kesin rakam bulmak zor, biz
Osmanlı istatistiğini gerçek anlamda Cumhuriyet'te yerleştirdik.
Parasının hesabını bilmeyen hacı ağa gibi, nüfusunu da tam bilmeyen,
sayımını suyumunu bilemeyen, bir de o kargaşa içinde tam sayıyı
tespit etmek zor, ama yabancı belgelerde, -bu kitapların çoğu
yabancı belgelere dayanıyor- benim tespit edebildiğim kadarıyla,
yani yaklaşık olarak 1.5 milyon kişi, yani bunlar göç edenlerle
birlikte, fakat yarım milyonu geçiyor.
Bana 15 dakika veriliyor, yalnız Ermeni
meselesinde benim 16 cilt kitabım var. Bunların adlarını söylemek
bana yetmez.
Peki, teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Şimşir çok teşekkür ederim.
15 dakika değil, tam 20 dakika verdim size; çünkü o kadar heyecanlı
ve güzel konuşuyordunuz ki kesmeye kıyamadım.
Şimdi, Sayın Sarınay meslektaşımıza söz vereceğim
15 dakika tabii. Devlet Başbakanlık Arşivi Genel Müdürü;
arşivlerimizde bulunan Ermenilerle ilgili çok değerli dokümanlar
yayınladı cilt cilt. Böylece Ermenilerin "Türkiye Cumhuriyeti
arşivlerini açmıyor, çalışamıyoruz falan" yaygaraları bir ölçüde
bitirilebildi. Bilmiyorum bize karşı yapılan katliamlarla ilgili
çalışmalar oldu mu, yayınlar oldu mu? Şimdi kendisinden bizzat bu
konuları alacağız.
Buyurun efendim.
i
Sayın Rektörüm, değerli konuklar; bu dağıttığımız
çizelge bizzat biraz önce Hikmet Özdemir hocamın da bahsettiği
belgeli, tutanaklara bağlı olan katliamların listesidir. Hemen
peşine de doğrudan tespit edilemeyen, yani kimin öldürüldüğü tespit
edilemeyenlerin listesi vardır, aşağı yukarı tespit edilebilen sivil
Türk'ün ölümü Anadolu'da bir milyon civarındadır aslında. O gerçeğin
altını çizdikten sonra konuma dönmek istiyorum.
Efendim, çok değerli konuşmacılardan sonra söz
almak benim için elbette bir dezavantaj. Ben biraz teorik bir
yaklaşımdan belgelere geçmek istiyorum.
Hepimizin bildiği gibi, tarihin amacı sebep-sonuç
ilişkisi içinde olayları belgelere dayanarak, gerçeklere mümkün
olduğu kadar yaklaşarak ortaya koymak ve değer yargısını okuyucuya
bırakmaktır. Hele yazılan tarih geçmişi olduğu kadar, toplumların
bugününü de ilgilendiriyorsa ve de etkiliyorsa; çok daha dikkatli,
çok daha objektif olmak zorundayız. İşte bu, genel tarih
metodolojisiyle olaya yaklaştığımızda bugün Batı'da Ermeni ve
Yunanlının gözüyle yazılan tarihler gerçekten bilimsel temellerden
ziyade, tamamen sübjektif bir zemine kaymaktadır. Bir anlamda tarih,
olayları belli bir sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ortaya koyan,
kendi içinde tutarlı olan bir bilim olmaktan çıkmış, Ermeni ve Yunan
propagandacılarının önyargılı birtakım Batılıların işlerine gelen
argümanları çekip çıkardıkları bir bilgi ambarı olarak kullanılmakta,
âdeta tarih tutsak edilmektedir. İşte şu anda tartıştığımız konu,
bir anlamda dünyada yaratılan bu suni tarihin bir sonucudur. Buna
nereden gelinmiştir? Elbette, 19-20'inci Yüzyıl dünyasında Batılı
büyük devletlerin, emperyalist devletlerinin Osmanlı İmparatorluğunu
parçalamak amacıyla yürüttükleri politika çerçevesinde ele alanların
azınlıkları, Gayrimüslimleri, o dönemdeki Gayrimüslimleri kullanmak
için yarattıkları Türk imajının bir sonucudur.
Burada İmparatorluğun içinde bulunan çeşitli ırk,
dil ve inançlara sahip topluluklar, bir yandan işletilen bu
propagandanın konusu, diğer yandan da yaratıcısı ve yapıcısı
durumuna gelmiştir. Osmanlı ülkesindeki çıkarları için bu toplumu
kullanan Batılılar Osmanlı İmparatorluğunu paylaşırken de; "Doğu'da
kurtarılması gereken Hıristiyanlar var, Barbar, medeniyetten yoksun
Türklerin elinden bunları kurtarmak için bölgeye gidiyoruz"
propagandasıyla bütün dünyayı kandırmışlardır. Bu yaygın propaganda,
Birinci Dünya Savaşı sonunda vahşi, medeniyetten uzak Barbar
Türklerin önce Avrupa'dan, atılması, daha sonra da Anadolu'da
yaşamalarına dahi izin verilmemesi gereken bir toplum olarak tasvir
edilmektedir. Bunu maalesef Sevr'in hazırlık aşamasında, Paris Barış
Konferansı'nda, Londra konferanslarında açık bir şekilde görüyoruz,
İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Fransız Başbakanı Clamenson'un
söylemlerinde açık ve net bir şekilde görmek mümkündür.
1821-1922 arasında hemen hemen nüfusunun 1/5'şini
kaybeden, büyük bir kısmını ölümle kaybeden bir millet olarak kendi
şehitlerimize, ölülerimize karşı herhangi bir hak iddia edemeden;
bir de dünyada katliam yapan, değişik ulusları soykırıma uğratan bir
toplum durumuna düşürdü propaganda ağı bizi. Halbuki, baktığımız
zaman Ermeni konusunda durum nedir? 1915 Ermeni tehciri, bir defa
Batılıların söylediği gibi ihtimal dahilindeki bir isyana karşı
yapılmış bir şey değildir, zaten Van'da başlamış bir isyan vardır,
Sarıkamış'ta Türk Ordusunun dağılması üzerine Rus Ordusunun bu
boşluktan ilerlemesi, hemen hemen tamamıyla Ermeni komitacılarının,
Ermeni gönüllü birliklerinin Rus Ordusuna yaptığı öncülük ve
rehberlikle biliyorsunuz, Rus Orduları Doğu Anadolu'yu işgal
etmiştir. İşte sevk ve iskân böyle bir ortamda karar alınmıştır,
kaçınılmaz bir karar olarak alınmıştır.
Diğer taraftan baktığımızda, zaten katliam ve
soykırım için gerekli olan siyasi, sosyo-psikolojik önyargılar,
küçümseyici yaklaşım ve ifadeler, ayrımcılık Osmanlı Türk kültüründe
zaten yoktur. Batı'da var olan bu ayrımcı, sömürgeci, asimilasyoncu
yaklaşım eğer Osmanlı Türk kültüründe olsaydı, 600 yıl içerisinde
Türkiye'de Ermeni veya Rum'un kalmaması gerekirdi. Galiba Batılı'lar
kendi kültürlerinde varolan bu anlayışı bir anlamda kendi
suçluluklarını örtbas etmek, yanlarına Türkleri de alarak belki de,
günahlarını hafifletmek istiyorlar.
İşte, bu suçlamalara karşı Osmanlı Devleti gayet
açık ve net bir şekilde -olaylara girmeyeceğim, iki örnekle geçip
diğer bölüme geçmek istiyorum- daha Birinci Dünya Savaşı içerisinde
gerçekten Ermeni iddialarının araştırılması için, Birinci Dünya
Savaşına katılmayan Batılı Devletlere İspanya, Hollanda, Danimarka
ve İsveç'e gönderdiği notalarla gelip, bizzat olaylar daha yeniyken,
-1918 sonu, 1919'dur- bu olayların cereyan ettiği bu notaların
verildiği sırada ikişer hukukçu gönderilerek bizzat olayları yerinde
tahkik etmesini ister, Ne yazık ki İngilizlerin baskısıyla bu
ülkeler hukukçu göndermez. Çünkü İngilizler Anadolu coğrafyasında
kışkırttıkları, yarattıkları olayların bizzat kendilerinin
suçlarının ortaya çıkmasından endişe ederler; İngilizler, Fransızlar.
