Türkiye Cumhuriyeti'nin
kuruluş felsefesinin temel unsurlarını oluşturan ulus devlet, üniter
devlet ve laik devlete yönelik tehdit ve risklerin değerlendirilmesi
Sayın Komutanım,
Saygıdeğer Konuklar,
Değerli Silah Arkadaşlarım,
Kara Kuvvetlerinin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin geleceğinin
teminatı Değerli Harbiyeliler,
Kara Harp Okulunun yeni eğitim ve öğretim yılı açılış törenine hoş
geldiniz.
Harbiyeliler, sizler için vazife, onur ve ülke her şeyin üzerindedir.
Karakterinizin temelini gururunuz, gücünüz ve ilkeleriniz belirler.
Sizlerin komutanı olarak burada konuşmak, benim için büyük bir
onurdur.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi, Türkiye Devleti'nin
ülkesi ve millet (ulus)'iyle bölünmez bütünlüğünün korunmasını
hedeflemiştir. Bu kuruluş felsefesinin temel unsurlarını ise ulus
devlet, üniter devlet ve laik devlet oluşturmaktadır.
Bugün sizlere yapacağım konuşmanın konusunu "Türkiye Cumhuriyeti'nin
kuruluş felsefesinin temel unsurlarını oluşturan ulus devlet, üniter
devlet ve laik devlete yönelik tehdit ve risklerin değerlendirilmesi"
olarak belirledim.
20'nci yüzyılın sonunda ve 21'inci yüzyılın hemen başında olmak
üzere dünya iki büyük olay yaşadı. Bu olaylar uluslararası
ilişkileri, ittifakları, stratejik düşünceleri, "tehdit" ve buna
bağlı olarak "güvenlik" gibi kavramları temelden sarstı ve büyük
oranda değişime zorladı.
Bu iki olaydan biri Berlin Duvarı'nın yıkılışı, diğeri 11 Eylül'dür.
1989 yılında Berlin Duvarı'nın yıkılışı, Sovyetler Birliği'nin ve
Varşova Paktı'nın dağılmasına giden yolun başlangıcı olurken, bazı
değerlendirmelere göre de, dünya düzeninin tek kutuplu bir şekle
dönüşmesine ve Soğuk Savaş Dönemi'nin sona ermesine neden oldu.
11 Eylül 2001'de ABD'de yaşanan ve bütün dünya ülkeleri tarafından
lanetlenen trajik olay ise, en güçlü devletlerin bile terörün hedefi
olabileceğini gösterdi.
Aslında bu olay, insanlığın var oluşundan beri yaşanan terör
olaylarının küreselleşmesinden başka bir şey değildi.
Bu gelişmeler, birçok devletin güvenlik konseptlerini "savunmayı"
öngören "tehditlere" dayalı stratejik düşünceden, sadece "güvenliğe"
ve "risklere" dayalı stratejik düşünceye dönüştürmesine neden oldu.
Türkiye için ise durum çok farklıdır. Türkiye içinde bulunduğu zor
coğrafyada, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir risk ve
tehdit yelpazesi ile karşı karşıyadır.
Türkiye'nin 1984 yılından beri bölücü terör örgütüne karşı, adeta
tek başına yürütmekte olduğu mücadele, aslında -biz buna İç Güvenlik
Harekâtı diyoruz- asimetrik tehdide karşı yürütülen bir mücadeledir.
Bugün karşı karşıya kaldığımız bölücü terör hareketinin temelinde
etnik milliyetçilik vardır. Hedefleri ise ulus devlet ve üniter
devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Öncelikli hedef ulus
devlettir. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması sık
sık ve açıkça dile getirilen temel husustur. Bu husus da Türkiye'nin
ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef ise üniter
devlettir. Üniter devlet, ülke, ulus ve egemenlik unsurları ve
yasama, yürütme, yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren
devlet olarak tanımlanabilir.
Bölücü terör örgütüne karşı yürütmekte olduğumuz İç Güvenlik
Harekâtı'nın; halkımız, medya ve politikacılar tarafından iyi
anlaşılması ve değerlendirilebilmesi için, simetrik yani klasik,
diğer bir deyişle konvansiyonel harekât ile asimetrik yani
terörist örgütlerle mücadele, düşük yoğunluklu çatışma, bizim
deyişimizle İç Güvenlik Harekâtı arasındaki temel farkların iyi
anlaşılması zorunludur.
