| Türkiye Cumhuriyeti'nin 
			kuruluş felsefesinin temel unsurlarını oluşturan ulus devlet, üniter 
			devlet ve laik devlete yönelik tehdit ve risklerin değerlendirilmesi 
		Sayın Komutanım,Saygıdeğer Konuklar,
 Değerli Silah Arkadaşlarım,
 Kara Kuvvetlerinin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin geleceğinin 
			teminatı Değerli Harbiyeliler,
 
 Kara Harp Okulunun yeni eğitim ve öğretim yılı açılış törenine hoş 
			geldiniz.
 Harbiyeliler, sizler için vazife, onur ve ülke her şeyin üzerindedir. 
			Karakterinizin temelini gururunuz, gücünüz ve ilkeleriniz belirler. 
			Sizlerin komutanı olarak burada konuşmak, benim için büyük bir 
			onurdur.
 
 Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi, Türkiye Devleti'nin 
			ülkesi ve millet (ulus)'iyle bölünmez bütünlüğünün korunmasını 
			hedeflemiştir. Bu kuruluş felsefesinin temel unsurlarını ise ulus 
			devlet, üniter devlet ve laik devlet oluşturmaktadır.
 
			
			
			 Bugün sizlere yapacağım konuşmanın konusunu "Türkiye Cumhuriyeti'nin 
			kuruluş felsefesinin temel unsurlarını oluşturan ulus devlet, üniter 
			devlet ve laik devlete yönelik tehdit ve risklerin değerlendirilmesi" 
			olarak belirledim.
 20'nci yüzyılın sonunda ve 21'inci yüzyılın hemen başında olmak 
			üzere dünya iki büyük olay yaşadı. Bu olaylar uluslararası 
			ilişkileri, ittifakları, stratejik düşünceleri, "tehdit" ve buna 
			bağlı olarak "güvenlik" gibi kavramları temelden sarstı ve büyük 
			oranda değişime zorladı.
 
 Bu iki olaydan biri Berlin Duvarı'nın yıkılışı, diğeri 11 Eylül'dür.
 
 1989 yılında Berlin Duvarı'nın yıkılışı, Sovyetler Birliği'nin ve 
			Varşova Paktı'nın dağılmasına giden yolun başlangıcı olurken, bazı 
			değerlendirmelere göre de, dünya düzeninin tek kutuplu bir şekle 
			dönüşmesine ve Soğuk Savaş Dönemi'nin sona ermesine neden oldu.
 
 11 Eylül 2001'de ABD'de yaşanan ve bütün dünya ülkeleri tarafından 
			lanetlenen trajik olay ise, en güçlü devletlerin bile terörün hedefi 
			olabileceğini gösterdi.
 
 Aslında bu olay, insanlığın var oluşundan beri yaşanan terör 
			olaylarının küreselleşmesinden başka bir şey değildi.
 
 Bu gelişmeler, birçok devletin güvenlik konseptlerini "savunmayı" 
			öngören "tehditlere" dayalı stratejik düşünceden, sadece "güvenliğe" 
			ve "risklere" dayalı stratejik düşünceye dönüştürmesine neden oldu.
 
 Türkiye için ise durum çok farklıdır. Türkiye içinde bulunduğu zor 
			coğrafyada, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir risk ve 
			tehdit yelpazesi ile karşı karşıyadır.
 
 Türkiye'nin 1984 yılından beri bölücü terör örgütüne karşı, adeta 
			tek başına yürütmekte olduğu mücadele, aslında -biz buna İç Güvenlik 
			Harekâtı diyoruz- asimetrik tehdide karşı yürütülen bir mücadeledir.
 
 Bugün karşı karşıya kaldığımız bölücü terör hareketinin temelinde 
			etnik milliyetçilik vardır. Hedefleri ise ulus devlet ve üniter 
			devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Öncelikli hedef ulus 
			devlettir. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması sık 
			sık ve açıkça dile getirilen temel husustur. Bu husus da Türkiye'nin 
			ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef ise üniter 
			devlettir. Üniter devlet, ülke, ulus ve egemenlik unsurları ve 
			yasama, yürütme, yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren 
			devlet olarak tanımlanabilir.
 
 Bölücü terör örgütüne karşı yürütmekte olduğumuz İç Güvenlik 
			Harekâtı'nın; halkımız, medya ve politikacılar tarafından iyi 
			anlaşılması ve değerlendirilebilmesi için, simetrik  yani klasik, 
			diğer bir deyişle konvansiyonel  harekât ile asimetrik  yani 
			terörist örgütlerle mücadele, düşük yoğunluklu çatışma,  bizim 
			deyişimizle İç Güvenlik Harekâtı arasındaki temel farkların iyi 
			anlaşılması zorunludur.
 
 Dünyadaki genel izlenim, çok kişinin asimetrik harekâta, hâlâ 
			simetrik harekât gözü ve beklentileriyle bakmakta olduğudur. Bu 
			bakış açısı, kamuoyunun, medyanın ve politikacıların beklentileriyle 
			güvenlik kuvvetlerinin bu beklentileri gerçekleştirmesi arasındaki 
			farkların oluşmasına neden olmaktadır.
 
 Konuşmamın bundan sonraki bölümünde, simetrik harekât yerine klasik 
			harekât; asimetrik harekât yerine ise İç Güvenlik Harekâtı (terörist 
			örgütlerle mücadele) terimlerini kullanacağım.
 
 Klasik harekât ile İç Güvenlik Harekâtı arasındaki temel farklar 
			şöyle sıralanabilir:
 - Klasik harekâtın icrası devletler arasında gerçekleşirken, İç 
			Güvenlik Harekâtı devlet ile terörist organizasyonlar arasında 
			meydana gelmektedir.
 