Çünkü o sırada, hukukçuların geleceği sıra Fransızlar Güneydoğu
Anadolu'da, Çukurova'da katliamla meşgullerdir.
Bu teklifi Sadrazam Salih Paşa 17 Mart 1920
yılında tekrar etmiştir. Üstelik bu defa İstanbul'daki itilaf
devletleri yüksek komiserleri de teklif etmiştir. Gene hiç kimse
gelmemiştir. Bu girişimler belki o günlerde başarılı olsaydı, belki
de bugün bütün dünyada bu propagandalar olmayacaktı. Zaten İngiliz
ve Fransızlar o günün şartları içerisinde malum;İstanbul'da bütün
ileri gelenleri tutuklamışlar, bir kısmını Malta'ya sürmüşler;
Divanı Harpler'!de yargılamışlar, Sayın Büyükelçim Bilal Şimşir
bey'in değerli kitabı "Malta Sürgünleri"nde ortaya koyuyor.
Malta'dakileri yargılamak için, bırakın 2.5-3 yıl Osmanlı Arşivini
didik didik etmişlerdir, bunun bugün hâlâ izleri vardır, Amerika ve
İngiliz Arşivlerinde de belgeler aramışlardır, bu insanları suçlu
bulabilecek tek bir delile dahi rastlamamışlardır. Bu konuyu 1920'de
kapatan İngiltere, Fransa acaba bugün niye açmaktadır. Bunun üzerine
ciddi ciddi düşünmek lazım. O gün belge olsaydı zaten
yargılayacaklardı, bu insanları belki idam edeceklerdi hepsini.
Olayın bu cephesini de dikkate almak gerekir.
Divanı harplerdeki bütün siyasi baskılara rağmen bir katliam suçlusu
bulamamışlardır. O günün kavramıyla kullanıyorum, gerçi Sayın
Büyükelçim artık soykırım kavramını da kullanmaya başladı, ama ben
henüz girmek istemiyorum orası farklı. İşte olaylar böyleyken, biz
bütün Türk milleti olarak suçlanırken, madalyonun öbür yüzüne
baktığımız zaman, yani objektif, arşiv belgelerine baktığımız zaman;
bu sadece Türk Arşivleri değil, Sayın hocamız Hikmet Özdemir'in de
Başkanı olduğu Komitenin bütün dünyanın arşivlerinde yaptıkları
araştırmalar var. Bütün belgeleri karşılaştırdığımız zaman gerçekten,
objektif olarak belgelere ve olaylara bakılacak olsaydı, işte o
zaman adalet sadece Ermenilerin değil, Türklerin de çektiği acıları
müfredata dahil etmeyi talep edecekti.
İşte belgelere dayalı bu araştırmalar bize şunu
gösteriyor: Bizim Genel Müdürlüğümüzün yayınladığı birkaç yayından
bahsedeceğim, diğer konular çok geniş, zaman sınırlı. Bizzat
belgelere dayalı olarak büyük bir kısmının ismi, soyadı dahil, köyü,
soyu sopu her şeyi bellidir, kim tarafından öldürüldüğü bellidir,
çünkü tutanaklara bağlanmış. Doğrudan delilli olan 523 955'tir,
bizzat delille tespit edilen. 500 bin civarında da bizzat delilini
bulamadığımız, tahmin yürütebileceğimiz bölgede katliam vardır,
Kafkasya ve Anadolu'da. Bu olaylarda büyük devletlerin rolünü ortaya
koyan belgeler de çok yaygındır arşivde. Biz bunu, 3 cilt
Fransız-Ermeni ilişkilerini yayınladık, 2 cilt İngiliz-Ermeni
ilişkileri çıktı. Devamı gene İngiliz 4 cilt olacak. Ermeni-Rus
ilişkileri, Ermeni-Amerikan ilişkileri bir seri devam edecektir, bu
çalışmalar sürdürülmektedir.
Burada şunu görüyoruz: Gerçekten büyük devletler
yüzyıllarca beraber yaşamış bu iki toplumu, elbette temelinde
milliyetçilik hareketleri de vardır, ama bu kadar karşılıklı, kanlı
bir şekilde bu olaylar gelişmeyebilirdi. Örgütlendirme,
silahlandırma, siyasi teşvik etme ve Ermeniler, Balkanlar'daki nüfus
çoğunluğunu kısmen oluşturan Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar'a
özenerek hiçbir yerde çoğunluk olmadıkları halde, bu kışkırtmalarla
ayaklanmışlardır. Aslında olayın aslı da budur, Osmanlı buna rağmen
herhangi bir Müslüman'dan yaklaşımı ayırt etmeden politikalar
uygulamıştır, ama sonuç bu şekilde cereyan etmiştir.
Ben, şöyle bir hafızaları hatırlatmak için
Anadolu'nun dışına da çıkmak istiyorum, Azerbaycan. Ermeni terör
komiteleri sadece Osmanlı Devleti sınırları içerisinde değil,
1918-1920 yılları arasında Azerbaycan Türklerine de büyük katliamlar
yapmışlardır. Yani bu toplum o kadar militanize edilmiş ki 20 inci
Yüzyılın ilk çeyreğinde büyük devletler tarafından, her bölgede
saldırmışlardır. Bu katliamlar Mart 1918'de başlamış, 1920 yılına
kadar devam etmiştir. Bu konuda da biz Azerbaycan belgelerini de
Ermeni Sorunu diye bir cilt yayınladık; Azerbaycan Arşivleriyle
işbirliği halinde. Burada Azerbaycan Devlet Arşivlerinde o zaman
kurulan Fevkalade Soruşturma Kurulu var. Bu kurul, sadece Azeri
Türkleri'nden oluşmuyor, içinde Ruslar var, Gürcüler var karma bir
komisyon ve bizzat köy köy katliamları tutanaklara bağlamış ve
sonuçta bu kurul Ocak 1919'da Paris Barış Konferans'ına, bu
katliamlarla ilgili 36 cilt 3 500 belgeden oluşan raporunu sunmuştur.
Ne yazık ki, yani Anadolu'da, İstanbul'da suçlu arayan itilaf
devletleri bu dosyalar önlerine gelmiş olmasına rağmen herhangi bir
işlem yapmamışlardır. Hatta belgelerin asılları Paris'te kaybolmuş,
benim iki yıldır yaptığım araştırmalar sonucunda, geriye
Azerbaycan'a dönmüyor, komisyon bunu alıyor ne yaptığı belirsiz.
Yani son derece lakayt davranıyor bütün bu belgelere rağmen.
Azerbaycan'da yapılan bu katliamlar tarihte
sınırlı mı kaldı? Hayır, bugün 15'inci yıldönümünü kutladığımız
Hocalı Katliamı. Daha dün oldu, 25 Şubat 1992'de Karabağ'ı işgal
eden Ermeniler, biliyorsunuz 7 bin nüfuslu Hocalı'yı da allak bullak
ettiler. Bin kişi civarında Türk'ü, -bunun büyük bir kısmı kadın ve
çocuktur- öldürdüler, diğerlerini de göçmen durumuna düşürmüşlerdir
ve hâlâ da Azerbaycan topraklarının yüzde 20'si işgal altındadır.
