'Harp Akademileri Konuşması', 
            Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER, 
            
            
              - Sayın 
              Genelkurmay Başkanı, 
 
              - Silahlı 
              Kuvvetlerimizin Değerli Komutanları, 
 
              - Harp 
              Akademilerimizin Seçkin Üyeleri, 
 
              - Değerli
              Konuklar, 
 
             
            
            
             
			  
		
			
			Atatürk
			(video)  
            Küresel ve askeri konuların tüm 
            boyutlarıyla ele alınarak derinlemesine irdelendiği ve çözümlemeler 
            yapıldığı Harp Akademilerinin çatısı altında, her yıl olduğu gibi bu 
            yıl da ülkemizi yakından ilgilendiren konularda görüşlerimi sizlerle 
            paylaşacak olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Bu seçkin eğitim 
            kurumumuzun bilimsel çalışma anlayışı içinde ulusal stratejimizin 
            belirlenmesi konusunda yaptığı katkılar, övgüye değerdir. 
             
            Soğuk Savaş'ın sona ermesinin, 
            kalıcı bir barışın sağlanması yolunda dünyada yarattığı iyimserlik, 
            11 Eylül terör saldırılarından sonra yerini kaygan, belirsiz ve 
            istikrarsız bir uluslararası ilişkiler ortamına bırakmıştır. Bunun 
            sonucu stratejik düşüncelerde bir değişim süreci başlamış, tehdit ve 
            buna bağlı olarak güvenlik kavramları temelden sarsılmıştır. 
             
            Bugün, dünyada büyük güçler arası 
            konvansiyonel bir savaş olasılığı giderek azalırken, bölgesel, etnik 
            ve dinsel kökenli savaşlar tehdit olma niteliğini korumakta ve 
            küresel gerginliği artırmaktadır.  
            Terörizm, uluslararası alanda tüm 
            ülkelerin siyasal, toplumsal, ekonomik ve moral yapıları üzerinde 
            olumsuz etkiler yaratmakta, aynı zamanda ülkelerin güvenliğini ve 
            toprak bütünlüğünü de tehdit etmektedir. Terörizm, temel hak ve 
            özgürlüklerin ve demokrasilerin yıkılmasını, istikrarın bozulmasını 
            ve çoğulcu sivil toplumların etkisiz kılınmasını hedef almaktadır.
             
            Öte yandan, uluslararası terörizm 
            ve kitle yoketme silahlarının yayılması, dünyada kalıcı bir 
            güvensizlik algılaması yaratan başlıca etkendir. Terör eylemlerinde 
            kitle yoketme silâhlarının kullanılma risk ve olasılığının artmış 
            bulunması, nükleer teröre karşı kimi küresel savaşım girişimlerinin 
            başlatılmasına yol açmaktadır.  
            Bu durumda, silahlı kuvvetlerin bir 
            yandan konvansiyonel savaş olanak ve yeteneklerini korurken, diğer 
            yandan savaşı ve terörle savaşımı uzun süre birarada yürütebilecek 
            yeteneklere de sahip olması gerekmektedir.  
            21. yüzyılın başında yeni bir dünya 
            düzeninin oluşum aşamasında bulunduğu gözlenmektedir. Bu düzenin 
            meşruiyete ve bunun temeli olan uluslararası hukuka dayanması 
            asıldır. Tersi durumda, kültürler arasında derin uçurumlara ya da 
            başat bir gücün egemenliğine yol açma riski bulunmaktadır. 
             
            Dünyada çeşitli bölgesel güç 
            odaklarının ortaya çıkması sürecinin ülkemizce yakından izlenmesinin 
            sürdürülmesi gereklidir. Geçen yüzyılda ivme kazanan küreselleşmenin 
            olumlu sonuçlarının yanısıra, toplumlardaki dengeleri bozabilen, 
            eşitsizlikleri arttıran ve tehdit kaynaklarını çoğaltabilen yönleri 
            giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Yoksulluk, açlık ve salgın 
            hastalıklar gibi küresel sorunların çözümü için yeterli dayanışma 
            oluşturulamamıştır. Bu durum, "karşılıklı anlayış ve hoşgörü" 
            eksikliğini artırmış, terörizm başta olmak üzere pek çok küresel 
            sorunu da birlikte getirmiştir.  
            Küreselleşme sürecinde, 
            düşüncesizce atılan kimi adımlar ve hoşgörüden yoksun yaklaşımlar, 
            tarihsel önyargıları öne çıkararak uygarlıklararası çatışma 
            kuramlarını gündeme getirmiştir. Kültürel kaynakları çok çeşitli 
            olmakla birlikte, bireylerin özgürlük ve eşitliği ile barış ve 
            hoşgörüyü temel alan uygarlık, tek ve evrenseldir.  
            Böyle bir ortamda, çevremizde 
            ülkemizin kalkınma ve ilerleme çabalarını artırarak sürdürebilmesine 
            elverişli koşulların yaratılması, istikrar ve güvenin sağlayacağı 
            olanaklardan yararlanılması, ulusal çıkarlarımız yönünden başlıca 
            hedefi oluşturmaktadır.  
            Değerli Konuklar,  
            Jeostratejik konumu yönünden 
            dünyadaki uluslararası bunalım alanlarına yakın olan Türkiye, 
            terörizm, kitle yoketme silahlarının yayılması ve bölgesel 
            sorunlardan kaynaklanan çok yönlü ve artan, ağır iç ve dış tehdit ve 
            risklerle karşı karşıyadır.  
            Ülkemizin bütünlüğüne ve ulusal 
            birliğine yönelik bölücü terörist eylemler ve gerici etkinlikler, 
            birincil tehdit konumunu korumaktadır.  
            Türkiye'ye yönelik her türlü tehdit 
            ve risklerin, tüm ulusal güç ögeleriyle caydırılması ve gerektiğinde 
            etkisiz duruma getirilmesi, güvenlik politikamızın temelini 
            oluşturmaktadır. Ayrıca, Türkiye'nin çevresinde bir "Barış ve 
            Güvenlik Kuşağı" oluşturulması, böylece ülkemize yönelik tehdit ve 
            risklerin azaltılması hedef alınmaktadır. Bu çerçevede, kara suları, 
            hava sahası, münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı gibi 
            konularda Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye düşüren güncel 
            uygulamalar, ulusal hak ve yararlarımızı gözetecek biçimde yakından 
            izlenmektedir.  
            Türkiye, bulunduğu coğrafyadaki 
            sorunların çözümüne yardımcı olmak amacıyla tüm birikimini ve gücünü 
            kullanmalıdır. Bu yönde etkin girişimlerle bölgesine yönelik gündemi 
            belirlemeli, siyasa ve çözümler üretmeli, bunları biçimlendirmelidir.
             
            Değerli Konuklar,  
            Terörizm artık küresel bir boyut 
            kazanmış, belirli ülkelerin ya da bölgelerin sorunu olmaktan çıkmış, 
            uluslar ve sınırlar ötesi özelliği belirginleşmiştir.  
            Terörden en çok zarar gören 
            ülkelerden biri olarak Türkiye, terörizmle uluslararası savaşımı ve 
            bu konuda işbirliğini ve dayanışmayı desteklemektedir.  
            Türkiye, karşılaştığı bölücü terörü 
            tümüyle yok edebilmek için yasalar çerçevesinde büyük bir 
            kararlılıkla savaşımını sürdürmektedir. Ülkenin ve Ulus'un her türlü 
            tehdit ve tehlikeye karşı korunup savunulması en büyük hakkımız ve 
            sorumluluğumuzdur.  
            Türkiye, bir yandan Irak'ın 
            kuzeyinden kaynaklanan terörist tehdidin etkisiz kılınması 
            konusundaki kimi ortak çabalara katkılarını sürdürürken, 
            uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru savunma hakkını saklı 
            tutmaktadır.  
            Siyasallaşmaya çalışan bölücü 
            terörle savaşımda ulusumuzun gösterdiği birlik ve beraberliği, tüm 
            güvenlik güçlerimizin sergilediği özverili ve kahramanca çabayı 
            beğeniyle karşılıyor, aziz şehitlerimize Tanrı'dan rahmet diliyor, 
            gazilerimizi gönül borcuyla anıyorum.  
            Kuruluşundan bu yana 
            Cumhuriyetimizi sinsi bir gölge gibi izlemiş olan gerici tehdit, 
            bugün ulaşmış olduğu boyutlarla kaygıya neden olmaktadır. 
            Türkiye'nin laik düzenini ve Cumhuriyet'in çağdaş kazanımlarını 
            hedef alan etkinlikler ile dini politikaya yansıtma çabaları 
            toplumsal gerginlikleri artırmaktadır.  
            Cumhuriyet'in demokratik, laik ve 
            sosyal hukuk devleti niteliğinin, ulusu ve ülkesiyle bölünmez 
            bütünlüğünün sonsuza kadar korunması ve kollanması Devlet'in hak ve 
            görevidir.  
            Cumhuriyet'in temel değerlerine ve 
            anayasal ilkelere inanmayanların, aydınlanmayı ve çağdaşlaşmayı 
            içine sindiremeyenlerin, ülkenin geleceğine ilişkin kötü niyet 
            taşıyanların laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ne ve kurumlarına 
            yönelik saldırıları, ulusumuzu ve devletimizi yolundan geri 
            döndüremeyecektir.  
            Değerli Konuklar,  
            Anayasamızın 117. maddesi gereğince, 
            Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin manevî varlığından ayrılmayan 
            Başkomutanlığı temsil görevim yakında sona erecektir. Dünyanın en 
            büyük ve en kahraman ordularından birinin başkomutanlığını temsil 
            görevini, yaşantımın en mutlu ve onurlu anılarından biri olarak hep 
            koruyacağım. Bu olanaktan yararlanarak, Silahlı Kuvvetlerimiz ile 
            ilgili kimi görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
             
            Savunma politikamızın dayandığı 
            temel düşünce, Silahlı Kuvvetlerimizi, yurdumuza yönelik iç ve dış 
            tehditleri caydıracak, yurdu güvenle savunacak, toprak bütünlüğümüzü 
            ve ulusal çıkarlarımızı koruyacak çağdaş güç ve kudrette ve yüksek 
            bir hazırlık durumu içinde bulundurmaktır. Silahlı Kuvvetlerimiz bu 
            anlayışla, ülke tarihindeki en güçlü konuma erişmiştir. Türk Silahlı 
            Kuvvetleri'nin yüksek bir caydırıcı güç olma niteliği, bölgemizde 
            barışın en önemli etkenidir.  
            21. yüzyılda da Silahlı 
            Kuvvetlerimizin çağdaş ve güçlü durumda tutulmaya devam edilmesi, 
            Devletimizin ve rejimin geleceğinin en önemli güvencelerinden biri 
            olacaktır.  
            Türk Silahlı Kuvvetleri, Yüce Türk 
            Ulusu'nun gönlünde, her zaman üst düzeyde yer almıştır. Bunda, 
            elbette gücünü ve ruhunu ulustan almanın büyük payı vardır. 
             
