Divan Şiiri, Tasavvuf ve Laiklik
Hey Gözünü Sevdiğim Divan Şiiri!!!
Biliyorum. Çoğunuz, lisede edebiyat derslerinde okuduğu divan şiirini
anlayamadı, sevmedi, gereksiz buldu. Vezin çözmekte zorlandı, kızdı.
Matematiğim, fiziğim, kimyam, geometrim, biyolojim, "eh idare eder"di;
bunların önemli bir kısmını da ben gereksiz, anlamsız, sıkıcı bulurdum
da, hep ayrık otu olduğumdandır zahir, edebiyatı, edebiyat derslerini,
divan şiirini, şairini de ben çok sevdim. Erdal İnönü'nün uçakta bulmaca
yerine fizik problemi çözdüğü gibi, ben de eğlenmek için, vakit geçirmek
için vezin çözerdim.
Osmanlı atalarımızın engin zekasının ürünü Divan Şiiri, en az kendisini
yaratan zeka kadar ilginç ve etkileyici özelliklerle doludur.
Divan Şiirinin çok dikkate değer özelliklerinden biri elbette dil, dilin
kullanımı, dizelerdeki ahenk ve matematiksel denge. Amma ondan da
önemlisi, yüzyıllar öncesinin tutucu koşullarını aşmak için sergilediği
"kanuna karşı hile"nin ihtişamı.
Divan şiirinin temel felsefesi, dünya görüşü "tasavvuf"tur!..
Aşk vardır. Ama bunun, erkek şairler açısından bir "kadın" olduğu her
zaman anlaşılmaz.
Ve nihayet üç varlığa seslenilir genellikle: Padişah, sultan ve yar!...
Bunları açalım biraz.
Malum, tasavvuf felsefesi, bir bakıma, Hallaç Mansur'un "En el Hak" (Ben
Tanrıyım) sözlerinde ifade bulan tanrı-insan özdeşliğine dayanır. Tanrı,
evrende kendisinden başka hiçbir şey yokken, varlığını, gücünü,
güzelliğini göstermek için taşı, toprağı, suyu, ateşi, börtüsü böceği,
çiçeği ve insanı ile evreni yaratmıştır. "Hüsn-ü mutlak", vücud-u mutlak"
kavramları bu şekilde açıklanır.
Hallaç Mansur'un "en el hak"ı neyse, Mevlana'nın ölümü bir düğün,
sevgiliye kavuşma olarak değerlendirmesi de odur. Burada sevgili, "Tanrı"dır.
Mutasavvıfın "Allah"ı, kaba sofunun yakan, cezalandıran, el kesen, recm
eden Allah değildir. Tersine O, yarattığı şeyleri, kendinden bir şeyler
katarak yarattığı şeyleri doğal olarak sever; çünkü onlar nihayet
kendisinin parçaları, yansımalarıdır. Baba ve ananın çocuğunu,
çocuklarını sevdiği gibi…
Yaratılmışlar da, aynı doğallıkla onu sever, hatta ona aşıktır. Tanrı o
yaratılmışların, Mevlana'da olduğu gibi "sevgili"sidir hatta!..
Bitmedi.
Mutasavvıf için "aşk", yine doğal olarak Tanrı'yla bitmez; öteki
yaratılmışları da kapsar. Çiçeği, suyu, ateşi, böceği, toprağı,
hayvanıyla doğayı ve nihayet insanı da sever, sevmelidir. Çünkü bu
yaratılmışların hepsinde tasavvufun "en el hak" anlayışı gereğince bir
ortak payda vardır; adeta bir "ilahi kardeşlik" vardır. Hatta
diyebiliriz ki hepsi bir bakıma aynı atanın çocukları gibidir zaten.
Bu yaratılmışların hepsinde, parçası, yansıması oldukları Tanrı'nın
güzelliği de vardır (hüsn-ü mutlak). Ses bayrağımız, güzel
Türkçe'mizdeki "Güzel sevmek sevaptır" sözünün temelindeki anlayış budur.
Mutasavvıf için çiçek güzeldir, su güzeldir, toprak güzeldir, taş
güzeldir, dağ, deniz, eşek, köpek, yılan bile güzeldir; elbette çocuk,
erkek, kadın = insan güzeldir. Çünkü Tanrı'dan gelmişlerdir. Güzel
sevilir. Öyleyse sevmek güzeldir, AŞK güzeldir. Dolayısıyle, yaratılmışı
sevmek, sonuç olarak yaratanı sevmektir.