Diğer taraftan Sayın Büyükelçi Bilal Şimşir
bahsetti, ben o konuya girmeyeceğim. 1821 Mora isyanları oldukça
detaylı bize anlattı, işte bu katliamlar ne yazık ki Yunan mucizesi
olarak dünyaya tanıtılmıştır. Çoluk ve çocukların katledildiği Mora
isyanları. Milli mücadele döneminden bir örnek vermek istiyorum:
Batı Anadolu'da Yunan vahşetini hepimiz biliriz. Binlerce Türk'ün
öldürüldüğünü biliriz Yunan ordusu tarafından. Bunların çoğu Türk
kaynağıdır diye Batılı büyük devletler çok aldırış etmemiştir, ama
bizzat kendilerinin artık şikâyetlere dayanamayarak itilaf
devletlerinin oluşturduğu Beynelmilel Tahkik Heyeti de Yunan
Ordusunun sivil halka yaptığı katliamları belgeleriyle ortaya
koymuştur. Batı Anadolu'da 12 Ağustos 1919-15 Ekim 1919 arasında
bütün bu tahkikatları yapmıştır. Dinlenilenlerin çoğu, raporlara
baktığınız zaman, Rum, Ermeni, Yunan, bölgedeki diğer ecnebi,
İtalyan, İngiliz vatandaşlardır. Buna rağmen, yine Yunan Ordusu'nun
insanlık dışı suçlar işlediği, bu belgelerde ortadadır. Bu rapor da
aynı Paris Barış Konferans'ına sunulmuştur; fakat Paris Barış
Konferansı, o zaman itilaf devletleri yüksek komiserlerinin
bulunduğu, başbakanların bulunduğu komisyon, ne yazık ki Yunanları
basit bir kınamayla geçiştirmiş, işgale devam etmeleri kararını
vermiştir, bu insanlık suçunu göre göre, yani böyle de bir Batı
dünyasıyla karşı karşıyayız.
Yine bir diğer örnek, Kıbrıs; yüzyıl önceye
gitmemize gerek yok. 21 Aralık 1963 Akritas Planı, hepinizin bildiği
gibi, Kıbrıs Türklerinin imha planıdır ve bu planın uygulanması
sırasında Kıbrıs Türkü 92 şehit, 475 yaralı vermiştir -Küçük
Kaymaklı katliamı- ve 103 köyden de Türkler sürülmüştür. 14 Ağustos
74, yine EOKA terör örgütünün Muratağa, Sandallar, Atlılar gibi
köylerde yaptığı katliamlar, gerçekten toplu mezarlar söz konusudur.
Bir diğer örnek, Irak Kerkük konusu. Bu son
derece önemlidir ve bugün de bütün dünyanın ve Türkiye'nin gündemine
oturan bu konuda ilk katliam 1924'te başlıyor ve katliamı yapanlar,
o zaman Kerkük'te Ermeniler'dir, bizzat İngilizlerin kışkırttığı
Ermenilerdir, 4 Mayıs 1924, daha sonra devam etmiştir. Hepinizin
bildiği 14 Temmuz 59, 16 Ocak 80, 79 katliamları ve bugün geldiğimiz
nokta.
Tarihi gerçekler böyle olmasına rağmen,
Atatürk'ün deyimiyle tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir.
Tarih yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat maalesef
insanlığı şaşırtacak bir mahiyet almıştır. Tarihi yapan, fakat yazma
ve yaşananları dünyaya tanıtma konusunda yeteri kadar çaba
göstermeyen bir milletiz, yani kendimize de bakmamız lazım. Bu
sebeple, eğer tarih önünde bir suçumuz varsa, tarihimizi hem
unuttuğumuzdan, hem de saptıranlara karşı çıkmamaktan ve sessiz
kalmaktan dolayı suçluyuz aslında. Eski düşmanlıkları kapatmak,
barışçı bir politika izlemek adına şüphesiz değerli konuşmacılarımız
bahsetti, bizzat Türkiye Cumhuriyeti bunu izlemiştir, ama maalesef
bu hem Batıda, hem Ermeni toplumunda ve çevremizde yanlış
anlaşılmıştır, bu bizim zayıflığımıza yorulmuştur, tarihimizi bu
kadar unutmamız, saptıranlara karşı çıkmamamız. Halbuki kendimize
güvenmeli ve bu konularda artık savunma psikolojisinden tamamen
çıkmalıyız. Tarihimiz bizi bu konuda gerçekten güçlü kılıyor, her
yönüyle güçlü kılıyor. Bir defa objektif belgeler, tarihin her
devrinde Türk Milletini haklı kılıyor, bunu inceleyen bir kişi
olarak söylüyorum.
Masum ve katliama uğramış bir toplum kimliğine
bürünen Ermenilerin saldırganlığını, yaptıkları terör olaylarını
bütün dünya kamuoyuna duyurmalıyız. Özellikle Osmanlı Devleti
döneminde yaptıkları katliamları, Ermenistan'ın hâlâ Azerbaycan
topraklarını işgal altında tutan ve Türklere karşı yayılmacılık
politikası izleyen bir devlet olduğunu da dünyaya teşhir etmeliyiz.
Hâlâ bugün sınır kapısını açmamızı isteyen Ermenistan, bizim Kars
Anlaşmamızı tanıyıp sınırımızı kabul etmiyor. Yani ne yüzle;
tanımadığı sınırdan kapı istiyor, böyle de vahim durumlarla karşı
karşıyayız. 1970'li yıllarda ASALA terör örgütünün Türk
diplomatlarına yönelik saldırı ve katliamlarını da canlı tutmalıyız.
Sayın Büyükelçimizin bu konuda çok değerli iki cilt, şehit
diplomatlarımız için bir kitabı da var. Bunları değişik dillerde
bütün dünya kamuoyuna yayınlamalıyız. Her şeyi sineye çekmekle bir
yere gitmek mümkün değil.
İşte böylesine önemli bir konuda gerçekten panel
düzenlediği için, ben tekrar Başkent Üniversitesi'ne, başta Sayın
Rektörü Mehmet Haberal Hocamıza olmak üzere, bütün yetkililere
teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Sayın konuşmacılara teşekkür
ediyoruz.
Vakti biraz aşıyoruz, biraz soru-cevap periyoduna
da süre kalsın istiyorum. Bu ikinci turda sayın konuşmacıların 5
dakikalık konuşma haklarına sadık kalacakları inancıyla hemen ikinci
tura geçiyorum.
Buyurun Sayın Aktan.
i
Efendim, çok ilave edeceğim bir şey yok. üç
noktaya değinmek istiyorum:
Bunlardan birisi, etnik temizlikle tehcir
arasındaki mukayese. Evet, etnik temizlik diye bir kavram yoktu, ama
Bosna-Hersek olaylarından sonra etnik temizlik hukuka girmiştir,
yani kararların içerisinde yer almaktadır. Bu etnik temizlik, Sayın
Şimşir'in gayet güzel izah ettiği gibi, silahlı kuvvetler, çeteler
tarafından sivil halka karşı yapılmakta ve sivil halk yerinden
yurdundan edilerek Türkiye'ye doğru sürülmekte. Tehcirde bundan
temel bir farklılık var: Karar alınıyor, tebliğ ediliyor, insanlar
barışçıl bir şekilde bir yerden bir başka yere naklediliyorlar. Yol
uzun, hava şartları kötü, yollar iyi değil, salgın hastalıklar ve
açlıklar, bunların hepsi tamam, ama burada bir düzen olduğunu kabul
etmemiz lazım. Tehcir, soykırım diye kabul ediliyor, buna karşılık
Türklere karşı bir asır uygulanan etnik temizlikler zaten unutuluyor,
ama soykırım filan diye de düşünülmüyor. Bunu iyi incelediğimiz
zaman, aslında etnik temizliğin yapılış şekli dolayısıyla soykırıma
çok yakın olduğunu görürüz. Burada yok etme kastı var mı, yok mu,
ona bakmak lazım.
Bu vesileyle şunu söyleyeyim: Hukukta soykırım
tektir, yani onun çeşitleri mevcut değildir, ama sosyolojik olarak
yaklaştığınızda, tabii birçok çeşidini bulabilirsiniz. Bununla
ilgili olarak söyleyeceğim şey; 25 Ocak tarihinde, yani geçen 25
Ocak'ta Sudan'ın Darfur bölgesinde vuku bulan olaylar hakkında
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın tayin ettiği 5
kişilik hukukçu grubunun verdiği bir rapor var. Bu raporu herkesin
en azından kısaca, özetle öğrenmesinde yarar var. Orada tehcirin
soykırım olmadığı söyleniyor, ayrıntısına girmek istemiyorum. Bizim
için, özellikle de bu 90 ıncı yıldönümü Ermeniler için pek parlak
başladığı sayılmaz, tehcirin bir anda soykırım olmayabileceği
Birleşmiş Milletler sistemi tarafından vurgulandı.