 Bu çok önemli bir farktır. Çünkü, devletler ulusal ve uluslararası 
			hukuka ve yasalara uymak zorundadır. Teröristler ise böyle 
			kısıtlamalarla karşı karşıya değildir. Bu durum İç Güvenlik 
			Harekâtı'nı elbette zorlaştırmaktadır.
 
 Burada önemli olan nokta, ulusal ve uluslararası yasa yapıcıların, 
			insanların temel hak ve özgürlüklerini gözetirken, onların 
			güvenliklerini ve yaşama haklarının korunmasını da aynı derecede 
			gözetmek zorunda olduklarıdır.
 
 Türkiye, terör tehdidi altında olan ve terör olaylarıyla yaşayan bir 
			ülke. İnsanların temel hak ve özgürlüklerinin gereksiz yere 
			kısıtlanması nasıl kabul edilemezse, bu hak ve özgürlüklerin 
			teröristler tarafından istismar edilmesi de kabul edilemez.
 
 Klasik harekâtın yönetimi için gerekli ulusal hukuki yapıyı 
			Sıkıyönetim Kanunu oluşturmaktadır.
 
 İç Güvenlik Harekâtı ise, Olağanüstü Hâl Kanunu veya İl İdaresi 
			Kanunu çerçevesinde icra edilmektedir.
 
 Tabii ki, bu hukuki yapılar arasında büyük farklar bulunmaktadır.
 
 - Klasik harekât benzer kuvvetler arasında cereyan etmekte olup, 
			kuvvetler arasında da bir denge mevcuttur. Örneğin klasik yaklaşımla, 
			taarruz eden kuvvetin savunana karşı 1'e 3 üstünlüğü aranır.
 
 İç Güvenlik Harekâtı'nda kuvvetler arasında ne benzerlik ne de denge 
			vardır.
 
 Terörle mücadele, zayıf ile kuvvetli arasındaki mücadeledir. Bu 
			nedenle terörle mücadelede sayısal dengeler en önemli husus değildir.
 
 - Klasik harekâtta zaman ve mekân tanımları kolayken, İç Güvenlik 
			Harekâtı'ndaki zaman 24 saati, mekân ise bütün ülkeyi, bazı 
			durumlarda diğer ülkeleri de kapsamaktadır. Her zaman, her yerde 
			teröristle karşılaşmak mümkündür.
 
 - Klasik harekâtta düşmanı bulmak kolay, ancak bitirmek, etkisiz 
			hâle getirmek daha zordur.
 
 İç Güvenlik Harekâtı'nda ise teröristi bulmak çok zor, bulunan 
			teröristi etkisiz hâle getirmek daha kolaydır.
 
 - İç Güvenlik Harekâtı'nda gerçek zamanlı istihbarata duyulan 
			ihtiyaç, dakikalarla ifade edilecek şekilde artmıştır.
 
 Şimdi geçerli olan bir bilgi, kısa süre sonra geçerliliğini 
			yitirebilmektedir. Zira yeri belirlenmiş olan terörist, biraz sonra 
			artık orada değildir.
 
 - Klasik harekâtta politik ve askerî hedeflerin tanımı daha kolaydır: 
			Karşı tarafa isteklerinin kabul ettirilmesi, düşman silahlı 
			kuvvetlerinin imha edilmesi, A tepesinin ele geçirilmesi gibi.
 
 İç Güvenlik Harekâtı'nda ise bu hedeflerin somut olarak ifade 
			edilmesi zordur.
 
 Buna rağmen, İç Güvenlik Harekâtı'nın politik hedefinin, terör 
			örgütünün ve destekçilerinin başarı umutlarının yok edilmesi 
			şeklinde olabileceğini söyleyebiliriz.
 
 Peki askerî hedef ne olacaktır?
 
 En gerçekçi askerî hedef terör olaylarını kabul edilebilir, en düşük 
			seviyelere indirmek şeklinde olabilir.
 
 - Şimdi önemli faktörlerden birisine geliyorum. Bu da, İç Güvenlik 
			Harekâtı'nın cereyan ettiği alanın, hemen hemen her noktasında 
			insanın olduğu, insanın yaşadığı gerçeğidir.
 
 Klasik harekâtta, bu çerçevedeki temel soru, "Düşman nerede?" iken, 
			İç Güvenlik Harekâtı'nda ana soru "Kim terörist?"tir.
 
 Burada, İç Güvenlik Harekâtı'nın icrasını zorlaştırmasına ve bazen 
			Güvenlik Kuvvetlerinin kayıplarına da neden olmasına rağmen, 
			harekâtı yürüten bütün Güvenlik Kuvvetlerinin kesinlikle uyması 
			gereken kural, masum halk ile teröristin ve destekçilerinin ayırt 
			edilmesi ve mevcut yasalara uyulması zorunluluğudur.
 
 Bu açıdan bakıldığında, 1990'lı yıllarda terörün şiddetli olmasına 
			rağmen, operasyon arazilerinin büyük oranda boş olması nedeniyle 
			"Kim terörist?" sorusuna kolay ve net olarak cevap verilirken, bugün 
			bu sorunun cevabını bulmak, değişen şartlar çerçevesinde gerçekten 
			zordur.
 
 - Mücadelenin süresine ilişkin beklentiler ise diğer önemli noktayı 
			oluşturmaktadır.
 
 Örneğin İsrail kamuoyu, 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda oldukça güçlü 
			kuvvetlere karşı altı günde zafer kazanan İsrail Silahlı 
			Kuvvetlerinin, 2007'de birkaç bin kişiden oluşan Hizbullah Örgütü'nü 
			Lübnan'da neden etkisiz hâle getiremediğini anlamakta zorlanmaktadır.
 
 Aynı husus, ABD kamuoyu için de geçerlidir. ABD Silahlı Kuvvetleri, 
			İkinci Irak Savaşı'nda klasik çatışmayı Nisan 2003'te beklentilerden 
			de önce sonuçlandırmasına rağmen, terör ve direniş hareketlerine 
			karşı aynı başarıyı sağlayamamıştır.
 