            Türk Ordusu, başta her düzeydeki 
            komutanları olmak üzere, geleneksel olarak çok iyi eğitilmiş, 
            günümüzdeki teknolojik gelişmeleri yakından izleyen ve yetenekleri 
            üst düzeyde personelden oluşmaktadır.  
            Silahlı Kuvvetlerimiz en önemli 
            desteklerden birini kapsamlı, çağdaş ve ulusal nitelikteki savunma 
            sanayii alt yapımızdan almaktadır. Bu nedenle, Türk savunma 
            sanayiinin güçlendirilmesine yönelik çabaların aralıksız 
            sürdürülmesi yaşamsal önem taşımaktadır.  
            Silahlı Kuvvetlerimizin yüreğini 
            oluşturan Harp Akademilerinde subaylarımıza verilen eğitimin her 
            yönden en üst düzeyde olduğuna inancımız sonsuzdur.  
            Kurmay subay, sorunları önceden 
            sezen, karmaşık durumları hızla değerlendirerek, çözüme yönelik en 
            uygun kararı verebilen, farklı durumlar karşısında seçenek 
            üretebilen, bilim ve teknolojiyi görevin başarısı için kullanabilen, 
            üstün ve önder nitelikli askerdir.  
            Girdiği her savaşta, en üst düzeyde 
            önderlik ve kurmay yeteneği sergilemiş olan Büyük Atatürk'ün, 
            savaşın en ateşli dönemindeki kimi kararların, hesap ve mantıkla 
            açıklanması güç olsa da, üst düzeyde gözlem, sezgi ve değerlendirme 
            yeteneği gerektirdiğine ilişkin sözlerini unutmayınız.  
            Değerli Konuklar,  
            Birçok kez üzerinde durduğumuz kimi 
            konuları, Devletimizin ve ülkemizin geleceği yönünden çok 
            önemsediğim için bir kez daha vurgulamak istiyorum.  
            Sistemi eleştirmek ve 
            değiştirilmesini istemekle mevcut kuralları uygulama zorunda olmak 
            çok ayrı şeylerdir.  
            Anayasa Mahkemesi Başkanı iken, 
            Anayasa'yla öngörülen Cumhurbaşkanı'nın görev ve yetkilerinin, 
            parlamenter demokrasinin gerekleriyle bağdaşmadığını söylemiştim. Bu 
            düşüncemi bugün de koruyorum.  
            Ancak, Cumhurbaşkanı'nın, kurallar 
            değişmedikçe Anayasa ile verilen görevleri yerine getirmesi, 
            yetkileri kullanması zorunludur. Üstelik, laik Cumhuriyet rejimini, 
            Anayasa'nın uygulanmasını gözetme bağlamında koruyup kollama görevi, 
            bu zorunluluğu kimi zaman daha da artırmaktadır.  
            Anayasalar, devletlerin temelini 
            oluşturan kurucu düşünceyi kurallaştırarak somutlaştıran, devlet 
            rejimini belirleyip siyasal sistemi kuran toplumsal sözleşmelerdir. 
            Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temeli, ilkeler ve değerler bütünü 
            olan Atatürkçülük ideolojisine dayanmaktadır. Anayasamızda, Devlet 
            rejimini belirleyen temel ilkelere ve bu ilkeleri belirginleştirecek 
            kurallara yer verildiği ve bu kuralların bağlayıcılığının sağlandığı 
            görülmektedir.  
            Anayasa'nın üstünlüğünü ve 
            bağlayıcılığını düzenleyen 11. maddesinde, Anayasa kurallarının, 
            yasama, yürütme ve yargı organlarını, yönetimi, özel ve tüzel kurum 
            ve kuruluşları, seçilmiş ya da atanmış tüm görevlileri ve tüm 
            yurttaşları, kısaca herkesi bağladığı açıkça belirtilmiştir. 
             
            Ayrıca, Anayasa'nın özel 
            kurallarında, Yasama Organı'na, Cumhurbaşkanı'na ve Anayasa 
            Mahkemesi'ne, uygulamada anayasal kurallara uyma, bu kurallara 
            uyulmasını sağlama ve kurallara uyulup uyulmadığını denetleme görev 
            ve yetkisi verilmiştir.  
            Anayasa'nın yine 11. maddesinde, 
            yasaların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilerek, Yasama Organı, 
            Anayasa'ya uygun yasa çıkarmakla yükümlü kılınmıştır.  
            Anayasa'nın 148. maddesinde, 
            Anayasa Mahkemesi'ne, yasa, yasa gücünde kararname ve Türkiye Büyük 
            Millet Meclisi İçtüzüğü'nün Anayasa'ya uygunluğunu denetleme görev 
            ve yetkisi verilerek, Yasama işlemleri Anayasa'ya uygunluk 
            denetimine bağlı kılınmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bu görev ve 
            yetkisi, aynı zamanda anayasal Devlet rejiminin korunması 
            yükümlülüğünü de içermektedir.  
            Anayasal rejimin korunup 
            sürdürülmesi yönünden görev ve yetki verilen bir başka organ 
            Cumhurbaşkanlığı'dır. Anayasa'nın 104. maddesinde, Devlet'in Başı 
            sıfatıyla Cumhurbaşkanı'na, Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Ulusu'nun 
            birliğini temsil etme, Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet 
            organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme görev ve yetkisi 
            verilmiştir.  
            Cumhurbaşkanı'na ve Anayasa 
            Mahkemesi'ne verilen görev ve yetkiler, siyasal iktidar gücünün, 
            dengelenip frenlenerek "çoğunluk diktatörlüğüne" dönüşmesinin 
            önlenmesi ve Anayasa'da somutlaşan Devlet rejiminin korunması 
            yönünden çok önemlidir.  
            Anayasa'nın dayandığı temel görüş 
            ve ilkeleri belirten ve Anayasa metnine dahil olan Başlangıç 
            bölümünde, Türk Yurdu ve Türk Ulusu'nun sonsuza uzanan varlığı ve 
            Yüce Türk Devleti'nin bölünmez bütünlüğü kabul edilmiştir. Yine 
            Başlangıç bölümünde, hiçbir etkinliğin, ulusal çıkarlar, Türk 
            varlığı, Devlet'i ve Ülkesi'yle bölünmezliği esası karşısında 
            korunma göremeyeceği belirtilmiştir.  
            Anayasa koyucu bununla yetinmemiş, 
            Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başlangıçta 
            belirtilen temel ilkelere dayandığını, niteliklerini, 3 ve 4. 
            maddelerinde, Türkiye Devleti'nin Ülkesi ve Ulusu'yla bölünmez bütün 
            olduğu ve bunun değiştirilemeyeceğini vurguladıktan sonra, 5. 
            maddesinde, Devlet'e, Türk Ulusu'nun bağımsızlığını ve bütünlüğünü, 
            Ülke'nin bölünmezliğini, Cumhuriyet'i ve demokrasiyi koruma görevini 
            vermiştir.  
            Görüldüğü gibi Anayasamızda, 
            Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş düşüncesi, tek Ulus ve 
            ulusal devlet, tekil devlet, laik devlet, demokratik devlet, sosyal 
            devlet, hukuk devleti ilkelerine dayandırılmış ve bu ilkeler 
            kurallarla anayasal belirginliğe kavuşturulmuştur.  
            Anayasal kuralların bağlayıcılığı 
            yanında, içtiği ant ve Anayasa'nın uygulanmasını gözetme görev ve 
            yetkisi, Cumhurbaşkanı'nı, yukarıdaki ilkeleri özümseyerek uygulamak 
            ve uygulatmakla yükümlü kılmaktadır. Başka bir anlatımla, uzlaşma ve 
            uyum ancak anayasal rejim çerçevesinde olanaklıdır. Bunun dışında 
            bir uzlaşma aramak anayasal kuralları savsaklamak anlamına 
            gelecektir.  
            Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet'in 
            ilkelerinden ve anayasal içeriklerinden yana taraftır, Anayasa'nın 
            buyurucu kuralları karşısında taraf olmak zorundadır. Başka ve 
            güncel bir deyişle, bu ilkeler ve onların anayasal içerikleri 
            Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejiminin "kırmızı çizgileri"dir. 
            Yürürlükteki anayasal kurallar uyarınca, başta aynı doğrultuda 
            andiçen milletvekilleri olmak üzere tüm yurttaşlar da Devlet 
            rejimini oluşturan anayasal kurallar çerçevesinde bu ilkelere uymak 
            zorundadırlar.  
            Cumhurbaşkanı'nın tarafsızlığı 
            siyasal tarafsızlıktır. Anayasa'nın 101. maddesinin son fıkrasında, 
            "Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir" 
            denilerek, Cumhurbaşkanı'nın siyasal yönden tarafsız olması 
            gerektiği açık biçimde belirtilmiştir.  
            Bu özellik, Cumhurbaşkanı ile 
            siyasal liderler arasındaki önemli bir farkı oluşturmaktadır. Asıl 
            önemli fark ise, Anayasa'nın 104. maddesine göre, Cumhurbaşkanı'nın 
            Devlet'in başı; 112. maddesine göre ise, Başbakan'ın, bir siyasal 
            organ olan Bakanlar Kurulu'nun başkanı olmasıdır. Başbakan, yürütme 
            görevinde, ancak ilişkin bulunduğu siyasal görüşü temsil edebilir. 
            Oysa, Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Ulusu'nun 
            temsilcisidir.  
            Temelinde Atatürk ilke ve 
            devrimleri bulunan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi, tüm 
            yurttaşların taraf olması gereken bir Devlet ideolojisidir. 
            Cumhurbaşkanı, anayasal devlet rejimine egemen olan değerleri 
            savunurken toplumun çeşitli kesimleriyle birlik içinde olabilir. 
            Cumhurbaşkanı'nın anayasal ilkelerden yana taraf olması, siyasal 
            taraflılık biçiminde yorumlanamaz.  
            Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin 
            temel ilkelerine karşı ortaya konulan eylem ve uygulamalara karşı 
            çıkmak ve engel olmak, Cumhurbaşkanı'nın içtiği andın ve anayasal 
            görevinin gereğidir. Bunun "siyasal muhalefet" görevi ile 
            karıştırılması son derece yanlıştır.  
            Yukarıda vurgulanan anayasal 
            zorunluluğa bağlı olarak, Anayasa'ya, hukukun evrensel ilkelerine ve 
            kamu yararına uygun görülmeyen yasalar ya da kimi maddeleri, bir kez 
            daha görüşülmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne geri 
            gönderilmiş; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce aynen kabul edilip de 
            Anayasa'ya aykırılık içeren yasalar ya da kimi kuralları için 
            Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açılmıştır.  
            Yine, anayasal kuralların özüne, 
            hukuk devleti niteliğine, onun gereği olan liyakat ve kariyer 
            ilkelerine, hukuka, kamu yararına ve hizmetin gereklerine uygun 
            olmayan kararname taslakları da imzalanmayarak geri gönderilmiştir.
             