Bir şeye daha değinmek istiyorum: Emperyalist
devletler, dönemin büyük devletleri, Ermenileri ve Balkan
Hıristiyanlarını kullanmışlardır. Bunu bu şekilde, yalnız bu şekilde
söylersek, -biliyorum, Sayın Genel Müdürü bunu bu şekilde tam
söylemedi, ama bunu söyleyenler var- bunun anlamı şudur: Rasyonel
bir genişleme politikası, emperyalist bir politika için bunlar
kullanılmıştır. Bu o kadar da vahim bir şey değil, herkes birbirini
kullandı; Türklerle ilgili olarak bunun çok ötesine geçilmiştir.
Türklere karşı, Osmanlılara karşı duyulan nefret, antisemit nefrete
çok yakındır. Yani onları buradan koparıp söküp atmak, hatta Turan'a,
Orta Asya'ya göndermek vardır. Ben 1984 yılında İsviçre'de Fransızca
çıkan bir gazetede, Türklerin defolup Orta Asya'ya gitmesi konusunda
makale okudum.
Son söyleyeceğim nokta şu: "Efendim, Türkler,
ufacık bir Ermenistan'dan ödleri kopuyor, toprak isteniyor diye.
Irak'ın kuzeyinde bir Kürt Devleti olursa, kendi Kürtlerinin
kopacağından korkuyor. Böyle bir paranoyayla yaşanmaz, bu ne zaaftır"
diye yazanlar var. Evet, bu bir zaaftır, doğru. Biz hep elimizden
bir parça koptuğu için korktuk, yeni bir şey kopar diye yine
korkuyoruz. Eğer korkmazsak, yani sınırlarımızın dışında kalan
topraklara artık başka bir gözle bakmaya başlarsak, kimin gibi;
Ermenilerin, yani 2,5 milyonluk Ermeni'nin 200 bin kilometrekare
toprağa baktığı gibi bakarsak, Suriye'nin Hatay'a baktığı gibi
bakarsak, Yunanistan'ın, Yunan kilisesinin Batı Anadolu'ya baktığı
gibi bakarsak, yani buralar bizim toprağımızdır diye bakarsak,
herhalde bundan memnun olmayacaklardır, değil mi? O zaman
bıraksınlar, biz paranoyamız içerisinde uyumaya devam edelim.
Teşekkürler.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim Sayın Büyükelçim.
Sayın Özdemir, buyurun.
i
Ben toplantının başlığına bağlı olarak konuşmayı
tercih ettim. Tabii bizim çalışmalarımız hakkında bilgi arz etmek
isterdim. 5 dakikanın 1-2 dakikasını sadece bizim çalışmalarımıza
yönelik olarak kullanmak istiyorum.
Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa,
Almanya, Rusya ve İran arşivlerinde, 1915 ve sonrası olaylarla
ilgili her şeyi Türk Tarih Kurumu'na getirdik. Bu 3 yıl önce
başlamış bir çalışmadır. Halen o çalışma çerçevesinde söz konusu
olan yabancı devletlerin diplomatik belgelerinin yanı sıra,
Avustralya'dan, Amerika Birleşik Devletleri'ne, İngiltere'ye kadar
yayınlanmamış doktora tezleri dahil ve 1910-15-20, o yıllardaki
eserler dahil, onları da getirdik. Geçen gün bir konferansımda
söyledim; gök kubbe altında yazılı olan her şeyi topluyoruz, bize
güveniniz, ama her şeyi topluyoruz ve bunların hepsini inceliyoruz.
Şunu tek cümle olarak söyleyeyim: 1915, bu
zorunlu göç olayıyla ilgili kesinlikle ve kesinlikle, yani Amerikan
arşivi, İngiliz arşivi, Fransız arşivi, Alman arşivi belgelerinin
sonucunda yaptığımız değerlendirmede, Osmanlı Devleti tarafından
yürütülen bir katliam kesinlikle ve kesinlikle söz konusu değildir.
En yüce varlık Tanrı, Atatürk'ün huzurunda ve bu ulusun bütün
şehitlerinin huzurunda bunu söylüyorum, yeminle söylüyorum, bunu
kanıtlayabilecek durumdayız. Kaldı ki Osmanlı arşivindeki belgeler
de zaten bir devlet katliamının, devlet tarafından yapılan bir şeyin
olmadığını açıkça ifade ediyor. Hesabını veremeyeceğimiz bir tek
kare yok, bilimsel anlamda konuşuyorum. Tabii şu düşünceye de
katılmıyorum: "Bu işi tarihçilere bırakalım." Yetmez, bu yalnız
tarihçilerin, yalnız hukukçuların, yalnız bilim adamlarının işi
değil, bu devletin bütün kurumlarının işidir; Parlamentonun işidir,
hükümetin işidir, siyasi iradenin işidir, muhalefetiyle de beraber.
Bütün uluslararası platformlarda madem bu konu
önümüze geliyor, bunun üstesinden gelmeye mecburuz ve mahkûmuz.
Üstesinden geliriz; çünkü hiçbir şey değişmez değildir. Bizim
hakkımızdaki en aşağılık kitabı yazan Arnold Tyonbee, İngiliz
Dışişleri Bakanlığı'nın ve Genelkurmayının emriyle "Blue Book"u
yazmıştır 1915 yılında, "Türklerin kanlı tiranlığı, katiller" diye
yazmıştır. Aynı Tyonbee, Paris Konferansı'na İngiliz delegesi olarak
katılmıştır, orada İngiliz hükümetinden de öteye giderek,
İstanbul'un uluslararası bir şehir olmasını filan yazıp çizmiştir.
Ama o Tyonbee, eşiyle beraber 1921'de Yunanistan üzerinden Yunan
işgalindeki bölgeleri gezmiştir, katliamları gözüyle görmüştür. Eşi
dahi, babasına mektuplar yazmıştır, "Yunalılar burada katliam
yapıyor" diye. Hiçbir şey değişmez değildir. O Tyonbee, sonra
Türkiye Cumhuriyet'inin, Atatürk'ün, özellikle Reisicumhur İsmet
İnönü'nün dostu olmuştur. Geldiği zaman, başta Reisicumhur İnönü
olmak üzere, pek çok insanı da ziyaret etmiştir. Bu örneği burada
bırakıyorum, yani bizim için en aşağılık eseri yazan kişi, daha
sonraki dönemde gözüyle gördüğü gerçekler karşısında başka bir şey
söyleyememiştir.
Doğu, yani bir bakıma zamana karşı yarışmak
zorundayız, çok hızlı çalışmak, çok çalışmak zorundayız.
Son söyleyeceğim şudur: Geçmişi unutmak
meselesinde bakınız, içtenlikle söylüyorum Sayın Rektörüm; 21 Mart
günü Talat Paşa'nın katledilmesinin 84 üncü yıldönümüdür. Eğer
Üniversiteniz uygun bulurlarsa, "Talat Paşa cinayeti" diye bir
konferans vermeyi teklif ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim.
Buyurun Sayın Şimşir.
i
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Bu Malta sürgünleri olayını şu bakımdan çok
önemsiyorum: Orada İttihatçıların katliam yapmadıkları, hukukçular
karşısında ortaya çıkmıştır. Malta'ya 144 kişi sürülmüştür, 50
kadarını Ermenilere karşı katliam yaptıklarıyla suçlamak
istemişlerdir. İngiliz başsavcılığı, "böyle bir olay olup olmadığı
hakkında bana delil getirin" demiştir ve getirememişlerdir. Sonunda
mahkeme kurulamamıştır, mahkemeye sevk edilemeden bu insanlar
serbest bırakılmıştır. Bunlar, o devri yaşamış insanlardır. Bu
bakımdan bunu tekrarlamak istiyorum; Türk Ulusu, ta 1921 yılında bu
Ermeni ithamından aklanmıştır. Bu kitap Türkçe'dir, Üniversitenin
Kütüphanesinde de vardır, tavsiye ederim: "Malta Sürgünleri.