 İç Güvenlik Harekâtı'nda kamuoyu, mücadelenin süresine ilişkin 
			gerçek dışı beklentilerin içine girmemeli veya yetkililerce 
			beklentiler içine sokulmamalı; gerçekler kamuoyuna, ilgililer 
			tarafından açıkça anlatılmalıdır.
 
 - Klasik harekâtın icrası ile, İç Güvenlik Harekâtı'nın icrasındaki 
			temel yaklaşım farklarından birisini de, yürütme içerisinde, politik 
			makamlar ile asker arasındaki ilişkiler teşkil etmektedir.
 
 İsrail Cumhurbaşkanı Shimon PERES'in dediği gibi: "Terörle 
			mücadelede karşılaşılan önemli olayların nerede ise %80'i ne tam 
			askerî, ne de tam politik boyuttadır. Sorunların hem politik, hem de 
			askerî boyutları vardır. Bunun yanında her askerî kararın politik 
			sonuçları olabileceği gibi, her politik kararın da askerî sonuçları 
			olabilir."
 
 Bu gerçekten hareket ederek, terörle mücadelede, politik makamlar 
			ile asker arasındaki ilişkilere klasik bakış açısı ile 
			bakılmamalıdır.
 
 Yürütmeden sorumlu politik makamlar ile askerî makamlar arasında  
			elbette yasalarda mevcut yetki ve sorumluluklara karşılıklı saygı 
			gösterilerek  ortak görüşlere ulaşılmasının ve kararların ortak 
			olarak alınmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılmasının çok yararlı 
			olacağı düşünülmektedir.
 
 Buraya kadar anlattığım husus, klasik harekât ile İç Güvenlik 
			Harekâtı arasında büyük farkların olduğudur. Kamuoyu, medya, politik 
			makamlar; İç Güvenlik Harekâtı'na klasik harekât bakış açısından 
			bakmamalıdır.
 
 Aksi takdirde, onların beklentileriyle Güvenlik Kuvvetlerinin 
			gerçekleştirdikleri arasında bazı farklılıklar ortaya çıkabilir.
 
 Değerli Harbiyeliler,
 Bölücü teröre karşı yürütülen mücadele esas itibarıyla dört ana 
			alanda; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel (eğitim ve sağlık dâhil) ve 
			psikolojik (bilgi harekâtı) harekât alanlarında devlet tarafından 
			yürütülmelidir.
 
 Bu aslında devletin, bütün imkânlarını kullanarak, bölücü teröre 
			karşı kararlılıkla mücadele etmesi demektir.
 
 Teröre karşı etkili mücadele etmek ve mücadelenin süresini 
			kısaltabilmek için, bu dört alandaki faaliyetlerin paralel ve eş 
			zamanlı yürütülmesi zorunludur. Bu faaliyetler birbirini 
			tamamlamaktadır. Söz konusu faaliyetlerin mevcut durum çerçevesinde 
			dengeli olması da diğer önemli bir husustur.
 
 Türkiye'nin terörle mücadelesinin bugünlere kadar uzanmasının ana 
			nedenlerinden birisini, Türkiye'nin bu dört alandaki faaliyetlerini 
			paralel ve eş zamanlı olarak yürütememesi oluşturmaktadır.
 
 Türkiye'de bu konuda büyük bir kavram kargaşası vardır. Bir kısım 
			insanlar, "Terörün yok edilmesi, güvenlik alanındaki mücadele ile 
			olmaz; başka alanlarda tedbirler alınması ve çözümler üretilmesi 
			gereklidir" diye düşünmektedir. İlk bakışta doğru olarak 
			düşünülebilecek bu yaklaşım, aslında yanlış ve eksiktir.
 
 Elbette terörün yok edilmesi, yalnız güvenlik alanındaki mücadeleyle 
			olmaz. Ekonomik, sosyokültürel ve psikolojik harekât alanında 
			paralel ve eş zamanlı olarak hareket edilmelidir.
 
 Ancak burada kastedilen, "Güvenlik alanında mücadele etmeyelim, 
			diğer üç alanda mücadele edelim" düşüncesi ise; bu, zaten bölücü 
			terör örgütünün savunduğu yaklaşımın ta kendisidir.
 
 Bölücü terör örgütünün silahlı bir kadrosu vardır. Bu silahlı 
			kadrosuna zayiat verdirilmezse, etkisiz hâle getirilemezse, diğer 
			alanlarda yürütülecek mücadeleyle bir sonuca ulaşmanız mümkün 
			değildir. Terörle mücadelenin tarihi, bu durumun örnekleri ile 
			doludur.
 
 Bu tartışmadaki diğer maksatlı yaklaşım ise, Güvenlik Kuvvetlerinin 
			bölücü terör örgütüne karşı yürütmekte olduğu mücadelede kazandığı 
			başarıyı küçümseme ve küçültmeye yöneliktir.
 
 Hem bu değerlendirmeyi cevaplamak, hem de terör örgütünün silahlı 
			gücünün örgüt için önemini ortaya koymak amacıyla, örgütün geçmişine 
			bakmak uygun olacaktır.
 
 1985 yılında terör örgütünün mevcudu 200 civarındaydı. 1988 Halepçe 
			Olayları ve akabinde meydana gelen mülteci olayları bu mevcudu 
			1500'lere çıkarmıştı. Birinci Irak Savaşı'nda -1990/1991 yılları 
			içerisinde- ise bu mevcut 12000'lere ulaşmıştı.
 
 O yıllarda, terörist başının hedefi 50000'lere ulaşmaktı. 1992 
			yılında bölücü terör örgütü karakol ve üslerimize yüzlerce kişiden 
			oluşan gruplarla saldırılar düzenliyordu.
 