            16 Mayıs 2000 günü Türkiye Büyük 
            Millet Meclisi'ndeki konuşmamda,  
            "Kimse hukukun üstünde değildir; 
            hukukun üstünlüğü ilkesi herkesi bağlamalı, Anayasa'nın, yasaların 
            ve hukukun gereği her zaman ve herkese karşı yerine getirilmelidir. 
            En büyük felaketin, hukuka ve adalete duyulan güvenin yitirilmesi 
            olduğu unutulmamalıdır."  
            demiştim. Tüm meslek yaşamımda 
            olduğu gibi Cumhurbaşkanlığım döneminde de bu düşüncenin 
            uygulayıcısı, izleyicisi ve gözeticisi olmaya çalıştım.  
            Değerli Konuklar,  
            "Türk Ulusu", birlik ve 
            bütünlüğümüzün ve bunun yarattığı ulusal devletin temel kavramıdır. 
            Yüce Atatürk, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk 
            Ulusu denir" anlatımıyla Ulus'un adını açıkça vurgulamış, içeriğini 
            belirlemiştir.  
            Atatürk Ulusçuluğu, bu anlatımda da 
            görüldüğü gibi ırk, dil, din, mezhep temeline değil, birleştirici, 
            bütünleştirici temele dayanır. Bunun doğal sonucu olarak Anayasa'da, 
            "Türk Devleti"ne yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkes "Türk" 
            sayılmıştır. Bu, ülke bölünmezliğini sağlayan bir ulusal kimliktir.
             
            Çok kültürlü toplumlarda "birlik" 
            ulusal devletle sağlanmış ve "tek ulus" ilkesi bu birliği sağlayan 
            ve pekiştiren en önemli öğe olmuştur. Toplumu oluşturan yurttaşların 
            tek ulus çatısında toplanması, laiklikte olduğu gibi, farklılıklar 
            korunarak birlikte yaşamanın en etkili yoludur. Bu gerçeği göremeyen 
            devletlerin tarihsel süreci çok kısa olmuştur.  
            Anayasa'daki egemenlik kayıtsız 
            koşulsuz Türk Ulusu'nundur kuralı, "Türk Ulusu" kavramının 
            çoğunluk-azınlık ya da din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapılmadan 
            yurttaşların tümünü kapsadığını göstermektedir.  
            Bayrağımızın dalgalandığı bu 
            topraklarda yaşamak hepimizi mutlu etmeli, bağımsızlığımızın sembolü 
            İstiklal Marşı'nın okunması hepimizi coşkulandırmalı, 
            duygulandırmalı, her kademede ayrım yapılmaksızın bu ülkeye hizmet 
            etme, hepimize düşen görev ve sorumluluk olmalıdır.  
            Ülke ve Ulus birliğine zarar 
            verecek, tekil ve ulusal devleti bozmaya kalkacak hiçbir eyleme izin 
            verilmeyeceği asla akıllardan çıkarılmamalıdır.  
            Türkiye'yi çağdışı rejime 
            sürüklemek isteyenlerin demokrasiden sözetmelerinin bir oyun olduğu 
            görülmelidir. Huzur ve iç barış olmadan siyasal istikrarın, ekonomik 
            kalkınma ve toplumsal gelişmenin hiçbir anlamının olmayacağı 
            anlaşılmalıdır. Temeli Atatürkçü düşünceye dayalı çağdaş 
            Cumhuriyet'te huzur da, denge de, istikrar da, ancak laiklik, 
            bölünmezlik ve ulus devlet yapısı güvenceye alınıp sürdürülerek 
            sağlanabilecektir.  
            Unutulmamalıdır ki, bu ülkeye ve 
            rejimimize en büyük kötülük, aymazlıktan gelmektedir ve bundan 
            kurtulmak rejimi korumanın koşuludur.  
            Anayasamıza göre, seçme ve seçilme 
            hakkını da kapsayan temel haklar ve özgürlükler, bireyin topluma, 
            ailesine ve diğer bireylere karşı ödev ve sorumluluklarını da 
            içermektedir. Yurttaşların oy kullanmaları aynı zamanda topluma 
            karşı ödevi ve sorumluluğudur.  
            Değerli Konuklar,  
            Türkiye'de siyasal rejim, 
            Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar 
            tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel 
            değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış 
            güçler, bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde 
            hareket etmektedir.  
            Dış güçler, Türkiye'nin İslam 
            ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin "laik 
            Cumhuriyet"ten, "demokratik Cumhuriyet" adı altında, "Ilımlı İslam 
            Cumhuriyeti"ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. Ilımlı İslam, 
            Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din 
            kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. Bu 
            niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler 
            için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir 
            geriye gidiş, daha açık söylemiyle, "irticai" bir modeldir. Türkiye 
            bölge için, ancak laik, demokratik hukuk devleti niteliği ile örnek 
            oluşturabilir; bu yöndeki deneyimlerini paylaşmaya hazırdır. 
             
            Ülkelerin yönetim sistemlerinin 
            değiştirilmesine direnen en önemli ögeler, ulus devletlerdir. Bu 
            nedenle, ulus devletlerin parçalanıp yok edilmesi ya da bölünüp 
            siyasal denetime alınması küresel sistemin başarısı için gerekli 
            görülmektedir. Bunun için de, ulusal ülkü, ulusal bilinç ve ulusal 
            dilin zayıflatılması, bu yolla ulusal benliğin yok edilmesine 
            çalışılmaktadır. Kimi ülkelerin düşün önderlerinin son yıllarda 
            Atatürk'e ve Atatürkçü düşünce sistemine yönelttikleri yoğun 
            eleştirilerin anlamı ve amacı açıktır.  
            İşin dikkat çekici yanı, Türkiye 
            Cumhuriyeti rejimini ılımlı İslam'a dönüştürmek için, dış ve kimi iç 
            odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı 
            altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır.  
            Oysa bu odakların bilmesi gereken 
            üç önemli gerçek vardır: Birincisi, ister "ılımlı", ister "köktenci" 
            olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve 
            bilime ters düşen bir yaklaşımdır. İkincisi, ılımlı İslam'ın çok 
            kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmazdır. Üçüncüsü de, 
            Türkiye Devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte 
            84 yıl önce yapmıştır. Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleri ile 
            Atatürk Ulusçuluğu'na bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk 
            devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir.
             
            Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş 
            felsefesi, siyasal yönden tekil devlet yapısını ve tam bağımsızlık 
            ilkesini, yönetsel yönden laik, demokratik, sosyal, hukuk devletini, 
            ekonomik, sosyal, kültürel ve sanatsal yönden de çağdaş bir 
            Türkiye'yi hedeflemektedir.  
            Türk Devrimi'nin genel amacı, 
            aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu çağdaşlaştırmaktır.
             