Dünyadaki genel izlenim, çok kişinin asimetrik harekâta, hâlâ
simetrik harekât gözü ve beklentileriyle bakmakta olduğudur. Bu
bakış açısı, kamuoyunun, medyanın ve politikacıların beklentileriyle
güvenlik kuvvetlerinin bu beklentileri gerçekleştirmesi arasındaki
farkların oluşmasına neden olmaktadır.
Konuşmamın bundan sonraki bölümünde, simetrik harekât yerine klasik
harekât; asimetrik harekât yerine ise İç Güvenlik Harekâtı (terörist
örgütlerle mücadele) terimlerini kullanacağım.
Klasik harekât ile İç Güvenlik Harekâtı arasındaki temel farklar
şöyle sıralanabilir:
- Klasik harekâtın icrası devletler arasında gerçekleşirken, İç
Güvenlik Harekâtı devlet ile terörist organizasyonlar arasında
meydana gelmektedir.
Bu çok önemli bir farktır. Çünkü, devletler ulusal ve uluslararası
hukuka ve yasalara uymak zorundadır. Teröristler ise böyle
kısıtlamalarla karşı karşıya değildir. Bu durum İç Güvenlik
Harekâtı'nı elbette zorlaştırmaktadır.
Burada önemli olan nokta, ulusal ve uluslararası yasa yapıcıların,
insanların temel hak ve özgürlüklerini gözetirken, onların
güvenliklerini ve yaşama haklarının korunmasını da aynı derecede
gözetmek zorunda olduklarıdır.
Türkiye, terör tehdidi altında olan ve terör olaylarıyla yaşayan bir
ülke. İnsanların temel hak ve özgürlüklerinin gereksiz yere
kısıtlanması nasıl kabul edilemezse, bu hak ve özgürlüklerin
teröristler tarafından istismar edilmesi de kabul edilemez.
Klasik harekâtın yönetimi için gerekli ulusal hukuki yapıyı
Sıkıyönetim Kanunu oluşturmaktadır.
İç Güvenlik Harekâtı ise, Olağanüstü Hâl Kanunu veya İl İdaresi
Kanunu çerçevesinde icra edilmektedir.
Tabii ki, bu hukuki yapılar arasında büyük farklar bulunmaktadır.
- Klasik harekât benzer kuvvetler arasında cereyan etmekte olup,
kuvvetler arasında da bir denge mevcuttur. Örneğin klasik yaklaşımla,
taarruz eden kuvvetin savunana karşı 1'e 3 üstünlüğü aranır.
İç Güvenlik Harekâtı'nda kuvvetler arasında ne benzerlik ne de denge
vardır.
Terörle mücadele, zayıf ile kuvvetli arasındaki mücadeledir. Bu
nedenle terörle mücadelede sayısal dengeler en önemli husus değildir.
- Klasik harekâtta zaman ve mekân tanımları kolayken, İç Güvenlik
Harekâtı'ndaki zaman 24 saati, mekân ise bütün ülkeyi, bazı
durumlarda diğer ülkeleri de kapsamaktadır. Her zaman, her yerde
teröristle karşılaşmak mümkündür.
- Klasik harekâtta düşmanı bulmak kolay, ancak bitirmek, etkisiz
hâle getirmek daha zordur.
İç Güvenlik Harekâtı'nda ise teröristi bulmak çok zor, bulunan
teröristi etkisiz hâle getirmek daha kolaydır.
- İç Güvenlik Harekâtı'nda gerçek zamanlı istihbarata duyulan
ihtiyaç, dakikalarla ifade edilecek şekilde artmıştır.
Şimdi geçerli olan bir bilgi, kısa süre sonra geçerliliğini
yitirebilmektedir. Zira yeri belirlenmiş olan terörist, biraz sonra
artık orada değildir.
- Klasik harekâtta politik ve askerî hedeflerin tanımı daha kolaydır:
Karşı tarafa isteklerinin kabul ettirilmesi, düşman silahlı
kuvvetlerinin imha edilmesi, A tepesinin ele geçirilmesi gibi.
İç Güvenlik Harekâtı'nda ise bu hedeflerin somut olarak ifade
edilmesi zordur.