İkincisi, şu iki cilt kitabı da söylemek
istiyorum: 34 tane diplomatımızı vurdular. Ankara Büyükşehir
Belediyesi, burada resimleri var bu şehitlerimizin, bu şehitlerin
resimlerini benden istediler. "Ne yapacaksınız?" dedim; "biz Kızılay
Metro İstasyonunun altında bir sergi açacağız, bunları büyüteceğiz."
"Peki, alın, buyurun." Sonradan gittim, sergiyi dolaştım, hakikaten
resimleri büyütmüşler; fakat hiçbir yerinde bir Ermeni lafı yok.
Yani "ayıp oluyor Ermeni'ye" diye, "Avrupa Birliği'ne giremeyiz"
diye Ermeni lafını hıfzetmiş. Onun için siz bu kitaba bakınız
diyorum. Kim öldürdü bu insanları? Biz yaşadık bunları.
Son olarak Sayın Rektörün küresel ufuk turunu
teyit bakımından bir şey söylemek istiyorum ve aynı zamanda
teşekkürlerimi bildirmek istiyorum: Ben en son olarak Avustralya'da
Büyükelçiydim. Avustralya'yla birlikte Güney Pasifik'te, yani
ekvatorun güneyinde, Pasifik Okyanusu ve ekvatorun güneyinde 5-6
tane devlete daha akrediteydim, yani görevliydim oralarda. Bir
tanesi, Vanuatu diye bir devlet var orada, ben oraya da gittim,
güven mektubunu sundum. Bu Vanuatu, İngilizler buraya geldiği zaman
nüfusu -bunların hepsi ada devleti- 1 milyonun üzerindeymiş.
İngilizler geldikten sonra bu nüfusu 37 bine düşürmüşler. Ne
yapmışlar, biliyor musunuz; bütün adanın nüfusunu Surekavu'ya
toplamışlar, Avustralya madenlerinde ve Avustralya şekerpancarı
plantasyonlarında ölesiye çalıştırmışlar ve öldürmüşlerdir. Bunu ne
zaman yapmışlar, biliyor musunuz; Lozan'da bize takas ettikleri
sırada, 1923 yılında. Ama ben bu kitapları yazarken onları
bilmiyordum, oraya gitmem gerekti. Yani karıştıracak olduktan sonra,
daha neler var...
İkincisi, tehcir kelimesine de yine ufuk turu
çerçevesinde değinmek istiyorum: Avustralya, biliyorsunuz bir
federal esasa dayanır. Güney Avustralya Eyaletinde, Adelaide
Başkenti, hatırı sayılır bir Alman kitle var, 80 yıl önce, daha
Birinci Dünya Savaş'ından 80 yıl önce oraya gitmişler, yerleşmişler,
bağcılık falan yapıyorlar. Birinci Dünya Savaşı çıkınca, İngilizler,
bu Alman kökenli Avustralyalıların, hepsi Avustralyalı, 80 yıldır da
orada yaşıyorlar, bunların canına okumuşlar, hepsini toplamışlar,
adalara sürmüşler. Ben bunların torunlarıyla görüştüm. Bunu ne zaman
yapıyorlar, biliyor musunuz; 1914 yılında, bizden 1 sene önce. Yani
Avustralya nere, Almanya nere!.. Van'da bize karşı isyan eden Ermeni
değil bunlar; evlerini tarumar etmişler, piyanoları yok etmişler.
Neden? Alman militarizmini canlandırırmış piyano marşları.
İngilizlerin yüzüne bunu vurmak lazım. Bizim kültürümüz gayet güzel,
bizim kültürümüzde yoktur böyle bir şey, devlet felsefemizde yoktur
katliam. Ama onların felsefesinde vardır, Hitler durup dururken,
çıkmadı, Schopenhauer'i bilmem nelerin, felsefesi vardır bunların,
yani "benden olmayanı yok ederim" diye felsefesini yapmıştır adamlar,
ama onlar kendileri gibi görüyorlar beni. Şimdi de kendilerine suç
ortağı aramaya çalışıyorlar. Bu konuda sıkı durmamız lazım.
Bir şey daha söylemek istiyorum, lafı geçti, sözü
geçti demin konuşmacılarımızda, İzmir'in daha önceden Yunanistan'a
vermeye karar vermişti bunlar. 1867 yılında İngiltere'ye İzmir-Aydın
demiryolunun imtiyazını verdik. İngilizler katmerli düşünür, soğan
kabuğu gibi ve burayı bir Yunan eyaleti yapmayı planladılar.
Adalar'dan, Mora'dan, Güney Rusya'dan buraya Rumlar getirildi, bir
taraftan da kitle halinde toprak satın aldılar ve Mart 1922'de, yani
Büyük Taarruz'dan 6 ay önce resmen buraya bir İyonya eyaleti kurmayı
teklif ettiler, yani sonradan Yunanistan'a ilhak etmek üzere bir
İyonya devleti. Bu toprak satışlarının bir sonucudur, bunu da "toprak
satmakla Türkiye'nin önünü açıyoruz" diyen Maliye Bakanına ithaf
ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyoruz Sayın Şimşir.
Hemen Sarınay meslektaşıma sözü veriyorum.
i
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Aslında bu Ermeni konusu, Türkiye'ye yapılan
suçlamaların gittiği nokta siyasi bir zemin; yani olay bir parça
siyasi zeminden bilimsel ve tarihi zemine kaymaya başladığı zaman,
zaten Ermeniler kıyameti koparıyorlar. Şu anda mesela, bizim iki
yıldır karşılaştığımız bir şey var, onu paylaşmak istiyorum. Batılı
çok fazla araştırmacı var arşivde, biz katalogları internete de
açtık; hemen hemen şu anda 91 değişik ülkeden araştırmacı,
Amerikalılar falan birinci, Batılı büyük devletler birinci, Japonlar,
Almanlar, İngilizler, böyle sıra takip ediyor. Ben çok çoğuna
soruyorum, "bu Ermeni konusuyla da çalışsanız" diye. Herkes bu
konuda çalışmaktan korkuyor, yani o konuya bulaşmak istemiyorlar,
herkes kendi ülkelerinde baskı altında kalmaktan korkuyorlar, yani
bu konuda bilim adamlarının çalışmasını da psikolojik olarak
yıldırmış, gözlerini korkutmuş durumdalar, yani biraz önce Sayın
Büyükelçim de söyledi, gerçekten Justin McCarthy gibi bir adamı daha
bulmak giderek de zorlaşıyor, bu gerçeği de kabul etmek lazım.
Diğer bir konu; Ermenistan devlet arşivleriyle
biz gayri resmi, ülkemizin diplomatik ilişkisi olmadığı için, gayri
resmi ben birkaç defa zorladım, yüz yüze de görüşmeye çalıştık,
kesinlikle belge var mı, yok mu, belli değil. "Arşivinizi açın"
diyoruz, açmıyor, "bizim arşivde bir şey yok" diyor. Halbuki,
onların arşivlerinde bu Hınçak ve Taşnak Örgütünün bölgede yaptığı
katliamlarla ilgili orijinal karar belgelerinin onlarda olması lazım,
bizde yok; çünkü kiliselerden, Doğu Anadolu'dan oraya kaçırmışlar,
çünkü Rus arşivlerinde de o tutanaklar yok, mesela adamlar bunları
saklıyorlar. "Bunları bulun, açın" dedik, kesinlikle açmak
istemiyorlar, çünkü bizim belgeleri gösterdiğimiz zaman da, giderek
korkuyorlar. Hikmet hocama katılıyorum, tabii bilimsel platform
derken, bu konuda bizim çok çalışmamız lazım, ama Türkiye
Cumhuriyet'inin bütün kurum ve kuruluşları, siyasi iradenin de bunun
sonuna kadar arkasında olması lazım. Tek başına bilimsel çalışma bu
konuda yetmez. İkincisi, bu konuda kısa vadede, dünyada oluşan imajı
değiştirebileceğimizi zannediyorsak, hayalcilik olur, bu konuda
sabırlı olmamız lazım. Karşımızda büyük bir propaganda ağının 80 yıl
biriktirdiği bir büyük birikim var. Uzun soluklu bir mücadeledir,
buna da hepimizin hazır olması lazım.