            Küresel sistemin üzerinde durduğu 
            bir başka alan ülkelerin doğal kaynakları ve üretim araçlarıdır. 
            Sistem, özelleştirme uygulamaları ile bu kaynak ve araçları ele 
            geçirmeye çabalamaktadır. Bunun ayırdında olan Amerika Birleşik 
            Devletleri, İngiltere ve Fransa gibi gelişmiş ülkeler, ulusal 
            güvenlikle doğrudan ya da dolaylı ilgili stratejik şirketlerin 
            yabancı sermayeye satışını önlemek için koruyucu önlemler 
            almaktadır. Rusya ve Latin Amerika ülkeleri ise, stratejik 
            şirketleri yeniden devletleştirmek için yoğun çaba içindedirler.
             
            Türkiye'de de stratejik konu ve 
            kuruluşların özelleştirilmesinden vazgeçilmelidir.  
            Türkiye'nin henüz tam olarak 
            Küresel Sistem'in egemenliğine girmemiş olması, Sistem ülkelerini 
            rahatsız etmektedir. Bunun nedeni, tüm çabalara karşın hala sağlam 
            bir Atatürkçü yapının sürüyor olması ve Cumhuriyet'in anayasal 
            kurumlarının ulusal çıkarlardan ödün vermeyen sağlam bir duruş 
            sergilemeleridir.  
            Ulus devletin, Ulus birliği ve Ülke 
            bütünlüğünün, tekil devlet ve laik Cumhuriyet'in koruyucusu ve 
            güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de, ilk kez iç ve dış 
            odakların hedefi durumuna gelmiştir. Bu odaklar niyetlerini açıkça 
            sergileyerek işi "hesap sorma" söylemine kadar vardırmışlardır.
             
            Türk Silahlı Kuvvetleri, anayasal 
            rejimin korunması yönünden, tüm anayasal organ ve kurumlar gibi 
            görevli ve taraftır. Ordu'yu yıpratarak etkisizleştirmek için, 
            zamanlaması ayarlanmış bir oyun oynanmaktadır.  
            Oysa, özellikle bölgesel 
            karışıklıkların yoğunlaştığı ve küresel güçlerin Ülkemiz üzerindeki 
            planlarının açığa çıktığı günümüzde Ordumuzu yıpratmak, bu planlara 
            destek olmak amacı taşımıyorsa, hiç düşünülmemesi gereken bir 
            olgudur.  
            Değerli Konuklar,  
            Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin 
            yaşadığı iç tehlikeleri ise uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Bunun 
            için 1930'lu, 40'lı, 50'li, 60'lı yıllara dönmeye de gerek yoktur. 
            Türkiye'de son 15-20 yıldır yaşanan toplumsal gelişmeler, toplumsal 
            ve bireysel yaşamda sergilenen çağ dışı görüntüler, dinci fetvalar, 
            saldırılar ve karışmalar, kamusal alanlarda türban kullanılmamasına 
            ilişkin tüm yüksek yargı kararlarına karşı tutumlar, görevi din 
            adamı yetiştirmek olan okulları bitirenler ile tarikat ve cemaat 
            mensuplarının Devlet'in her kademesine yerleştirilmeye 
            çalışılmaları, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğinin 
            anlaşılması için yeterli olacaktır.  
            Demokrasiyi yanlış yorumlayıp 
            değerlendirenlerin tutum ve davranışlarının en büyük zararının 
            Cumhuriyet'e ve demokrasiye olacağı gözden uzak tutulmamalıdır.
             
            Türkiye'nin siyasal rejimi, laiklik 
            konusunda duyarlı dengeler üzerine oturtulmuştur. Laiklik, din ve 
            inanç özgürlüğüne indirgenemez. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti 
            Devleti'nin sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal 
            temelinde laiklik ilkesi vardır. Tüm ilke ve devrimler, başka bir 
            deyişle Atatürkçü Cumhuriyet laiklik ilkesine dayanmaktadır. 
             
            Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli 
            kararlarında da belirtildiği gibi, laiklik, ülkelerin içinde 
            bulunduğu tarihsel, siyasal, toplumsal koşullara ve her dinin 
            bünyesinin gerektirdiği isterlere bağlı olarak ülkeden ülkeye 
            farklılık göstermektedir. Dini ve din anlayışı tümüyle farklı 
            ülkelerde laikliğin, aynı anlam ve düzeyde benimsenip uygulanması 
            beklenemez.  
            Anayasamızın dayandığı temel görüş 
            ve ilkeleri içeren, maddelerin amacını ve yönünü belirten Başlangıç 
            bölümünde, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının Devlet 
            işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı belirtilirken, 
            açık ve kesin biçimde laikliğin tanımı da yapılmıştır.  
            Bu tanıma göre laiklik, dinin 
            sosyal, siyasal ve hukuksal bir güç olmasını önleyen temel ilkedir. 
            Bu işlevine uygun olarak Anayasa'nın 24. maddesinde,  
            - Devlet'in sosyal, ekonomik, 
            siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına 
            dayandırılamayacağı,  
            - Dinin ya da din duygularının 
            yahut dince kutsal sayılan şeylerin siyasal ya da kişisel çıkar 
            yahut nüfuz sağlama amacıyla kötüye kullanılamayacağı,  
            belirtilmiştir.  
            Laiklik ilkesinin, Anayasa'nın 24. 
            maddesindeki tanımı ve içeriğiyle, din kurallarının toplumsal yaşam 
            dışında yalnızca bireysel yaşam alanını düzenlediğinin kabulü 
            zorunludur.  
            Değerli Konuklar,  
            Anayasamızın 2. maddesinde, Türkiye 
            Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında sayılan hukuk devletinin en 
            önemli özelliği hukukun üstünlüğünün kabul edilmiş olmasıdır. Hukuk 
            devleti ilkesinin işlerliği yönünden ve hukukun üstünlüğünün gereği 
            olarak, yasama ve yürütme işlemleri yargı denetimine bağlı 
            tutulmuştur.  
            Güçler ayrılığını benimseyen 
            parlamenter demokrasilerde, yargı, rejimden ve demokrasiden sapmayı 
            önleyici bir denge düzeneği olarak öngörülmüştür. Bunun sonucunda 
            yargı erki, yasamaya, özellikle gerçek gücü elinde bulunduran 
            yürütmeye ve bu iki erkin birlikteliğinden oluşacak üstün güce karşı 
            korunmuş ve bağımsız kılınmıştır. Tam bağımsız olmayan yargının, 
            denge öğesi görevini sağlıklı biçimde yerine getirmesi olanaksızdır.
             
            Yargı bağımsızlığının 
            gerçekleştirilebilmesi için, mahkemelerin yanında, yargı erkinin en 
            önemli öğesi ve temsilcisi olan yargıçların da bağımsız ve güvenceli 
            olması gerekmektedir.  
            Bu nedenle, Anayasa'nın 9. 
            maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına "bağımsız 
            mahkemelerce" kullanılacağı, 138. maddesinde de, yargıçların 
            görevlerinde bağımsız oldukları belirtilmiştir.  
            Yine Anayasamızda, yargı erkinin 
            yürütmenin etki ve karışmasından uzak tutulabilmesi için kimi 
            düzenlemeler yapılmıştır. 140. maddede, yargıçların, mahkemelerin 
            bağımsızlığı ve yargıçlık güvencesi ilkelerine göre görev 
            yapacakları; 138. maddede de, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak 
            vicdani kanaatlerine göre hüküm verecekleri, hiçbir organ, makam, 
            merci ya da kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve 
            yargıçlara emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, 
            tavsiye ve telkinde bulunamayacağı kurala bağlanmıştır.  
            Yargı organlarının kuruluşu, 
            çalışma ilkeleri, yargıçların seçimi ve özlük hakları konularında 
            yargı bağımsızlığını gölgeleyecek yöntemlerden uzak durulması, hukuk 
            devleti ilkesinin gereğidir.  
            Yargıç ve savcıların tüm özlük ve 
            disiplin işleri, Yargıtay, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi 
            üyelerinin seçimi gibi önemli yetkilerle donatılmış Hakimler ve 
            Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumunda bir siyasal parti mensubu olan 
            Bakan'ın ve onun buyruk ve yönergeleri ile hareket eden Müsteşar'ın 
            yer alması yargı bağımsızlığını, dolayısıyla hukuk devleti ilkesini 
            zedelemektedir.  
            Avrupa Komisyonu'nun 08.11.2006 
            günlü Türkiye 2006 İlerleme Raporu'nda, Hakimler ve Savcılar Yüksek 
            Kurulu'nun sekreteryasının, bütçesinin ve binasının olmaması, 
            müfettişlerin üst kurul yerine Adalet Bakanlığı'na bağlı bulunması 
            ve Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı'nın Kurul'un oy hakkına 
            sahip üyeleri olması eleştiri konusu yapılmıştır.  
            Yine, 06.03.2007 gününde yayımlanan 
            Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı 2006 yılı İnsan 
            Hakları Raporu'nun Türkiye'ye ilişkin bölümünde, her yıl olduğu 
            gibi, "Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na üye 
            olarak katılmasının Adil Yargılanma Hakkına aykırı olduğu" 
            belirtilmiştir.  
            Çeşitli hükümet programlarında da 
            vurgulandığı gibi, yargının kişiselleştirilmesi ve 
            siyasallaştırılmasının önlenebilmesi için, yargı bağımsızlığıyla 
            bağdaşmayan bu durumun ivedi olarak düzeltilmesi gerekir. 
             