 1993-1995 yılları terörle mücadelenin en şiddetli olduğu dönemdir. 
			Bu süreçte Güvenlik Güçlerinin vermiş olduğu şehit sayıları en üst 
			rakamlara ulaşmış, ancak örgütün silahlı kadrosu da 12000'lerden 
			6000'lere düşürülmüştür. Bu dönem, örgütün ve terörist başının 
			hayallerinin yıkıldığı dönemdir. Bunun sonucunda örgüt 1995'ten 
			sonra, kültürel ve siyasal alandaki ayrılıkçı faaliyetlere ağırlık 
			verme kararı alırken, terörist unsurları da 20-30 kişilik gruplara 
			dönüştürmüştür. Bugün ise teröristler 7-8 kişilik gruplar hâlinde 
			hareket etmektedir. Bu durum, aslında örgütün tekrar başa dönmesi, 
			yani "silahlı propaganda" safhasına dönmesinden başka bir şey 
			değildir.
 
 Yeri gelmişken, çok karşılaşılan bir soruya da değinmek istiyorum. 
			Soru şudur:
 "Güvenlik Güçleri bugüne kadar terör örgütünün Silahlı Kadrosuna 
			büyük zayiat verdirdi. Ama örgüt hâlâ neden var?"
 
 Bu soruya verilecek cevap, elbette kapsamlıdır. Ancak burada bir iki 
			temel nedene değineceğim:
 Birinci neden, örgüte katılımın tam olarak engellenememesidir. Bu 
			görev, devletin bütün kurum ve kuruluşlarına düşmektedir. Örgütün 
			silahlı kadrosu, Güvenlik Kuvvetleri tarafından etkisiz hâle 
			getirilirken, aynı zamanda, örgüte katılım devam ediyorsa, terörle 
			mücadele beklenenden daha uzun zaman alır.
 
 İkinci neden, yaşanan süreçte, örgüt çok zor durumlara düşmüş, ancak 
			yapılan bazı hatalar ve ortaya çıkan şartlardan çok iyi yararlanarak 
			durumunu tekrar düzeltmiştir. Koşullar, maalesef her zaman örgütün 
			lehinde cereyan etmiştir. İran/Irak Savaşı, Halepçe Olayları, 1. 
			Körfez/Irak Savaşı, 2. Irak Savaşı bunlara örnektir.
 
 Yapılan hataların başında ise, terör eylemlerinin azaldığı bazı 
			dönemlerde, terör örgütünün bittiği yanılgısına düşülmesi olmuştur.
 
 Tabii önemli nedenlerden birisi ise, biraz önce değindiğim gibi; 
			güvenlik, ekonomi, sosyokültürel ve psikolojik harekât alanlarında 
			devletin paralel, eş zamanlı ve etkin bir mücadele anlayışına ve bu 
			mücadeleyi koordineli ve etkin olarak yürütebilecek profesyonel bir 
			yapılanmaya sahip olamamasıdır.
 
 İç Güvenlik Harekâtı'nda, Güvenlik Güçlerine düşen görev, 
			teröristleri arayıp, bulup etkisiz hâle getirmektir. Bu, bölücü 
			terörist örgüt ile mücadele etmek demektir. Böylece terörist 
			eylemlerin kontrol altına alınması, en az seviyeye indirilmesi ve 
			dolayısıyla, terör örgütünün ve destekleyicilerinin başarı 
			umutlarının söndürülmesi, yok edilmesi hedeflerine ulaşılabilecektir.
 
 Güvenlik Kuvvetleri bugün de bu görevlerini büyük bir kararlılıkla 
			sürdürmektedir.
 
 Ağustos ve Eylül ayları içerisinde 49 terörist ölü olarak, 37 
			terörist ise sağ olarak ele geçirilmiş ve 10 terörist de Güvenlik 
			Kuvvetlerine teslim olmuştur. Böylece toplam 96 terörist etkisiz 
			hale getirilmiştir.
 
 Terörle Mücadele bir süreçtir. Bu mücadelede örgüt üzerinde baskının 
			kurulması ve sürdürülmesi, operasyonlarda devamlılık, harekât 
			alanının kontrol altına alınmasıyla teröristlerin hareketlerinin 
			sınırlandırılması ve her fırsattan istifade edilerek teröristlere 
			darbe vurulması esastır. Bir operasyonla terörist örgütün yok 
			edilebileceği düşüncesi doğru değildir. Önemli olan, her fırsattan 
			faydalanılarak, örgüte darbe vurulmasıdır.
 İç Güvenlik Harekâtı kapsamında icra edilen her faaliyette hedefimiz, 
			bu faaliyetin sıfır kayıpla sonlandırılması olduğu halde, maalesef 
			Güvenlik Kuvvetlerimiz bazı durumlarda şehit de vermektedir.
 
 Değerli Harbiyeliler,
 Türkiye'nin Bölücü Terör Örgütüne karşı yürütmekte olduğu mücadeleyi, 
			Irak'taki gelişmelerden ve oluşumlardan soyutlamak elbette mümkün 
			değildir.
 
 Türkiye, Irak sorununa bir bütün olarak bakmalıdır. Irak önemli bir 
			sorun olarak geçmişte olduğu gibi, gelecekte de Türkiye'yi 
			etkilemeye devam edecektir.
 
 Daha önce defalarca altını çizdiğimiz gibi, Irak'ta ve özellikle 
			Irak'ın kuzeyinde meydana gelen gelişmeler ve olabilecek durumlar, 
			Türkiye'nin geleceğini ve güvenliğini tehdit edebilecek boyutlara 
			ulaşma yolunda oldukça mesafe almıştır.
 
 Türkiye'nin Irak'la ilgili kaygı ve sorunlarını şu şekilde ifade 
			edebiliriz:
 
 - Türkiye için Irak'a ilişkin öncelikli siyasi hedef, Irak'ın toprak 
			ve siyasi bütünlüğünün korunmasıdır. Sorun da burada yatmaktadır. 
			Irak gerçekten toprak ve siyasi bütünlüğünü koruyabilecek midir?
 