Beni sabırla dinlediğiniz için tekrar teşekkür
ediyor, saygılar sunuyorum.
OTURUM BAŞKANI- Efendim, bütün sayın
konuşmacılara teşekkür ediyoruz. Osmanlı tarihinden, Türkiye
Cumhuriyeti tarihine ne kadar değişik yöntemlerle katliamlar
yapıldığı, etniğinden, kültüründen tutun, ekonomik katliamlara kadar,
bütün örnekleriyle Osmanlı tarihini ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin
nasıl bir laboratuar olduğu, hele hele Kıbrıs'ın daha zengin bir
laboratuara sahip olduğu anlaşılıyor.
Bu konuda ben artık ne ara taksimi yapıyorum, ne
geçiş taksimi yapıyorum, hemen birkaç soru alarak, bugünü bağlamak
istiyorum.
Buyurun efendim.
i
Hepinize teşekkür ediyorum.
Sorum Gündüz Aktan Bey'e olacak: Konuşmacılardan
ortak alan olarak, Osmanlının uzlaşmacı ve hoşgörülü bir kültüre
sahip olduğunu çıkardık ve bize yapılan katliamların da 1821 Mora
isyanıyla başlatıldığında hemfikir olduk. Avrupalı karaktere
baktığımızda, onların da tutucu, takıntılı ve inatçı olduğunu
görüyoruz, ayrıca da katliama yakın bir kültüre sahip olduklarını
görüyoruz. İki temel olgu var. Biri; kendi aralarında yarattıkları
savaşlar ve bir gecede yüzbinlerce kişinin din merkezli olarak
katledilmesi. İkinci olgu ise, Haçlı Seferleri. Ben bir kitap okudum,
şu anda bende var, yazarı Yunanlı H.A.Mamiku , Haçlı Seferlerinde
Türklere ve de Araplara yapılan katliamı bu kadar net olarak
belgelere dayalı bir şekilde açıklayan bir küçücük kitap
görülmemiştir herhalde.
Bir de, Amsterdam'da 1985 yılında Middle Tortel
Exbation diye, kendi yaptıklarını kanıtlayan bir sergi gördüm.
Sorum şu: Çalışmalarımızı 1821 Mora isyanından
itibaren mi başlatmalıyız, yoksa geriye, Haçlı Seferlerine gidip,
oralardan alarak, hangi kültürle karşı karşıya olduğumuzu analiz
ederek mi başlamalıyız?
Teşekkür ederim.
i
Efendim, 1821 Mora isyanıyla başlamak belki doğru
değil, çünkü ben bunu Justin McCarthy'nin kitabından size naklettim,
o yüzyıllık süre içerisinde kaç kişinin öldüğünü, yani son yüzyılı
diyelim Osmanlı'nın ve kaç kişinin Anadolu'ya sürüldüğünü göstermek
için bu tarihi kullanıyor. Daha evvelden başlıyor tabii, buna hiç
kuşku yok.
İkincisi; din savaşları kendi aralarında, Haçlı
Seferleri dediniz. Haçlı Seferleri tabii, Kudüs'e oldu, ama kendi
içlerinde de Haçlı Seferleri vardır. Mesela, 1805, 1804 tarihi, 1204
tarihinde Fransızların Alvi güneyine yaptıkları Haçlı Seferi ve
burası ilk soykırımdır. Bin yıllık tarihe bakmak lazım, bin yıllık
tarih içerisinde genelde Yahudilere, birbirlerine, cüzamlılara ve
tabii 1,5 asır boyunca büyücü diye 900 bin kadını öldürmelerine de
bakmak lazım, yani aslında çok zor bir kıta burası. Bir hedef grup
olarak birini seçtiği zaman, onu yok etme eğilimi var. Aynısı başka
yerleri fethederken de var, yani Amerika, Anglosaksonlar Kuzey
Amerika'yı, İspanyollar Güney Amerika'yı aldıklarında da soykırım
yapıldı, oralardakiler ciddi soykırımdır. Onun için, büyük bir
uygarlık, hiç kuşku yok Batı uygarlığı, fakat çok hastalıklı yönleri
olan bir uygarlık. Holokost, 5 milyon insanın öldürülmesi kolay bir
iş değil. Onun için tümünü incelememiz lazım ve biz nerede duruyoruz
bunun içinde, öyle yaklaşırsak daha iyi anlarız.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Buyurun.
SALONDAN- Efendim, çok teşekkür ederim. Öncelikle
Rektörüme ve Araştırma Merkezi Başkanına, böyle bir konuyu gündeme
getirdikleri için teşekkür ediyorum.
Sayın Bilal Şimşir, emekli Büyükelçimizin
ciltlerle yazmış olduğu kitapların bir kısmı var, bunların bir kısmı
İngilizce'ye, bir kısmı Fransızca'ya tercüme edilmiş durumda. Ayrıca,
yine Büyükelçilerimizden Kamuran Gürün'ün, Ermeni dosyası adıyla bir
kitabı var.
Konuyu kısaca arz ettikten sonra, Hikmet hocama
bir soru soracağım: Kamuran Gürün'ün bu kitabını çok zor elde ettim.
Tarih Kurumu tarafından basılmıştı ve o sırada ben Dil Tarif
Coğrafya Fakültesi'nde bir konferans vermiştim, o konferansta şunu
söyledim: "Acaba biz millet olarak Ermeni konusuna çok mu hassasız,
bu kitapları bulamıyoruz piyasada?" Ben çok zor buldum, hatta Tahsin
Özgüç hoca o zaman YÖK Başkan Vekiliydi, bendeniz de YÖK Başkan
Vekiliydim, onun sayesinde bu kitabi temin ettim ve konferansımda
şunu söyledim: "Acaba ASALA veya Ermeni dernekleri bu kitapları
kitapçılardan toplayıp, imha mı ediyorlar?" diye bir sözüm olmuştu.
Bunun üzerine ben takibata uğradım, Genelkurmay Başkanlığı
tarafından da izlendim, "Bunu nereden öğrendin?" falan dediler.
Ondan sonra ASALA'dan da tehditler aldım, ben o sırada ölümle tehdit
edildim. Hikmet hocama şunu sormak istiyorum: Uzun çalışmalardan
sonra bir kitap yayınladınız, Yusuf Halacoğlu'nun da başkanlığı,
sizin de büyük yardımlarınızla bu kitap yayınlandı Ermeni konusunda,
galiba 3-4 ay önce yayınlandı. Ben de bu kitaptan bir tane edindim,
bu kitabın ücreti 24 milyon lira, ben de 24 milyon vererek, bu
kitaptan bir tane edindim. Ancak gönül arzu eder ki, bu kitap daha
ucuz fiyatla basılsın, birinci hamur olmasın, ikinci hamur olsun,
bol miktarda basılsın ve çok ucuz fiyata dağıtılsın. Belki de bunun
özeti çıkartılsın, okullara, derneklere, her yere bol miktarda
dağıtılsın ve ayrıca Yusuf Halacoğlu'ndan şunu rica etmiştim: Bu
kitap Çince'ye, Japonca'ya, Ermenice'ye, Fransızca'ya, Arapça'ya,
bütün dillere tercüme edilsin ve Büyükelçiliklerimiz, dış
temsilciliklerimiz vasıtasıyla, bol miktarda dağıtılsın. Acaba bu
konuda bir çalışmanız var mı?
Teşekkür ederim.
i
Söz konusu olan kitabın adı, "Ermeniler, Sürgün
ve Göç" geçen yıl Nisan ayında yayınlamıştık.