            Unutulmamalıdır ki, yargıç 
            güvencesi yargı bağımsızlığının, yargı bağımsızlığı da devlete 
            güvenin ön koşuludur.  
            Yasama ve yürütme organlarının da 
            yargının siyasallaştırılmasından özenle kaçınmaları gerekir. 
            Yargının siyasallaştırılması durumunda bundan zarar görecek olan 
            başta yine Devlet organlarıdır. Bununla da kalmayacak, tüm Devlet 
            kurumları, insani değerler ve bireyler de bu zarardan paylarını 
            alacaklardır.  
            Değerli Konuklar,  
            Anayasa'da, demokratik devlet 
            niteliği Türkiye Cumhuriyeti'nin değiştirilemez nitelikleri arasında 
            sayılmış; demokrasiye en uygun yönetim biçimi olarak parlamenter 
            hükümet sistemi kabul edilmiştir.  
            Yine Anayasamıza göre, egemenlik 
            kayıtsız koşulsuz Ulus'undur ve Türk Ulusu egemenliğini, Anayasa'nın 
            koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanmaktadır.
             
            Ulusal egemenliğin kaynağı ulusal 
            istençtir ve ulusal istenç, ancak özgür seçimlerle yaşama 
            geçirilebilir. Bunun için Anayasa'da, tüm yurttaşlara seçme, seçilme 
            ve siyasal etkinlikte bulunma hakkı getirilmiştir. Seçme, seçilme ve 
            siyasal etkinlikte bulunma hakkı, demokrasinin yeterli değil, ancak 
            gerekli koşuludur.  
            Devlet yönetiminin aksamaması da 
            gözetilerek ulusal istencin parlamentoya en geniş biçimde yansıması, 
            çoğulcu ve katılımcı demokrasinin ve ulusal egemenliğin gereğidir. 
            Bu nedenle, Anayasa'da, seçim yasalarının "temsilde adalet" ve 
            "yönetimde istikrar" ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenmesi 
            öngörülmüştür.  
            Bu iki ilkenin, seçme ve seçilme 
            hakkının özünü zedelemeyecek ve Devlet yönetimini aksatmayacak 
            biçimde dengelenmesi, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve 
            ölçülülük ilkesi çerçevesinde bağdaştırılarak seçim sistemine 
            dengeli biçimde yansıtılması anayasal zorunluluktur.  
            Yönetimde istikrar ilkesi, salt 
            çoğunluğu sağlayacak seçim sistemini değil, istikrarlı yönetimi 
            olanaklı kılacak adaletli bir temsil sistemini gerektirmektedir. 
            Adalet, yönetimde istikrarın da temel koşuludur. Yalnızca istikrar 
            ilkesini gözetmek, temsilde adalet olmayınca istikrarsızlık 
            yaratacaktır.  
            Seçim sistemimiz incelendiğinde, 
            iki ilke arasında olması gereken dengenin, yönetimde istikrar ilkesi 
            lehine önemli ölçüde bozulduğu görülmektedir. 2002 yılındaki 
            seçimlerde geçerli oyların yaklaşık üçte birini alarak Meclis'te 
            yaklaşık üçte ikilik temsil oranına ulaşılması bunun açık kanıtıdır.
             
            Ayrıca, toplam kayıtlı seçmen 
            sayısına göre, seçmenlerin yüzde 59.14'ü, toplam oy kullanan 
            sayısına göre ise, yüzde 48.37'si Meclis'te temsil edilmemiştir. Bu 
            durum, iki ilke arasındaki dengenin nasıl bozulduğunu 
            göstermektedir. Bunun da nedeni Seçim Yasası'ndaki ülke geneli 
            barajıdır.  
            Siyasal ve bunun getirisi olarak 
            ekonomik istikrar uğruna temsilde adalet ilkesinin gözardı edilmesi, 
            Türkiye Cumhuriyeti rejiminin istikrarını bozacak düzeye 
            ulaşabilecektir.  
            Seçim sisteminin, ulusal istencin 
            adaletli olarak Meclis'e yansımasını sağlayacak biçimde ivedilikle 
            düzeltilmesinde, başka bir deyişle ülke geneli barajının 
            düşürülmesinde yarar bulunmaktadır.  
            Unutulmamalıdır ki, demokrasi, 
            yalnızca çoğunluk yönetimini öngördüğü için değil, azınlıkta 
            kalanların haklarının korunduğu, seslerinin duyurulduğu, 
            görüşlerinin yönetime yansıtıldığı için üstün nitelikli bir 
            yöntemdir.  
            Anayasa'nın 68. maddesinde, siyasal 
            partilerin demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri olduğu 
            belirtildikten sonra 69. maddesinde, siyasal partilerin iç 
            düzenlemeleri ve çalışmalarının demokratik ilkelere uygun olacağı 
            vurgulanmıştır.  
            Böylece, Anayasa Koyucu, siyasal 
            partisiz demokrasi olamayacağını kabul ederken, siyasal partilerin 
            demokrasiyi gerçekleştirebilmeleri için öncelikle iç 
            yapılanmalarının ve çalışmalarının demokrasinin gereklerine uygun 
            olmasını zorunlu görmüştür.  
            Günümüzde, siyasal partilerin en 
            önemli sorunu parti içi demokrasinin eksikliğidir. Partilerin her 
            kademedeki görevlileri, lidere bağlılıkları esas alınarak 
            göstermelik seçimlerle işbaşına gelmekte, seçimle oluşan organların 
            yeterli güvencesi bulunmamakta, ülke sorunlarıyla ilgili 
            düşüncelerini özgürce dile getirememektedirler.  
            Siyasal partilerin topluma öncülük 
            edebilmesi ve çoğulcu demokrasiyi etkin kılabilmesi, parti içi 
            hukuksal ve demokratik düzenin kurulması ve işlerlik kazanmasıyla 
            olanaklıdır.  
            Türkiye'nin demokratikleşme 
            sürecini başarıyla sürdürmesi ve çağdaş demokratik yapıya kavuşması 
            için siyasal partiler ve seçim yasalarında günün koşullarına uygun 
            değişikliklerin yapılması, Siyasal Partiler Yasası'nda parti içi 
            demokrasiyi sağlayıp güvence altına alacak sistemin getirilmesi 
            zorunlu duruma gelmiştir.  
            Değerli Konuklar,  
            Anayasa'nın 83. maddesinde, Türkiye 
            Büyük Millet Meclisi üyeleri için yasama sorumsuzluğu ve yasama 
            dokunulmazlığı birlikte düzenlenmiştir.  
            Maddenin birinci fıkrasına göre, 
            milletvekilleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözleri ile Meclis'te 
            ileri sürdükleri düşünceleri nedeniyle sorumlu tutulamazlar. 
             
            Parlamenter demokratik sistemi 
            benimseyen her ülkede olduğu gibi, Anayasamızda da, çok yerinde 
            olarak, kamu yararı amacıyla milletvekilleri için yasama 
            sorumsuzluğu öngörülmüştür.  
            Yasama sorumsuzluğu, yasama organı 
            üyelerine kişisel yarar ya da ayrıcalık tanımak için değil, ulusal 
            istencin tam olarak gerçekleşebilmesi amacıyla öngörülen bir 
            güvencedir.  
            Bu güvence ile, yasama organı 
            üyelerinin, yasama işlevini hiçbir kuşku, baskı ya da ceza tehdidi 
            altında kalmadan, özgür, bağımsız ve korkusuzca yerine getirmesi 
            sağlanmaktadır.  
            Ne var ki, Anayasa'da bununla 
            yetinilmemiş, maddenin ikinci fıkrasında, seçimden önce ya da sonra 
            suç işlediği ileri sürülen milletvekilinin, Meclis kararı olmadıkça 
            tutulamayacağı, sorguya çekilemeyeceği, tutuklanamayacağı, 
            yargılanamayacağı ve üyelik süresince verilen ceza hükmünün yerine 
            getirilemeyeceği belirtilerek, milletvekilleri için, parlamenter 
            işlevi dışındaki kişisel eylemleri nedeniyle yasama dokunulmazlığı 
            da getirilmiştir.  
            Yasama dokunulmazlığı, yasama 
            organı üyelerinin, yasama işlevi dışındaki etkinliklerinden 
            kaynaklanan her türlü suç nedeniyle sorgulanmasını, tutuklanmasını 
            ve yargılanmasını önlemek üzere öngörülen bir ayrıcalıktır. 
             
            Yasama işlevinin sağlıklı 
            yürüyebilmesi için yasama sorumsuzluğu gereklidir ve yeterlidir. 
            Milletvekillerinin yasama işlevi dışındaki eylemleri nedeniyle 
            dokunulmazlık zırhına bürünmeleri, saydam toplum isterleriyle 
            bağdaşmamakta, yolsuzlukla savaşım çabalarına olumsuz etki 
            yapmaktadır.  
            Ayrıca, bu durum, ceza adaletinde 
            eşitlik ilkesiyle çelişmekte, Yüce Meclis'in saygınlığına gölge 
            düşürmekte ve yasama erkinin yüceliğiyle bağdaşmamaktadır. 
             