Tasavvufta, katıksız bir Tanrı sevgisi, bağlılığı vardır; ama bağnaz bir
"ibadet Tanrıcılığı" yoktur. Bizatihi insanı sevmek en büyük ibadettir;
çünkü böylece Tanrı da sevilmiş olmaktadır. İbadet de nihayet Tanrı'ya
teşekkür etmek, bağlılık sunmak değil midir?!..
Bu nedenle mutasavvıf da bir Müslüman olmakla, elbette şekli ibadet
koşullarını yerine getirmekle birlikte bunu hiçbir zaman abartıp, Tanrı
sevgisinin ön koşulu haline getirmez; sözünü bile etmez. Sadece yapar.
Hele hele tanrı sevgisi, tanrıya bağlılık, asla sadece kuru ibadet demek
değildir mutasavvıf için.
Nitekim Mevlana Konya çarşısından geçerken duyduğu, demircilerin örs
üzerinde demir döverken yarattıkları tıkırtının ahengiyle cerbezeye
geçip sema etmeye başlamıştır, o tıkırtıların ritmine uyarak. Yani,
Mevlana ve daha geniş anlamda Mevlevi için sema da bir tür ibadettir.
Mevlana’yı coşturan o demir dövme tıkırtısı yüzyıllar içerisinde, müziğe
dönüşmüş, başta Klasik Batı Müziği eğitimi almış Türk sanatçılar olmak
üzere Batılı sanatçılar tarafından dahi hayranlıkla saygı duyulup takdir
edilen muhteşem Mevlevi ayinleri işleğinde sema edilmiştir. O Mevlevi
ayinleri ki, her biri yine bu yerli ve yabancı sanatçılarca da kabul
edildiği üzere dört başı mamur birer “Senfoni”dir.
AKAPE iktidarı döneminde yok Dinler Arası Diyalog, yok Mevlana’nın
doğumunun 800’üncü yılı numaralarıyla bir yandan güya sahip çıkılır
görünürken, öte yanda çiçek pasajı meyhanelerinin birkaç sazdan oluşan
ve masalara yaklaşıp arzuya göre icrayı sanat eyleyen sokak sanatçıları
misali, Konya lokantalarında arzuya göre masalara “spesiyal” gösteri
yapan semazenler utancı bir yana, Anadolu insanının, bu anlamda da
Batı’ya bakıp “bizden adam olmaz” demesine hiç gerek yoktur. Mevlevi
ayinleri ile Batı Klasik müziğinin senfonileri en azından yaşıttır.
Mevlevi; müzikle, hatta müzik eşliğinde Batı’nın “bale”sine taş
çıkartacak bir dans eşliğinde ibadet eder, Tanrı’ya bağlılık ve sevgi
sunar.
Oysa malum olduğu üzere yobaz Müslümanlık taciri için, tıpkı resim gibi
müzik de, hele dans da “günah”tır!...
Bunun dışında, mutasavvıf için insani sevgi, doğal ve kaçınılmaz bir
gerekliliktir.
Sevgi bir gönül işidir. Gönül ise, mutasavvıf için Tanrı katıdır, Tanrı
mekanıdır.
Burada ilk tespitimizi yapalım: Tasavvuf "laik"tir!..Yaşadığı dönemin
ham sofularının (şeriatçılarının, gericilerinin diye okuyunuz)
Mevlana'yı, Pir Sultan'ı, Hallaç Mansur'u "zındık" saymasının nedeni
budur.