Kitabın diğer yabancı dillere çevrilerek
basılması için, yurtdışında bir yayıneviyle anlaşmaya vardık,
İngilizce ve Almanca'sı o yayınevi tarafından basılacak,
yayınlanacak. Maliyeti, çok yüksek değil kitabın, fakat fiyatı çok
yüksek. Doğrusu ben de bunları anlayabilmiş değilim, maalesef kamuya
ait işyerleri, matbaalar o kadar yönetiliyorlar ki, o kötü
yönetimleri matbaaların maliyetlerine yansıyor; daha fazla bir şey
söyleyemeyeceğim.
Çok haklısınız, ben de şahsen pek çok dostuma
kitabı kendim satın alarak, Tarih Kurumu'ndan satın alarak verdim. O
benim açımdan da şahsi bir yaradır. Keşke elimizde başka bir imkân
olsa.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Buyurun efendim.
i
Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Ben konuşmacıların her birine ayrı ayrı saygıyla
ve işbirliğiyle bağlıyım. O bakımdan vermiş oldukları çok değerli
bilgilere teşekkür etmekle beraber, bunların tespit düzeyinde
kaldığını, aksiyon düzeyinde, bir tek Hikmet beyin söylediği bir iki
nokta hariç, aksiyon düzeyinde bir öneri gelmediğini düşünüyorum.
Oysa bu tip toplantıların ortaya çıkarması gereken, konuşmacıların
da belirttiği, vurguladığı gibi ofansif bir politikadır. Bundan
sonra defansif olmanın anlamı yoktur. Şu ana kadar zaten uğranılan
zararlara uğranılmıştır. İngilizlerin dediği gibi "to little to
late", yani hem gecikmiş, hem çok az yapmış durumdayız.
Evvela yine konuşmacıların sözlerine atıfla şuna
işaret etmek istiyorum: Türk insanının evvela hafızasını yerine
getirmek lazım, yani Türk insanının kendisine yapılanları bilmesi,
öğrenmesi lazım. Bu tabiatıyla Türkiye'ye dönük, içe dönük bir
çalışma. Bu çalışmanın lüzumu olmakla beraber, eşzamanlı olarak dışa
açılan çalışmalara hız vermek lazım. Bu arada, hafızayı yerine
getirmek için, mesela bir tipik öneri, somut bir öneri olarak
söyleyeyim: Şehit edilen diplomatlarımızın bir büstü o
temsilciliklerimizin kapısında veya bahçelerinde konulabilirse ve
her yıl onların şehit edildikleri tarihte, Büyükelçilik kapatılır ve
bu orada ilan edilirse, oradaki Türk vatandaşları davet edilirse,
bir ufak tören, hatırlatma ve o gün Büyükelçilik kapalı olursa,
zannederim dış kamuoyu da niçin kapalı olduğunu anlar. Mesela, buna
benzer adımlar atılabilir diye düşünüyorum.
Bendeniz çok mütevazı bir Büyükelçilikte
çalışırken, herhalde aşırı mütevazı olduğu için, Gratsiyani'nin,
İtalyan Valinin Etiyopya'daki katliam emirlerinin yazılı, imzalı
örneklerini buldum, çıkarttım arşivlerden ve bunları gönderdim.
Bunların zannediyorum, örnekleri Tarih Kurumu'nda vardır, çünkü
Dışişleri Bakanlığı'ndan oraya gönderildiğini öğrendim. Bu zamanlama
olarak, İtalyan Parlamentosuna Ermeni katliamı konusunda bir önerge
verildiğinden 15 gün önce oldu ve onunla zamanlı olarak ayarlamaya
çalıştım, ancak konunun sumen altı olduğunu ve maalesef, İtalyan
Parlamentosu'ndan da o kararın geçtiğini öğrendim. Şimdi bunun gibi,
zannederim, bu gecikme şeyini önleyen ve somut öneriler yaratan,
mesela Talat Paşa Konferansı gibi, ama bunu uluslararası yapmak
kaydıyla, bu tür adımlar atılması için ileriye dönük, geriye dönük
araştırma ve tespitlere devam etmekle beraber, ileriye dönük somut
öneriler üretilmesi lazımgeldiğini düşünüyorum.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun efendim.
SALONDAN- Savunmamız gereken, kendimizi
savunmamız gereken kitlenin o kadar büyük bir gücü var ki, bugün 15
senedir işgal ettiği topraklar ortadayken, dünyanın hiçbir ülkesi, "siz
bir işgalcisiniz" diye yaklaşmıyor Ermeni Devletine. Bu Ermeni
diasporasının dünyada yarattığı etkinin ve sempatinin bir sonudur.
Eğer 1940 yılında bir üniversite gençliği, bize ait ifadeleri böyle
bir önyargıyla verebiliyorsa, 1915'ten itibaren her Ermeni ailesinin,
Amerika'da yaşayan her Ermeni ailesinin 24 Nisan'da çocuklarının
eline çiçek vererek, Amerikalı insanları ziyaret etmesi ve bunu
anlatması sağlandığı içindir.
Bugüne baktığımız zaman, her şey dünyanın gözü
önünde, ama hiç kimse parlamentodan bu tür kararın geçirilmesi
karşısında hiçbir ulus, hiçbir devlet, "kardeşim, siz işgalci bir
ülkesiniz" demiyor. Biz 1924'ü 1925'e bağlayan gece Hocalı'da
yapılan katliamı, dünya basınında, ne kadar facia dolu
fotoğraflarıyla dünya basınından öğrendik, yine buna da bir şey
denilmiyor.
Değerli konuşmacılardan ben şunu öğrenmek
istiyorum: Tabii ki, dünyaya karşı kendimizi anlatmakta geç kaldık
ve işimiz çok zor, ama kendi içimizi acaba ne yapmalıyız? Bizim
bugün bu konuyla ilgili ne yazık ki medyada, medyatik olmuş
kimliklerimizin çok farklı görüşleri var ve halkı onlar çok yoğun
bir biçimde etkiliyor. Benim kimlerden söz etmek istediğimi tırnak
arası burada herkes anlamıştır. Biz kendimiz için, çocuklarımız için
ne yapmalıyız? Acaba suskunluğumuz, daha sonra suçluluk duygumuz,
tepkisizliğimiz bizi nereye götürecek?
Artı, bütün bunların yanında, bir de ne yazık ki,
içimizde katılımcı olanlar var, destekleyenler var. Biz Türk
gençliğine nasıl bir yol çizeceğiz? Bu konudaki somut önerilerini
öğrenmek istiyorum.
Zamanınızı aldım, hepinize teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
i
Dediğiniz çok doğru tabii, Ermenilerin bir etkisi
var, bundan dolayı Azerbaycan'ın işgal altındaki topraklarını
kurtarmak mümkün olmuyor, bu doğru. Fakat birtakım şeyler değişiyor.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisini aldığı bir son karar var,
Ermenileri saldırgan olarak niteledi ve Karabağ'da Ermenilerin kendi
kaderini tayin hakkına sahip olmadığını söyledi; bu çok önemlidir.
Şimdi ne yapacağız? Bir kere, oturup, Sayın Bilal
Şimşir'in söylediği gibi, kitapları okumaya başlamak lazım. Bunu,
günün bu saatinde "80 yıl, 100 yıl önce bu kadar insan öldü, şimdi
derdimiz bu mu, binbir türlü güncel derdimiz var" deyip, bir tarafa
bırakmamak lazım. Yas tutmak dediğiniz şey, geçmiş kayıpları
gözümüzden geçirmek, bunları hatırlamak, hatırlamaya çalışmak; ilk
yapacağınız şey. İçinizde doğacak olan o isyan dalgası, sizi nereye
götürürse, oraya gideceksiniz, yapacağınız başka bir şey bence yok.
Bu da başladı, Sarıkamış'ta bir şey oldu, yani biz senelerce
Sarıkamış'a dönüp bakmadık, orada korkunç bir olay olmuştur.
Sanıyorum, ilk defa olarak geriye dönüp bir baktık ve çok rahatsız
olduk; buna benzer bir şey bu. Bütün kaybettiğimiz yerleri, herkes
bir kere, yani eminim, aranızda çoğunuz, Balkanlar'dan, bir kısmınız
da Kafkaslardan gelmedir, yani bunları hatırlamak, çalışmak, bir
yere koymak buna ilişkin kitapta, belki ilk başlayacak şey, ilk adım
bu olması lazım.