            Bu nedenlerle belirtmek isterim ki, 
            yasama dokunulmazlığının kaldırılması, hukuk devleti ilkesi ile 
            demokratik değerlerin gereğidir ve toplumsal beklentilere olumlu 
            yanıt oluşturacaktır.  
            Sırası gelmişken, yasama 
            dokunulmazlığı ile memur güvencesini birbirine karıştırmamak 
            gerektiğini de vurgulamak isterim.  
            Anayasa'nın 129. maddesi ve 
            02.12.1999 günlü, 4483 sayılı Yasa'da, memurlar ve diğer kamu 
            görevlilerine ilişkin soruşturma açılması izne bağlanmıştır; ancak, 
            bu düzenlemelerin yasama dokunulmazlığı ile karşılaştırıldığında iki 
            önemli farkı olduğu görülmektedir.  
            Öncelikle, memurlar ile diğer kamu 
            görevlilerinin yargılanabilmeleri için izin alınması, kişisel 
            suçlarda değil, yalnızca "görevleri nedeniyle işledikleri suçlar"da 
            söz konusudur. İkincisi de, bu izin, mutlak sonuç doğuran bir izin 
            olmayıp, idari yargı denetimine bağlıdır.  
            Değerli Konuklar,  
            Demokratik toplumlar, temel hak ve 
            özgürlüklere dayalı toplumlardır. Bu tür toplumlarda, devletin 
            görevi, temel hak ve özgürlükleri korumak ve geliştirmektir. Temel 
            hak ve özgürlükler arasında, düşünceyi açıklama özgürlüğü önemli bir 
            yer tutmaktadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğünün olağan yollarından 
            biri basındır.  
            Basının, düşüncenin açıklanmasında 
            oynadığı önemli rol gözönünde tutularak, çağdaş anayasalarda basın 
            özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin özel bir türü olarak 
            düzenlenmiştir.  
            Anayasa'nın 26.maddesinde, 
            düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün haber almak ve vermek 
            özgürlüğünü de kapsadığı; 28. maddesinde de, basının özgür olduğu, 
            devletin basın ve haber alma özgürlüğünü sağlayacak önlemleri 
            alacağı belirtilmiştir. Basın özgürlüğü, düşünceyi açıklama 
            özgürlüğünü tamamlayan ve onun kullanılmasını sağlayan özgürlüktür.
             
            Demokratik toplumlarda basının 
            işlevi, bu hak ve özgürlükler bağlamında kamu yararını ilgilendiren 
            olay ve konularda açıklamalar yapmak, haber ve bilgi vermek, 
            eleştiri ve yorumlarla kamuoyu oluşturmak, toplumu aydınlatmaktır.
             
            Bu önemli işlevi nedeniyle basın 
            özgürlüğünün, kamu otoritelerine karşı olduğu kadar özel güçlere 
            karşı da korunması gerekmektedir.  
            Medyanın belli kişi ya da gruplar 
            elinde toplanması, gücünün o kişi ya da grupların çıkarı için 
            kullanılmasına neden olabilecektir.  
            Bu durum, bir yandan ekonomik 
            alanda haksızlık yaratacak, öte yandan haber alma özgürlüğünü 
            kısıtlayabilecek ve medya gücünün çıkar amaçlı kullanılmasına hizmet 
            edebilecektir.  
            Kamu hizmeti veren medyanın, kişi 
            ya da grupların eline geçerek bireysel çıkarlara hizmet edecek 
            ticari nitelik kazanması, medya-siyaset bağlantısının güçlenmesi, 
            medyanın Devlet'le ticari ilişkiye girmenin aracı olarak 
            kullanılması kamu yararı ve kamu düzenine zarar vermekle kalmayacak, 
            aynı zamanda demokrasiyi de olumsuz etkileyecektir.  
            Devlet'le ticari ilişkiye giren 
            medya sahibi sermaye gruplarının, medyayı kullanarak siyasal 
            iktidarlar üzerinde baskı kurabilecekleri ya da tam tersine siyasal 
            iktidarların sermaye grupları aracılığıyla medyayı 
            kullanabilecekleri açık gerçeklerdir.  
            Sermayenin belli kişi ya da 
            grupların elinde toplanması, çok sayıda medya organının belli kişi 
            ya da gruplarca sahiplenilme olasılığı, medyada tekelleşmeye neden 
            olabilecektir. Tekelleşerek sorumluluk bilincinden uzaklaşacak 
            medya, her sorumsuz güç gibi toplumsal yaşamı ve ulusal güvenliği 
            tehlikeye sokabilecektir.  
            Medyanın kamuoyunu etkileme gücü, 
            dolayısıyla bu gücün olumsuz kullanılması olasılığının yüksekliği, 
            yabancılaştırma olgusunun da çok iyi düşünülmesi gerektiğini 
            göstermektedir. Yabancılaştırmanın uzun erimde ulusal benliğimize 
            vereceği zarar çok iyi değerlendirilmelidir.  
            Toplumsal görevini yerine 
            getirebilmesi için basın özgürlüğü ile donatılan medyanın da 
            sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gereklidir. Anayasa ve 
            yasalarda temel hak olarak düzenlenen basın özgürlüğü ile kişilik 
            hakkının çatışması her zaman olanaklıdır. Bu konuda dengeyi 
            sağlamak, Devlet'in olduğu kadar medyanın da görevidir.  
            Demokratik toplumlarda, hem basın 
            özgürlüğü hem de kişilik hakkı, temel hak ve özgürlük olarak 
            anayasalarda düzenlenip korunmuş olmakla birlikte, kişilik hakkının, 
            basın özgürlüğünün sınırlarından birini oluşturduğunda duraksamaya 
            yer yoktur.  
            Basın, bir olayı açıklarken, 
            değerlendirme ya da eleştiri yaparken kişilik haklarına, özel 
            yaşama, gizlilik alanına, mesleki ve ticari saygınlığa karışmamalı, 
            kişinin maddi ve manevi zarara uğramasına neden olmamalıdır. 
             
            Basının saygınlığının ve 
            güvenirliğinin artması, medya gücünün kötüye kullanılmasının 
            önlenmesine, bu gücün kişisel çıkarlardan ve ticari kaygılardan uzak 
            tutulmasına, yansız, doğru, ilkeli, kişilik haklarına ve özel yaşama 
            saygılı habercilik anlayışının benimsenmesine, her koşulda meslek 
            etiğinin gözetilmesine bağlıdır.  
            Değerli Konuklar,  
            21. yüzyılın ilk aylarında 
            devraldığım görevimin sonlarına yaklaşırken, uluslararası konulara 
            ilişkin kimi gözlemlerimi de paylaşmak istiyorum.  
            Batı ile Doğu'nun kesiştiği 
            coğrafyadaki konumumuz, tarihsel ve kültürel değerlerimiz, ülkemizin 
            etkin ve çok boyutlu bir dış politika izlemesini olanaklı ve gerekli 
            kılmaktadır. Yüzyıllara yayılan deneyimimizin yarattığı denge, 
            Cumhuriyetimizin çağdaşlaşma yolunda getirdiği kazanımlar, evrensel 
            değerlere ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir anlayışla örülmüş, 
            ülkemize dünya üzerinde benzersiz bir konum kazandırmıştır. 
             
            Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu 
            yana, uluslararası ilişkilerdeki gelişmeler ve bugünkü küresel 
            ortam, Ulu Önder Atatürk'ün öngörülerinin ne kadar sağlam olduğunu 
            göstermektedir. Onun "Yurtta Barış, Dünyada Barış" sözleriyle 
            çizdiği yol, dışarıda istikrar, güvenlik ve gönenci hedef almayı, bu 
            hedefe ulaşmak için gereken gücü de içerideki ulusal birlik ve 
            beraberlikten sağlamayı öğütleyen bir ışık olmuştur. Bu ışık, 
            şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da yolumuzu aydınlatmayı 
            sürdürecektir.  
            Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 
            yüzüncü yılını kutlayacağı güne vardığında, dünyanın en güçlü, 
            saygın ve her yönden önde gelen ülkeleri arasında olacaktır. 
             
            Değerli Konuklar,  
            Avrupa Birliği, çağımızın en 
            başarılı siyasal ve ekonomik bütünleşme girişimlerinden biridir. Bu 
            bütünleşme süreci Avrupa'ya barış, istikrar ve gönenç getirmiştir. 
            Türkiye'nin katılımı bu süreci pekiştirecek, Avrupa'daki barış ve 
            istikrarı daha geniş bir coğrafyaya taşıyacak, getireceği stratejik, 
            ekonomik ve askeri katkılarla Birliğe küresel bir oyuncu niteliği 
            kazandıracaktır.  
            Avrupa Birliği, Büyük Atatürk'ün 
            gösterdiği çağdaş uygarlık yönündeki en anlamlı duraklardan birini 
            oluşturmaktadır. Birliğin Ekim 2005'te Türkiye ile katılım 
            görüşmelerini başlatması, ortak değerlere bağlı her Avrupa ülkesine 
            kapısının açık olduğunu göstermesi yönünden önemli bir aşama 
            oluşturmuştur.  
            Bununla birlikte, son dönemde 
            yaşanan gelişmeler, kimi üye ülkelerin iç politikadan kaynaklanan 
            nedenlerle, Birliğin bu stratejik yönelimine bağlı kalmakta 
            zorlandığını ortaya koymaktadır. Geçtiğimiz Aralık Doruğu'nda 
            katılım sürecimize ilişkin alınan kararın, Birlik içindeki kimi 
            kesimlerce Türkiye'ye karşı sergilenen önyargılı tutumun yansımasını 
            oluşturduğunu düşünüyoruz. Çözüm yeri Avrupa Birliği olmayan yapay 
            sorunlarla katılım sürecimizin tıkanmasının, aynı zamanda Birliğin 
            kendi önünü keseceğini, geleceğe yönelik stratejik yararlarını 
            gölgeleyeceğini anımsatmak isterim.  
            Türk Ulusu'nun hedefi, uygar ve 
            çağdaş bir toplumsal yaşam sürdürmektir. Bu hedefe yönelik 
            çabalarımız, Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinden bağımsız olarak 
            sürmektedir ve Türkiye, bu süreci ulusal yarar ve onurunu gözeterek, 
            bunlardan ödün vermeden gerçekleştirmeye kararlıdır.  
            Türk Ulusu'nun Avrupa Birliği 
            sürecine verdiği desteğin, Birliğin Türkiye'ye yönelik tutumuna 
            bağlı bulunduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.  
            Değerli Konuklar,  
            Kıbrıs konusu, Türk Ulusu'nun her 
            bireyi için bir "ulusal dava" niteliği taşımaktadır. Ada'da 
            gerçeklerle uyumlu, hakça ve kalıcı bir çözüme ulaşılması, öteden 
            beri Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin başlıca hedefi 
            olmuştur. Bu anlayışla sürdürdüğümüz politika, Kıbrıs'da gerçekte 
            çözüm isteyen tarafın kim olduğunu ortaya koymuştur.  
            Kıbrıs'da 2004 yılında Birleşmiş 
            Milletler Genel Sekreteri'nin Planına ilişkin halkoylamalarıyla 
            başlayan süreçteki gelişmeler, hem Türkiye, hem Kıbrıs Türk halkı 
            için hayal kırıcı olmuştur. Çözümü reddeden taraf ödüllendirilmiş, 
            çözüm isteyen ve kendisi için sıkıntılar yaratacak kurallar 
            içermesine karşın, Plana halkoylamasında evet diyen taraf ise 
            cezalandırılmıştır.  
            Kıbrıs'da her yönden eşit iki halk, 
            iki demokratik düzen ve iki devlet vardır. Ada'da çözüme yönelik 
            çabalar da bu gerçekleri gözönünde tutmak zorundadır. 2004 yılında 
            halkoylamasına sunulan Plan artık geçersizdir. Gelecekte yapılması 
            olası görüşmelerde de gündeme getirilmesi sozkonusu olamaz. 
            Kıbrıs'da güvenlik ve istikrarı yerleşik Birleşmiş Milletler 
            ölçütleri temelinde siyasal eşitlik ve iki kesimlilik ilkelerini 
            karşılayan, yeni bir ortaklık kurulmasına dayalı çözüm sağlayabilir.
             