 Irak'taki etnik ve bölgesel gruplar arasındaki mücadelenin esasını, 
			politik gücün ve Irak'ın gelir kaynaklarının paylaşımı teşkil 
			etmektedir. Bu soruna çözüm, ancak politik gücün ve gelir 
			kaynaklarının paylaşımı arasında bir denge yaratılması ile 
			bulunabilir.
 
 Irak'ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin bu bölgedeki Kürtlere 
			tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askerî ve psikolojik güç 
			kazandırdığı da diğer bir gerçektir. Ayrıca bu durumun, 
			vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli 
			yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.
 
 Şii nüfusun çoğunluğu ve İran'ın desteğine sahip olması ise sorunu 
			daha da karmaşık hâle getirmektedir.
 
 Bu çerçevede Irak gerçekten toprak ve siyasi bütünlüğünü 
			koruyabilecek midir? Bu soruya, bugün için net cevap verilmesi 
			imkânsızdır. Ancak tahminde bulunulabilir. Tahminde bulunmanın 
			yaygın yolu mevcut eğilimlerin uzantılarını incelemektir.
 
 - Bölücü terör örgütünün Irak'ın kuzeyinde barınması ve bu bölgeden 
			beslenmesi, ABD ve Irak'ın bu terör örgütüne karşı hiçbir yaptırımda 
			bulunmaması ve bugüne kadar bu konuda olumlu ve elle tutulur bir 
			sonuca ulaşılamaması, diğer önemli bir sorunu oluşturmaktadır.
 
 - Irak'taki soydaşlarımız Türkmenler'in durumu ve bir iç savaşta 
			çatışan taraflardan birisi hâline gelmesi ise, Türkiye açısından çok 
			ciddi bir durumun ortaya çıkmasına neden olabilir.
 
 Türkiye'nin bütün bu sorunları en iyi şekilde yönetebilmesi için, 
			siyasi karar alıcılar, devletin ilgili kurum ve kuruluşları ile 
			kamuoyunun, bu sorunların Türkiye'ye etkileri konusunda görüş 
			birliğine sahip olmaları gerekir.
 
 Sorunların yönetilmesi çok önemlidir. Sorunların yönetilebilecek 
			seviyede tutulmasına her zaman dikkat edilmelidir.
 
 Belki Türkiye'nin, bulunulan şartlarda, tek başına Irak'taki 
			gelişmelere yön verebilecek güce sahip olmadığı söylenebilir; ancak 
			Türkiye'nin gelişmeleri engelleyebilecek, maliyetlerini 
			artırabilecek bir güce sahip olmadığı da söylenemez.
 
 Biraz önce ifade etmeye çalıştığım, Türkiye'nin Irak'la ilgili kaygı 
			ve sorunları, Türkiye-ABD ilişkilerini etkilemektedir.
 
 ABD, Türkiye'nin desteğini almayan bir çözümün, Irak için kalıcı bir 
			çözüm olmayacağını ve Irak'ın kuzeyindeki bölücü terör örgütünün 
			varlığının Türkiye için hayati bir tehdit oluşturduğunu, zamanın söz 
			söyleme değil, eylem zamanı olduğunu anlamalı ve görmelidir.
 
 Sorunların zamana yayılması, bazen sorunların daha da büyümesine ve 
			derinleşmesine neden olabilir.
 
 İki ülkenin yöneticileri, kurum ve kuruluşları ile kamuoyu 
			karşılıklı olarak bu durumu ciddiye almalıdır.
 
 Değerli Harbiyeliler,
 Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşu ve gelişimi bir devrimdir.
 
 Atatürk'ün gerçekleştirdiği bu devrimin ana hedefi bir ulus devletin, 
			Türk ulusunun yaratılmasıdır.
 
 Atatürk'ün ulus devlet anlayışı dinsel ve etnik temellere bağlı 
			değildir ve bağlanmaya da çalışılmamalıdır.
 
 O'nun devrimi ümmet toplumundan laik ulus devlete dönüşümdür. Bu 
			nedenle laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm 
			değerlerin temel taşıdır.
 
 Atatürk'ün ulus devlet anlayışı egemenlik haklarının ve demokrasinin 
			korunmasına özel önem verir. Bu hususu anlamakta zorlananlar, 
			Atatürk'ün Samsun'a çıkışıyla başlayan ve aramızdan ayrılışına kadar 
			geçen süreyi iyi incelemelidirler.
 
 Ne gariptir ki, dün olduğu gibi bugün de, laiklik karşıtı 
			hareketlerin ve etnik milliyetçilerin öncelikli ve ortak bir hedefi 
			vardır. O da ulus devlet yapısıdır.
 
 Laiklik karşıtı hareketler ulusun oluşumunda din temelini hakim 
			kılmaya çalışırken; etnik milliyetçiler ise, ulus devlet anlayışını 
			-çok yanlış şekilde- etnik farklılıkların görülmemesi, yok edilmesi 
			şeklinde anlatmaya ve ulus devletin ortak değerlerini paydalarını -ki 
			bunlardan birisi de ulusal kültürdür- zayıflatmaya çalışmaktadırlar.
 
 Özellikle başta aydınlar olmak üzere herkesin; yaşanmakta olan fikir 
			anarşisi içerisinde toplumun gerçek yapısını ve sorunlarını öğrenmek 
			yerine, kendilerine dayatılan fikirler doğrultusunda hareket etmede 
			çok dikkatli ve duyarlı olması gerekmektedir.
 
 Değerli Harbiyeliler,
 Bugün karşılaşılan bu tehditleri ve riskleri iyi anlayabilmek için 
			ulus devletin ne olduğunu, ulus devletin oluşumunda ana düşünceyi 
			oluşturan "Atatürk Milliyetçiliği"nin ne anlama geldiğini bir defa 
			daha hatırlamakta yarar var.
 