Buna karşılık, tekke ve zaviyeleri kapatan, tarikatları yasaklayan
Mustafa Kemal Atatürk'ün Mevleviliğe, Bektaşiliğe yakın durmasının
nedeni de budur. Çünkü tasavvuf ehli, Mevlevilerin, Selçuklu dönemi
dışında, Bektaşilerinse hiçbir zaman siyasette, devlet yönetiminde gözü
olmamıştır. Bu anlamda Mevlevilik ve Bektaşilik, günümüz terminolojisiyle
adeta birer “non governmental organisation”dır (hükümetten bağımsız
örgüt), veya sivil toplum örgütüdür. Ama önemli bir farkla: Her ikisinin
de siyasette, devlet yönetiminde gözü olmadığı halde Mevlevilik, her
dönemin siyasi otoritesince daima “muvafık” yani yandaş, tehlikesiz
sayıldığı halde, Bektaşilik de Atatürk hariç, her dönemin merkezi siyasi
otoritesince “muhalif” dolayısıyla tehlikeli, zararlı sayılmış, takibata,
gadre, hatta yer yer, Alevilik anlamında” zulme uğramıştır. (Hatırlayınız:
Yavuz Sultan Selim’in Alevi kıyımı…)
Konumuza dönersek, Mevleviler ve Bektaşiler, bugünkü, yani kendilerinden
asırlar sonraki yobaz tarikatlar gibi bütün bir toplumu, devlet zoruyla
Mevlevi ve Bektaşi yapmaya kalkmamışlardır. Hele bizden olan-bizden
olmayan ayrımı, asla yapmamışlardır. Kendi hallerinde, toplumun tümüyle
barışık olmuşlardır hep.
Aslında Mevlevilik ve Bektaşilik gibi tasavvuf tarikatları bir tür
Anadolu aydınlanmasıdır. Hem de bizzat dinin kendisini dünya işlerinden
uzak tutmalarıyla… Malum Avrupa Aydınlanmasında din, ancak din dışı
güçlerin zorlu mücadelesiyle dünya işlerinden uzaklaştırılıp Kiliseye
hapsedilebilmiştir. Bizim tasavvufumuzda ise böyle bir dış müdahale söz
konusu değildir.
Yobaz tarikatların, tarikatçıların gözünde Mevlevilik, Bektaşilik gibi
tasavvuf yolları bu nedenle "tarikat" bile sayılmaz.
Şimdi dönelim divan şiirine.
Divan şiiri, tasavvufun bütün bu çözümlemelerini son derece ustalıklı
bir şekilde kullanmıştır.
Yukarıda divan şairinin padişah, sultan, yar şeklindeki muhataplarından
söz edildi.
Buradaki padişah ve sultan 1) bizatihi Tanrı olabilir. "Sen padişahsın,
ben emir kulunum" derken, divan şairi doğrudan Tanrı'yı kast ediyor
olabilir.
Buradaki padişah ve sultan 2) bizatihi içinde bulunulan dönemin taht ve
taç sahibi padişahının, sultanının ta kendisi de olabilir. Baki'nin,
Nedim'in şiirlerinde, methiyelerinde, kasidelerinde olduğu gibi…
Buradaki padişah ve sultan, nihayet bizzat "sevgili", yani kanlı canlı
bir kadın da olabilir!.. (Kadın divan şairleri de vardır. Ama onlar, bu
“muhatap”larla asla kanlı canlı bir “erkek”i kast etmemiştir. Tıpkı
günümüzün modern “ladini” kadın şairleri gibi!!!...)
Kimi zaman bu kanlı canlı "kadın sevgili", kara saçlarından, kara
gözlerinden, ela gözlerinden, kalem gibi parmaklarından, elma
yanaklarından, bal dudaklarından, boyundan posundan, endamından söz edilerek
açıkça belirtilir. Anlaşılır.
Kimi zaman da padişah veya sultanla özdeşleştirilerek gizlenir. Bu
taktirde artık fizik özelliklerden pek söz edilmez. Anlayan anlar…
Böylece divan şairi, sıkıştığı anda yare muhabbetini, hasretini,
komplimanını tutucu baskılardan "padişahim, sultanım" diye sıyrılarak
ifade etmiş olur.
Kaldı ki divan şiiri sadece aşk terennüm etmez. Fuzuli'nin "selam verdim
rüşvet değildir deyu almadılar" dizelerindeki gibi taşlama da vardır,
polemik de vardır, siyaset de vardır divan şiirinde. Yazı sınırımız
olduğu için bunları ne yazık ki en azından şimdilik örneklendiremiyoruz.
Ammaaaaa!!!...
"Memleketimden manzaralar"a bakınca, bir şeriat devleti denemese de bir
teokratik düzene sahip olan Osmanlı şair atalarımızın gerisine
düştüğümüz bir gerçek.
Tüh!...
Yuh olsun!!!...
Ali Tartanoğlu
|