            Rum Yönetimi, yapıcı olmaktan uzak 
            tutumunu son dönemde tırmandırdığı gibi, sorumsuz ve kışkırtıcı 
            biçimde 2003 yılından bu yana Doğu Akdeniz'deki ülkelerle deniz 
            yetki alanlarını paylaşmaya çalışmaktadır.  
            Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk 
            Cumhuriyeti, Rumların bu girişimlerini yakından izlemekte ve gerekli 
            önlemleri almaktadır. Yarı kapalı bir deniz niteliğindeki Doğu 
            Akdeniz'de Türkiye'nin, Kıbrıs Adası'nın deniz alanlarında ise Kuzey 
            Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin yasal hak ve çıkarları bulunmaktadır. 
            Bunlardan ödün verilmesi sözkonusu olmadığı gibi, bölgedeki 
            haklarımızı kararlılıkla korumayı sürdüreceğimizi vurgulamak 
            isterim.  
            Bu gelişmeler de göstermektedir ki, 
            Rum tarafının hakça bir çözüme ve sorumluluk içinde davranmaya 
            yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği'ne önemli 
            görevler düşmektedir. Bunların başında, çözüm yönündeki istencini 
            açık biçimde her zaman ortaya koyan Kıbrıs Türk tarafı üzerindeki 
            yalıtılmışlığın, daha fazla gecikmeden kaldırılması gelmektedir.
             
            Değerli Konuklar,  
            Dış politikamızın temel bir 
            eksenini de Amerika Birleşik Devletleri'yle ilişkilerimiz 
            oluşturmaktadır. Bu ilişkiler aynı zamanda Avrupa Birliği'ne üyelik 
            sürecimizi tamamlayan önemli bir öge niteliği taşımaktadır. 
             