 İlk önce "ulus"un ne anlama geldiğine bakalım. Ulus; dil, kültür, 
			ülkü birliği ortak paydalarıyla birbirine bağlı vatandaşların 
			oluşturduğu siyasal, hukuksal ve sosyolojik bir olgudur, bir 
			birlikteliktir.
 
 Siyasal, hukuksal anlamda ulus olmakla, sosyolojik anlamda ulus 
			olmak farklı şeylerdir.
 
 Sosyolojik olarak Fransız ulusu, Fransız İhtilali öncesinde de vardı. 
			Ancak, Fransız ulusunun siyasal, hukuksal anlamda oluşumu Fransız 
			İhtilali'nin sonucudur. Siyasal, hukuksal anlamda ulusun oluşumu, 
			egemenliğin halka ait oluşuyla doğrudan ilgilidir.
 
 Türk ulusunun oluşumu da, Cumhuriyet'in ilanı ile gerçekleşmiştir.
 
 "Ulus devlet" kavramı ise, kurulan devletin yaratılan bir ulusa 
			dayandırıldığını ifade etmektedir.
 
 Atatürk de Cumhuriyetin ilanı ile; Türk ulusunun oluşumunu 
			gerçekleştirmiş ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ulus 
			devlet niteliğini kazandırmıştır.
 
 Dolayısıyla Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş 
			felsefesinin temelini, ulus devlet ve üniter devlet düşünceleri 
			oluşturmaktadır.
 Şimdi ulusu ulus yapan ortak paydalara  ki bunlar dil, kültür ve 
			ülkü birliğidir  kısaca göz atalım:
 
 Dil. Atatürk Türk dilini şöyle tanımlamaktadır:
 "Türk dili, Türk ulusunun kalbidir, zihnidir."
 
 "Millî duygular ile dil arasındaki bağ, çok kuvvetlidir. Dilin millî 
			ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir."
 
 "Dil yaşayan bir varlıktır ve korunmaya muhtaçtır. Dilini kaybeden 
			bir ulus, her şeyini kaybetmeye mahkûmdur."
 
 Türkçenin dışında, bazı etnik grupların kendi dillerini öğrenmek 
			istemelerini kabul etmek ve bu isteğe saygı göstermek farklı bir 
			durumdur; bu dillerde eğitim ve öğretim yapılmasını kabul etmek ise, 
			çok başka bir durumu ifade eder.
 
 İkincisini ulus devlet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir.
 
 İkinci temel payda ise ulusal kültürdür. Atatürk 10'uncu Yıl 
			Nutku'nda bizlere şu hedefi verir.
 
 "Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız."
 
 Burada dikkat edilmesi gereken nokta, çağdaş uygarlık düzeyine 
			çıkartılması istenilen hususun, ulusal kültürün ta kendisi olduğudur. 
			Atatürk ulusal kültürü "Türkiye Cumhuriyeti'nin damarlarında dolaşan 
			kan" olarak tanımlamaktadır.
 
 O'na göre, ulusal kültürün çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine 
			çıkartılması, Türkiye Cumhuriyeti halkının bütün anlam ve 
			görüşleriyle medeni bir toplum haline dönüştürülmesi demektir.
 
 Elbette Türkiye Cumhuriyeti kültürel farklılıklara saygılıdır. 
			Kültürel zenginliklerin yaşaması için gerekli düzenlemeleri de 
			gerçekleştirmiştir.
 
 Ancak devamlı farklılıkları öne çıkararak yapay ayrılıklar 
			yaratılması yaklaşımına ve ulusal kültürümüzün zayıflatılmaya 
			çalışılmasına da müsaade edilemez. Ortak ulusal kültür değerlerini 
			koruyamayan bir ulusun geleceğinden emin olamayız.
 
 Ulusu ulus yapan ve ulusun bir arada tutulmasını sağlayan diğer 
			payda, ülkü birliğidir.
 Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ve ilelebet yaşatılması, Türkiye 
			Cumhuriyeti'nin güvenliğinin iç ve dış tehditlere karşı sağlanması, 
			Türkiye'nin gelişmişlik düzeyinin ve vatandaşlarının refah 
			seviyelerinin daha yukarılara çıkartılması hepimizin ortak ülkü ve 
			hedefidir, hedefi olmalıdır.
 
 Değerli Harbiyeliler;
 Günümüzde üzerinde en çok konuşulan konulardan biri de "Atatürk 
			Milliyetçiliği"dir.
 
 Anayasanın 2'nci Maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin bağlı olduğu 
			ilkeler arasında "Atatürk Milliyetçiliği" de yer almaktadır.
 
 Önce milliyetçiliğin ne anlama geldiğini iyi anlamak gerekir. 
			Milliyetçilik, en geniş anlamıyla bireyin kendi kimliğini mensup 
			olduğu ulusa göre tanımlaması ve ulusa duyulan bağlılık ve sadakatin 
			önceliğine duyulan inancın ifadesidir. Ulusal kültüre önem vermeyi 
			ve vatanseverlik duygularını kapsar.
 
 Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı; biraz önce değindiğim hususların 
			yanı sıra, diğer uluslara zarar vermemeyi, uluslar arasındaki 
			eşitliği ve en önemlisi de yayılmacılığı reddetmesi ile önem 
			kazanmaktadır.
 
 Atatürk'ün milliyetçiliği, ulus devleti kurmaya ve onu geliştirmeye 
			yönelik bir ulusçuluktur. Bu ulusçuluk, birleştirici ve bütünleyici 
			ulus gerçeğine bağlı, ulusal kimlik bilincini geliştiren, 
			yayılmacılığı ve ümmetçiliği reddeden, laik bir ulusçuluktur.
 
 Atatürk, milliyetçilik anlayışını en veciz şekilde şöyle ifade 
			etmiştir:
 
 "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir."
 