OTURUM BAŞKANI- Sağ olun Sayın Büyükelçim.
Vakit doldu, dolacak, genç arkadaşlar ellerini
kaldırıyorlar, ama önümüzdeki haftalarda üniversitemiz gençlik
konseyiyle birlikte Kanal B'de çok açık oturumlar yapacağız, hem
Türkiye'ye ve dışarıya, oralarda sizleri konuşturacağız. Ama
şimdilik izin verirseniz, son sözü Sayın Rektörüme veriyorum;
buyurun efendim.
i
Teşekkür ederim Sayın Başkan. Değerli
panelistlere ne kadar teşekkür etsek azdır.
Bugün gerçekten Üniversitemizde, sadece Türkiye
için değil inanıyorum ki dünya ülkeleri için de çok önemli bilgiler
gündeme getirildi ve en azından onların kulakları da, hani bir nebze
olsun kar suyu kaçmış olarak duracaktır diye düşünüyorum.
Aslında, hep Ermeni konusu konuşuyoruz. Konu o
kadar basit değil bana göre. Sanıyorum iki sene önce -Mahmut Bey,
iki sene önceydi değil mi Ermenilerle ilgili bir toplantı
düzenlemiştik- Ermenilerle, Ermeni bilim adamlarına, Ermeni
tarihçilerine bir çağrı yaptık Başkent Üniversitesi olarak. Dedik ki;
bakın, eğer sizinle, bizim aramızda bir problem varsa buyurun ben
sizi davet ediyorum. Her şeyini ben karşılıyorum; biletleriniz dahi
hazır, üstelik bu biletlerinizi de Moskova Büyükelçiliği'ne
gönderiyorum. İsimleri belli, her şeyi belli ve bunu bizim "Bütün
Dünya Dergisi"nde de ilan ettik. Bütün vatandaşlara, aslında bütün
dünyaya duyurduk. Dedik ki: Eğer Ermenilerle, bizim aramızda bir
problem varsa, biz geçmişte de, bu gün de Ermeni vatandaşlarımızla
beraber yaşıyoruz. Buyurun gelin de aynı masada oturalım, konuşalım,
problemimizi çözelim.
Başarılı olamadık, çünkü oradaki efendiler
dediler ki; "Vallahi, bizim burada Soykırım Enstitümüz var, eğer biz
oraya gelirsek Soykırım Enstitüsünü temsilen geliriz" Ben de, onlara
"Teşekkür ediyorum kardeşim" ve o işi kapattık. Bu işin bir tarafı.
Diğeri değerli konuklar; aslında maşa ve kullanan;
aldanan ve aldatan; bataklık ve sivrisinekler. Aslında birtakım
insanlar maalesef maşa olarak kullanılıyor. Birtakım insanlar
maalesef aldatılıyor ve aslında gerçekten, bataklık dururken biz
sivrisineklerle uğraşıyoruz.
Olay sadece Ermeni meselesi mi? Peki Rumlar? İşte
arkadaşlarımız saydılar ve ben konuşmamın başında özetledim. Sayın
Şimşir'de çok daha detayını anlattı. Ben doğudan başladım, batıdan
çıktım. Bu kadar bilerek bir şablon çizmeye çalıştım. Kim yapıyor
bunu? O, Garp Medeniyeti dediğimiz, hani bizim de yıllar yılı
peşinde koştuğumuz ve maalesef bugün de, âdeta hayallerimizin
içerisinde yaşattığımız ve her şeyimizi feda etmeye çalıştığımız
Avrupa ülkeleri. Peki, yine hatırlattım Osmanlı İmparatorluğu'nu kim
yıktı? Osmanlı İmparatorluğu kendisi yıkılmadı ki, yıktılar,
yıktılar. Sonunda çok şükür Atatürk'e, aziz şehitlerimize ve
arkadaşlarına ne kadar teşekkür etsek azdır. Bugün onlar sayesinde
biz buradayız. Orada, bu insanların dirayeti karşısında biz
buradayız. Onların gösterdiği cesaret karşısında biz buradayız. Bir
şey söylendi denildi ki; Sayın İnönü Lozan'a gittiği zaman, "Birçok
şeyler vardı, ama bir şey vardı ki eğer, o gündeme gelirse hiç, bize
de danışmayın masadan kalkın" Neydi o? Ermeni meselesi ve benim
bildiğim kadarıyla, gerçekten Sayın İnönü bir ara masadan kalktı ve
Türkiye'ye döndü. Ben bugüne getiriyorum değerli arkadaşlar; "İki
gün önce Sevr" sözde, onu öyle tanımlıyorum. Sözde Avrupa
Parlamentosu'nda gündeme getirildiği zaman ben beklerdim ki, Türkiye
Cumhuriyet'inin Parlamenterleri deseydi ki; "Çok teşekkür ediyoruz,
Avrupa Birliği burada bitmiştir. Bize Allahaısmarladık."
Bize bu yakışırdı değerli konuklar. Ben bunu yine,
tabii bir hata olarak kabul etmek istemiyorum, çünkü biz öyle
değiliz, bize bu yakışmaz. Bu ülke bize emanet edilmiştir, hangi
şartta olursa olsun? Ben yine bu kürsüden söyledim; bu ülke bugüne
nasıl geldi? Gaz yok, tuz yok, yiyecek yok, içecek yok, silah yok,
top yok, tüfek yok. Ya bugün? Allah'a çok şükür. Ben ne diyorum?
Lazer kullanıyorum, lazer. Dünyanın en çağdaş ülkesi dediğiniz
ülkede ne yapılıyorsa; çok şükür ben, ülkemde bunu en az onlar kadar
yapıyorum. O halde eksiğim ne? Biz buna layık değiliz. Ben temenni
ederim ki; bu hatayı yapanlar biran önce bu hatasından vazgeçsin.
Ülkemizin nedenli güçlü, ne denli kapasiteli bir ülke olduğunu
lütfen, bir kere daha, iyice düşünsünler; kararlarını ona göre
versinler.
Bir başka konu; akşam televizyonları izlerken
beni fevkalade rahatsız etmiştir. Komşu ülkemizde birtakım olaylar
oluyor. Geçmişte, bizim âdeta yaşamını sağladığımız, âdeta bizim
ülkemizin imkânları içerisinde onun sağladığı imkânlarla yaşamını
sürdüren ve "Aman, ne olur bizi kurtarın" diyen biri, sözde lider
olacak efendinin ayağına benim ülkem politikasıyla, hariciyesiyle,
askeriyle heyet gönderebiliyor, ricada bulunabiliyor. Bunu kabul
etmem mümkün değildir değerli arkadaşlar; böyle bir şey olabilir mi?
Benim ülkemin hudutları o kadar daraldı mı? Diğer taraftan bir başka,
aynı şekilde besleme, benim ülkemin beslediği adam benim ülkeme kafa
tutmaya çalışıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bunu kabul edebilir
miyiz?
Onun için değerli konuklar; aslında herkesin
söylediği o, "Bir şeyler yapalım" bugün başlamıştır. Bugün burada; "Evet,
Türk milletine tarihte yapılanlar büyük bir katliamdır. Büyük bir
haksızlıktır, adaletsizliktir." Buradan bütün dünyaya bunu
sesleniyoruz. Artık, herkes kendine gelsin. Hani dedim ya, medeniyet
çatışması falan değil; kişisel çatışmalarını, kişisel çıkarlarını
tatmin edebilmek için, maalesef toplumların katline, toplumların
aldatılmasına, toplumların kullanılmasına artık göz yumulmaması
gereklidir. En azından bizim toplumumuz, en azından bizim
insanlarımız artık bunu rahatlıkla haykırabilmelidir.
İşte, o haykırma bugün, buradan başlamıştır.
i
- TransAnatolie Tour
- Kültür Gezi
Sağlayıcısı ve Operatorü-Kültür ve Turizm Bakanlığı 4938 No'lu Grup A Lisans
|