            Amerika Birleşik Devletleri'yle 
            köklü bağlarımız çok geniş bir alanı kapsamakta, aramızdaki derin 
            dostluk ve işbirliği, birçok konuda ortak anlayışı da beraberinde 
            getirmektedir. Geçtiğimiz yıl iki ülke arasında kabul edilen "Ortak 
            Stratejik Vizyon Belgesi", bu anlayış birliğini bir kez daha 
            vurgulamış, daha örgün bir işbirliğinin önünü açmıştır.  
            Önümüzdeki dönem, Türkiye ile 
            Amerika Birleşik Devletleri'nin pek çok bölgesel ve küresel konuda 
            daha yakın bir işbirliği içinde olmasını gerektirecektir. 
            İlişkilerimizin dayandığı geniş payda üzerinde birbirimize 
            sağlayacağımız katkılar, ortak hedeflerimize ulaşmamızı 
            kolaylaştıracak, aramızda varolan danışma ve eşgüdüm 
            pekiştirilecektir. Bu bağlamda, kimi çevrelerin etkisi altında, 
            onarımı olanaklı bulunmayan adımlardan kaçınılmasının önemini bir 
            kez daha vurgulamakta yarar görüyorum.  
            NATO, Türkiye ile Amerika Birleşik 
            Devletleri arasındaki bağlaşıklığın yapı taşlarından biridir. 
            Değişen dünya koşullarına başarıyla uyum sağlayan Kuzey Atlantik 
            Antlaşması, ülkemizin dış ve güvenlik politikasındaki kilit konumunu 
            korumaktadır. Türkiye, Avrupa'nın güvenlik alanında attığı adımları 
            da tutarlı ve bütüncül bir yaklaşımla desteklemekte, ancak bu 
            alandaki gelişmelerin NATO'nun sağlayageldiği kazanımları 
            aşındırmadan ilerletilmesine önem vermektedir.  
            Değerli Konuklar,  
            Yaşadığımız coğrafya geçmişte 
            olduğu gibi günümüzde de sık sık çatışma ve bunalımlara sahne 
            olmaktadır. Bölgemiz, tarafı ve nedeni olmadığımız birçok sorunla 
            örülüdür. Bu sorunların aşılarak çevremizde bir uyum ve istikrar 
            kuşağı oluşturulması başlıca hedefimizdir.  
            Bu hedef doğrultusunda, 
            Balkanlar'dan Kafkaslar'a, Karadeniz'den Orta Doğu'ya, başta 
            komşularımız olmak üzere bölge ülkeleriyle gerçekçi, saydam ve 
            barışçıl ilişkiler sürdürmek hep dileğimiz olmuştur. Bu 
            yaklaşımımızı paylaşan her ülke ortağımızdır.  
            Orta Doğu'nun kemikleşmiş 
            sorunlarını geride bırakarak hızlı adımlarla barış ve gönence 
            ilerlemesi, bölgesel ve küresel istikrara kuşkusuz önemli katkılar 
            sağlayacaktır. Bölgede kalıcı barış ve istikrarın sağlanması yönünde 
            gösterdiğimiz çabaları yılmadan sürdürmemiz gerekmektedir. Ancak, ne 
            yazık ki, bölge koşulları günümüzde bu hedefe ulaşmaktan bir hayli 
            uzaktır.  
            Irak'taki gelişmeler kaygı 
            vericidir. Yakın tarihsel ve kültürel bağlarımız bulunan Irak 
            halkının güvenlik ve esenlik ortamına kavuşması için Türkiye elinden 
            gelen yardımı sürdürecektir.  
            Irak'ın güvenlik ve istikrara 
            kavuşabilmesi için en temel koşul, ülkenin toprak bütünlüğü ve 
            siyasal birliğinin korunmasıdır. Bu koşul, bölgenin esenliği 
            açısından da zorunludur. Tersine bir gelişmenin Irak'ı onlarca yıl 
            geriye götürmesi, Orta Doğu ve yakın bölgenin çok uzun süreli 
            istikrarsızlıklara sürüklenmesine yol açabilir. Kuşkusuz küresel 
            yansımaları da olacak böyle bir ayrışmanın önüne geçilmesi yaşamsal 
            bir önem taşımaktadır.  
            Bu çerçevede kimi grupların Irak 
            halkının ortak istencini gözardı ederek, kendi dar görüşlü 
            gündemleri doğrultusunda kazanım peşinde koşmaları kabul edilemez. 
            Bu önemli dönemeçte hiçbir kesimin dışlanmaması, ortak çıkarın 
            birlik ve beraberlikte olduğunun anlaşılması, Irak'da huzurlu bir 
            geleceğin güvencesi olacaktır.  
            Bu ortamda giderek tırmanan mezhep 
            çatışmalarına da ayrı bir dikkat göstermek gerekmektedir. Etkisi 
            Irak'ın sınırlarını aşıp, bölgesel bir çekişme ve gerginliğe yol 
            açabilecek bu gelişmenin daha fazla kan dökülmeden önüne geçilmesi, 
            her geçen gün daha da ivedilik kazanmaktadır. Burada bölgenin ileri 
            gelen kimi ülkelerine kuşkusuz önemli görev ve sorumluluklar 
            düşmektedir.  
            Irak'ın geleceğinde Kerkük konusu 
            belirleyici bir nitelik taşıyacaktır. Irak'ın pek çok yönden küçük 
            bir örneği olan kentin statüsünün uyum içinde, tüm kesimlerin 
            istemleri gözetilerek belirlenmesi, Irak'da kalıcı istikrara yönelik 
            sağlam bir adım oluşturacaktır.  
            Irak bağlamında Türkiye için bir 
            başka kaygı kaynağını, bölücü terör örgütünün Irak'ın kuzeyindeki 
            varlığı oluşturmaktadır.  
            Türkiye, kendi ulusal güvenliğine 
            ve toprak bütünlüğüne yönelik böylesine önemli bir tehdide karşı 
            uzun süre izleyici konumunda kalamaz. Bu nedenle, Iraklı ve 
            Amerikalı yetkililerle yürüttüğümüz temasların hızla somut sonuçlar 
            vermesini diliyoruz. Bu sorun bir an önce çözülmelidir.  
            Türkiye terörle savaşım konusunda 
            küresel düzeyde üzerine düşenleri yerine getirmektedir. Bizimle aynı 
            sözleşmelere imza atmış bulunan ülkelerin, özellikle Batılı 
            bağlaşıklarımızın da bölücü terör örgütüyle savaşımda gerekli 
            duyarlılığı ve işbirliğini göstermelerini bekliyoruz.  
            Orta Doğu'da kalıcı barış ve 
            istikrara açılan kapının anahtarı Filistin sorununun çözümündedir. 
            Bu bağlamda son dönemdeki gelişmeler umut verici sayılabilir. 
            Filistin'de kurulan Ulusal Birlik Hükümeti ile iç barışın 
            sağlanması, kamu düzeninin yeniden işlemesi ve Filistin halkının 
            sıkıntılarının giderilmesi yönünden yeni bir pencere açılmıştır. 
            Bunun gerektiği biçimde değerlendirilmesi durumunda barış sürecinin 
            de önünün açılabileceğini düşünüyoruz.  
            Sorunlarla örülü Orta Doğu'nun yeni 
            bir bunalımı kaldırma gücü yoktur. Özellikle bu yönden, İran'ın 
            nükleer programına ilişkin gelişmeleri yakından ve kaygıyla 
            izliyoruz.  
            Değerli Konuklar,  
            Türk-Yunan ilişkilerindeki olumlu 
            gelişmeler, iki tarafın da geleceğe daha güvenle bakmasını 
            sağlayacak, gelecek kuşaklara yeni olanaklar sunacaktır. 
            Yunanistan'ın da bu bilinç ve istenci paylaşması, varolan sorunların 
            çözümünü kolaylaştıracaktır. Komşumuzdan karşılıklı güven ve 
            dostluğa inanmasını ve sorunların çözümüne katkıda bulunmasını 
            bekliyoruz. Batı Trakya Türk azınlığının uluslararası anlaşmalarla 
            güvence altına alınmış "azınlık hakları"nı tanıması da 
            beklentilerimiz arasındadır.  
            Kafkaslar gelecekte de, başta 
            enerji ve ulaşım yolları bağlamında olmak üzere, stratejik konumuyla 
            uluslararası gündemin üst sıralarında yer almaya adaydır. Gerek bir 
            bütün olarak bu bölgeyle, gerek bölgedeki ülkelerle ilişkilerimiz 
            bundan sonra da önemini koruyacaktır.  
            Türkiye'nin çevresinde oluşturmayı 
            başlıca hedef edindiği barış, işbirliği ve gönenç kuşağına 
            Ermenistan'ın da katılması dileğimizdir. Ancak unutulmamalıdır ki, 
            günümüzün dünyasında uygar bir ilişki düzeyi, en azından iyi 
            komşuluk ilişkileri ve temel uluslararası hukuk ilkelerine 
            bağlılıktan geçmektedir.  
            1915 olaylarını irdelemek üzere 
            ortak bir komisyon kurulması yönündeki önerimiz açık ve özgüvenli 
            yaklaşımımızın göstergesidir.  
            Değerli Konuklar,  
            Karadeniz'in bir barış ve işbirliği 
            denizine dönüştürülmesi yolundaki çabalarımızı sürdürmeliyiz. 
            Karadeniz önümüzdeki dönemde, değişen dünya koşullarına bağlı olarak 
            daha çok ilgi toplayacak ve enerji yolları üzerindeki konumunu 
            pekiştirecektir.  
            Yüzyıllardır aynı coğrafyayı 
            paylaştığımız Rusya Federasyonu'yla ilişkilerimizin ve 
            işbirliğimizin bugün ulaştığı düzey sevindiricidir. Bu yolda 
            attığımız her adım, Avrasya ve Karadeniz bölgesinin barış, istikrar 
            ve gönencine katkıda bulunacaktır.  
            Orta Avrupa'ya geçiş kapımızı 
            oluşturan Balkanlar'ın istikrarı ülkemiz için önemini korumaktadır. 
            Bu anlayışla, Balkanların içinden geçmekte olduğu değişim sürecinin 
            yeni gerilimlere yol açmamasını sağlamak amacıyla bölgedeki barışı 
            koruma görevlerine ve yeniden yapılandırma çabalarına katkılarımızı 
            bundan sonra da sürdüreceğiz. Bölge ülkelerinin Avrupa-Atlantik 
            kurumlarıyla bütünleşmesi, kalıcı istikrar ve güvenliğin olduğu 
            kadar demokratikleşme sürecinin de güvencesi olacaktır.  
            Değerli Konuklar,  
            Önümüzdeki 20 yıl içinde dünyadaki 
            enerji gereksiniminin yaklaşık yüzde 50 oranında artması 
            beklenmektedir. En büyük istem gelişmekte olan ülkelerden 
            gelecektir. Sınırlı enerji kaynaklarına güvenli biçimde ulaşmak, bir 
            yarışma konusu olacaktır.  
            Ülkemiz, dünya enerji kaynaklarının 
            yaklaşık yüzde 70'inin bulunduğu bölgenin merkezinde yer almakta; bu 
            stratejik coğrafyada kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde güvenli bir 
            geçiş noktası sunmaktadır. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının tam 
            kapasiteye ulaşmasıyla dünyada her 16 varil petrolden biri Türkiye 
            üzerinden dünya enerji pazarlarına ulaşacaktır. Yapımı süren 
            doğalgaz boru hattı tasarılarıyla yalnızca Avrupa'nın değil, tüm 
            dünyanın önemli bir enerji iletim damarı olma yolunda ilerlemeyi 
            sürdüreceğiz.  
            Ülkemizin demokrasi, insan hakları, 
            hukukun üstünlüğü, bilim, teknoloji ve saydamlık gibi çağdaş ve 
            evrensel değerlere verdiği öncelik çağdaş uluslar arasındaki yerini 
            pekiştirmektedir. Bu değerler, Türk dış politikasını biçimlendiren 
            barış, istikrar ve gönenç arayışını, laiklik ilkesini ve uygar, 
            hakça bir anlayışa dayalı ilişkiler hedefini yansıtmaktadır. Bu 
            ilkeler, Türkiye'nin uluslararası alandaki üstünlüklerini de 
            göstermektedir.  
            Ülkemiz, uluslararası barışı koruma 
            görevlerinde de önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye'nin bugün 
            katkıda bulunduğu dünyanın çeşitli bölgelerinden barışı koruma 
            görevlerinin sayısı yirminin üzerindedir. Etkin katılım sağladığımız 
            NATO görevlerindeki asker sayımız 1500'e yakındır. Askerlerimiz 
            dünyanın dört bir köşesinde bayrağımızı dalgalandırırken, 
            sergiledikleri üstün başarıyla göğsümüzü kabartmaktadır. Bu 
            bölgelerde görev yapan askerlerimizi ve her düzeydeki komutanlarını 
            yürekten kutluyorum.  
            Bu tür yardımlar ve görevler 
            Türkiye'nin uluslararası alandaki ağırlığının somut göstergesini 
            oluşturmaktadır. Başarıyla tamamlanan her bir görev, Türkiye'nin 
            küresel barış ve istikrara verdiği önemi ve katkıyı kayda 
            geçirmektedir.  
            Değerli Konuklar,  
            Dış politikamıza ve gündemimizdeki 
            belli başlı konulara genel yaklaşımımıza ilişkin görüş ve 
            gözlemlerimi bu kürsüden kapsamlı biçimde aktarmaya çalıştım. 
            Küresel politika, ekonomi ve güvenlik yapısında belirgin ağırlığı 
            bulunan, sorunlarla örülü bir coğrafyanın merkezinde yer alan 
            Türkiye'nin dış politikasının gerçekçi, saydam ve içten olduğunu 
            yeniden vurgulamak istiyorum.  
            Burada önemli olan, dış politika 
            hedeflerimizin kişisel ya da belirli bir grubun anlayışına göre 
            değil, ulusal yararlarımız ve Ulu Önder Atatürk'ün, güncelliğini hiç 
            yitirmeyen ilkeleri doğrultusunda biçimlendirilmesidir.  
            Geçmişte olduğu gibi, ileride de 
            gereksinim duyacağımız tek dayanak, Yüce Atatürk'ün ilkeleri 
            olacaktır.  
            Değerli Konuklar,  
            Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 84 
            yıllık dönemi, tarihinin en uzun barış dönemi olmuştur. Bu dönemde, 
            büyük bir çağdaşlaşma ve kalkınma gerçekleştirilmiştir. Bu kazanım 
            ve başarılar, içinde yaşadığımız zorluklara karşın ilerisi için ümit 
            verici bir güvencedir.  
            Türkiye'nin çağdaşlaşma ve 
            aydınlanma yolunda ilerlemesine yön veren temel ilkeler çerçevesinde, 
            laik ve demokratik Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yıldönümünde 
            bölgesel ve küresel düzeyde saygınlık ve gücünün her alanda daha da 
            pekiştiğini görmek istiyoruz.  
            Ulusumuza, Cumhuriyetimize ve 
            demokrasimize güvenerek, Büyük Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'i, 
            Anayasa'da öngörülen Devlet'in temel niteliklerini hep birlikte 
            koruyarak, Atatürk ulusçuluğu ve devletin tekliği ilkesi 
            çerçevesinde ulusal birlik ve bütünleşmeyi artırarak ve çok 
            çalışarak istikrarlı, mutlu, büyük ve güçlü Türkiye'yi yaratmamız, 
            gelecek kuşaklara karşı tarihsel sorumluluğumuzdur.  
            Bu duygu ve düşüncelerle hepinize 
            esenlikler diliyorum.  
            Ahmet Necdet 
            Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkani, Nisan 13, 2007 
		
		
		
			
			 
			TransAnatolie Tour  
		  
		   |