 Bu veciz söylemde, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşatılması ülkü 
			birliğini temsil etmektedir. Bu görev de Türk Milletine verilmiştir.
 
 "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimdir?" Bu sorunun cevabı ise Türkiye 
			halkıdır. Görüldüğü gibi burada "Türk Milleti" terimi kullanılmamış, 
			sınırları çizilen bir coğrafyada -ki burası Türkiye'dir- yaşayan 
			halk, yani Türkiye halkı ifadesine yer verilmiştir.
 
 Aynı ülkü etrafında birleşmiş ve Türkiye sınırları içinde yaşayan 
			Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi 
			rızası ile birleşmesi ile bir ulusun/milletin oluşacağı ve bu ulus 
			ve millete ise Türk milleti denileceği, bu ifadede açık şekilde yer 
			almaktadır.
 
 Atatürk'ün milliyetçilik kavramında, ırkçılık, etnisite, din ve 
			mezhep ayrımı var mıdır? Atatürk'ün milliyetçilik anlayışında 
			yayılmacılık, diğer ulusları küçümseme var mıdır?
 
 O'nun milliyetçilik anlayışından daha birleştirici ve bütünleyici 
			bir anlayış olabilir mi?
 
 Atatürk milliyetçiliğinin bu kadar açık olmasına ve en önemlisi 
			evrensel kavramları içinde barındırmasına rağmen, maalesef bugün 
			kimileri, bu anlayışı kavrayamamakta ve yanlış şekilde yorumlamaya 
			ve anlatmaya büyük çaba göstermektedir. Söylemlerinde akılcı ve 
			bilimsel bir yaklaşımın izlerini bulmak da mümkün değildir.
 
 Daha önce de ifade ettiğim gibi bugün karşı karşıya kaldığımız 
			bölücü terörün temelinde etnik milliyetçilik vardır.
 
 Etnik açıdan kendisini farklı hissetmek, ayrı bir aidiyet duygusuna 
			sahip olmak ile etnik farklılıkları siyasal bir boyuta taşımak 
			farklı hususlardır. Aidiyet duygularına, kültürel boyutta kaldığı 
			sürece saygı gösterilmelidir. Ancak, farklılıkların ve aidiyet 
			duygularının siyasal boyuta taşınmasına müsaade edilemez. Bu etnik 
			milliyetçiliktir. Kabul edilemez.
 
 Kültürel alandaki düzenlemelerin "daha fazla özgürlük" başlığı 
			altında siyasal alana doğru götürülmesi ve farklılıkların gereğinden 
			fazla derinleştirilmesi ile bu konuların ülke gündemine yoğun 
			şekilde sokulması, korkarım ki bir gün ülkeyi kutuplaşmaya 
			sürükleyebilir. Bu durum ise ülke güvenliğiyle doğrudan ilgilidir.
 
 Türkiye'de etnik kimliğin fark ettirilmesine, gelişimine ve 
			kişilerin bu konuda bilinçlenmesine uluslararası boyutlarda neler 
			etki etmiştir?
 
 Sosyal olayları bir tek nedene bağlamak doğru değildir.
 
 Ancak son dönemlerde dünyadaki toplumsal olayları yönlendiren 
			özellikle postmodernite ve küreselleşme düşünce akımlarının ve 
			Türkiye-AB ilişkilerinin bu olay üzerinde büyük bir etkisi olduğu da 
			açıktır.
 
 Konuyla yakından ilişkili olduğu için, modernite ve postmodernite 
			düşünce akımlarının ve etkilerinin iyi anlaşılmasının yararlı 
			olacağına inanıyorum.
 
 Modernite kısaca, akıl ve bilimi esas kabul eden, toplumsal kurallar, 
			düzenlemeler ve kurumlara öncelik veren bir dünya görüşüdür.
 
 Modernite insan haklarına ve özgürlüklere saygılıdır. Ancak sonsuz 
			özgürlük fikrine karşı da mesafelidir. Aynı konu üzerine KARL 
			POPPER'in düşüncelerini de hatırlamakta yarar var: "Devlet 
			yetkisinin kötüye kullanılmasını engellemek için özgürlüğe, 
			özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engellemek için de devlete 
			gereksinimimiz vardır. Özgürlük aşkının, onun kötüye kullanılmasının 
			yarattığı problemleri görmemizi engellemesine izin vermemeliyiz."
 
 Düşünür HABERMAS'ın dediği gibi modernite henüz tamamlanmamış bir 
			projedir ve geçerliliğini aynen korumaktadır.
 
 Postmodernite ise, modernitenin yarattığı kurumlara ve düşüncelere 
			karşı çıkan bir düşünce sistemidir.
 
 Postmodernite genel olarak, kültür ve etnik farklılıkları, 
			çoğulculuğu, kimlik politikalarını, yerel ve özel tercihleri, 
			popüler kültürü, kaotik değişimi esas alan, bireyi olabildiğince 
			özgürleştiren, aklı ve bilimi insanları yönlendiren adeta toplumsal 
			mühendislik aracı olarak gören ve buna karşılık devleti, iktidarı 
			güçsüzleştirmeye çalışan, her şeye geçici bir gözle bakan, 
			kuralsızlığın kural olduğu bir dünya görüşüdür.
 
 Düşünür ROBERT ANTONIO'nun dediği gibi, "Bu tip kimlik politikaları 
			tehlikelidir, kabul edilemez. Bu tip kimlik politikaları 
			farklılıkların artmasına, merkezkaç nitelikli olanların kök 
			salmasına neden olur ki, postmodernist düşüncenin bu aşırılıklarda 
			büyük payı vardır."
 
 Postmodernist akımların, küreselleşmenin ve iç etkenlerin etkisiyle 
			Türkiye'de de bazı değişimler yaşanmaktadır.
 
 Yeni kültürel kimlik arayışları, küreselleşme ve çok uluslu 
			şirketlerin etkisiyle sosyal devlet olgusunun kaybolması, ekonomik 
			beklentiler ve sorunlar, yaşanan büyük göç olgusu toplumları ister 
			istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bütün bunlar etnik ve 
			dinsel kimliklere büyük bir alan açmıştır. Bu durum, cemaatleşme 
			yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmaktadır. Dinsel 
			örgütlenme modelini kullanan bazı cemaatlerin yeni bir kültürel 
			kimliğin oluşumunda dini düşüncelere büyük ağırlık verdiği de 
			görülmektedir. Etnik kimlikleri öne çıkaran kesim ise, Cumhuriyet 
			tarihinde görülmediği ölçüde siyasallaşmıştır.
 
 Modernitenin en önemli noktalarından birisi, gerekli zaman ve 
			yerlerde gerekli önlemlerin alınmasıdır. Önlem, aklın tesadüfe karşı 
			ki bu tesadüflerin postmodernist düşüncede önemli bir yeri vardır- 
			hazırlıklı olmasıdır.
 
 Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Atatürk Devrimi'nin koruyucusu 
			olan kişi ve kurumlara düşen temel görev, tesadüflere karşı gerekli 
			önlemlerin yerinde ve zamanında alınmasıdır.
 
 Değerli Harbiyeliler,
 Ulus devletin çeşitli tehditler altında olduğunu söylemek ile, ulus 
			devletin artık ömrünü tamamladığını söylemek çok farklıdır. 
			Birincisini söylemek ne kadar doğru ise, ikincisini iddia etmek o 
			kadar yanlıştır.
 
 Ulus devletin çeşitli tehditler altında olduğunu ifade edenler de, 
			elbette buna karşılık, ulus devletin yaşatılmasına ve 
			güçlendirilmesine yönelik tedbir ve çareler üretmek 
			mecburiyetindedir.
 
 Ulus devletin en önemli özelliklerinden birisi egemenliğin devlete 
			ve ulusa ait olması ile egemenliğin paylaşılamamasıdır.
 
 İkinci özellik ise, ulus devletin, güçlü devlet kurum ve 
			kuruluşlarına sahip olmasıdır.
 Burada sıkça tartışılan bir konu da, devletin işlev sahalarının 
			kapsamı ile devletin kurumları arasındaki ilişkidir.
 
 FRANCIS FUKUYAMA'nın, "devletin işlev sahalarının küçültülmesi, 
			ancak bunun yanında devletin kurumlarının güçlendirilmesi ve 
			kuvvetlendirilmesi" yaklaşımı değerlendirilmelidir. ABD'yi ayakta 
			tutan güçlerin başında, çok güçlü kurumlara sahip oluşu vardır.
 
 Devletin küçülmesi kavramından, devletin kurumlarının 
			güçsüzleştirilmesi anlaşılmamalıdır.
 
 FUKUYAMA, "ulus devlet düşüncesine geri dönmekten ve bir kez daha 
			nasıl güçlü ve verimli ulus devlet yapısı geliştirilebileceğini 
			anlamak ve bunun için çalışmaktan başka bir seçenek olmadığı"nı 
			açıkça ifade etmektedir.
 
 Küreselleşmenin olumsuzluklarına karşı koymak için, küreselleşmenin 
			baş aktörleri de hızla kendi ulusal yapılarını korumaya ve 
			güçlendirmeye yönelmektedir. Bu durum, ABD'de de, AB ülkelerinde de 
			böyledir. Bu nedenle ülkeler tarafından izlenecek gerçekçi yol, "küresel 
			düşünmek, ancak ulusal hareket etmek" olmalıdır.
 
 Değerli Harbiyeliler,
 Konuşmamın başından buraya kadar söylediklerim, laiklik ilkesinin 
			ulus devlet ve Atatürk Milliyetçiliği anlayışlarının olmazsa olmaz 
			koşulu olduğunu açıklamaktadır. Bu nedenle, Anayasadaki laiklik 
			ilkesine ilişkin işlevsel tanımlar tartışma konuları içerisine 
			çekilmemelidir.
 
 Cumhuriyet'in kuruluş felsefesinin temelini oluşturan ulus devlet ve 
			üniter devlet yapısına; Cumhuriyet'in temel nitelikleri olan; 
			demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti niteliklerine sahip çıkma 
			ve koruma, hiçbir ayrım yapılmaksızın, kendisini Türk ulusunun bir 
			ferdi olarak hisseden herkese düşen bir görevdir.
 
 Türk Silahlı Kuvvetleri de bu yapı ve niteliklerin korunmasında her 
			zaman taraf olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
 
 Değerli Harbiyeliler,
 Komutanınız olarak, Türk ordusunu diğer ülkelerin ordularından 
			ayıran niteliğinin altını çizmekte yarar görüyorum.
 
 Ordular temelde ve genelde gücünü silahtan alır. Bir tek Türk ordusu 
			vardır ki, gücünün kaynağını ulusunun güven ve sevgisinden, 
			yüreğinden alır.
 
 Türk ordusunun bu niteliği, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş 
			sürecinde tarihsel ve sosyal olarak biçimlenen kopmaz bağlarla 
			perçinleşmiştir. Sizlere düşen görev, bu bağı korumak ve daha da 
			güçlendirmektir.
 
 Unutmayınız ki, Türk ordusunun ve Türk ulusunun ebedi lideri Mustafa 
			Kemal Atatürk'tür. Atatürkçü Düşünce Sisteminin ışığı her zaman 
			yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.
 
 2007-2008 Eğitim ve Öğretim Yılının, bütün Kara Harp Okulu 
			mensupları için sağlık, mutluluk ve başarılarla dolu olarak 
			geçmesini diliyorum.
 
 Teşekkür ederim.
 
 
 Kara 
			Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Kara Harp Okulu 
			20072008 Eğitim Öğretim Yılı Açılış Töreni Konuşması
 
 Ankara, 24 Eylül 2007 Çarşamba
   
			  
 |