Buna rağmen, İç Güvenlik Harekâtı'nın politik hedefinin, terör
örgütünün ve destekçilerinin başarı umutlarının yok edilmesi
şeklinde olabileceğini söyleyebiliriz.
Peki askerî hedef ne olacaktır?
En gerçekçi askerî hedef terör olaylarını kabul edilebilir, en düşük
seviyelere indirmek şeklinde olabilir.
- Şimdi önemli faktörlerden birisine geliyorum. Bu da, İç Güvenlik
Harekâtı'nın cereyan ettiği alanın, hemen hemen her noktasında
insanın olduğu, insanın yaşadığı gerçeğidir.
Klasik harekâtta, bu çerçevedeki temel soru, "Düşman nerede?" iken,
İç Güvenlik Harekâtı'nda ana soru "Kim terörist?"tir.
Burada, İç Güvenlik Harekâtı'nın icrasını zorlaştırmasına ve bazen
Güvenlik Kuvvetlerinin kayıplarına da neden olmasına rağmen,
harekâtı yürüten bütün Güvenlik Kuvvetlerinin kesinlikle uyması
gereken kural, masum halk ile teröristin ve destekçilerinin ayırt
edilmesi ve mevcut yasalara uyulması zorunluluğudur.
Bu açıdan bakıldığında, 1990'lı yıllarda terörün şiddetli olmasına
rağmen, operasyon arazilerinin büyük oranda boş olması nedeniyle
"Kim terörist?" sorusuna kolay ve net olarak cevap verilirken, bugün
bu sorunun cevabını bulmak, değişen şartlar çerçevesinde gerçekten
zordur.
- Mücadelenin süresine ilişkin beklentiler ise diğer önemli noktayı
oluşturmaktadır.
Örneğin İsrail kamuoyu, 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda oldukça güçlü
kuvvetlere karşı altı günde zafer kazanan İsrail Silahlı
Kuvvetlerinin, 2007'de birkaç bin kişiden oluşan Hizbullah Örgütü'nü
Lübnan'da neden etkisiz hâle getiremediğini anlamakta zorlanmaktadır.
Aynı husus, ABD kamuoyu için de geçerlidir. ABD Silahlı Kuvvetleri,
İkinci Irak Savaşı'nda klasik çatışmayı Nisan 2003'te beklentilerden
de önce sonuçlandırmasına rağmen, terör ve direniş hareketlerine
karşı aynı başarıyı sağlayamamıştır.
İç Güvenlik Harekâtı'nda kamuoyu, mücadelenin süresine ilişkin
gerçek dışı beklentilerin içine girmemeli veya yetkililerce
beklentiler içine sokulmamalı; gerçekler kamuoyuna, ilgililer
tarafından açıkça anlatılmalıdır.
- Klasik harekâtın icrası ile, İç Güvenlik Harekâtı'nın icrasındaki
temel yaklaşım farklarından birisini de, yürütme içerisinde, politik
makamlar ile asker arasındaki ilişkiler teşkil etmektedir.
İsrail Cumhurbaşkanı Shimon PERES'in dediği gibi: "Terörle
mücadelede karşılaşılan önemli olayların nerede ise %80'i ne tam
askerî, ne de tam politik boyuttadır. Sorunların hem politik, hem de
askerî boyutları vardır. Bunun yanında her askerî kararın politik
sonuçları olabileceği gibi, her politik kararın da askerî sonuçları
olabilir."
Bu gerçekten hareket ederek, terörle mücadelede, politik makamlar
ile asker arasındaki ilişkilere klasik bakış açısı ile
bakılmamalıdır.
Yürütmeden sorumlu politik makamlar ile askerî makamlar arasında
elbette yasalarda mevcut yetki ve sorumluluklara karşılıklı saygı
gösterilerek ortak görüşlere ulaşılmasının ve kararların ortak
olarak alınmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılmasının çok yararlı
olacağı düşünülmektedir.
Buraya kadar anlattığım husus, klasik harekât ile İç Güvenlik
Harekâtı arasında büyük farkların olduğudur. Kamuoyu, medya, politik
makamlar; İç Güvenlik Harekâtı'na klasik harekât bakış açısından
bakmamalıdır.
Aksi takdirde, onların beklentileriyle Güvenlik Kuvvetlerinin
gerçekleştirdikleri arasında bazı farklılıklar ortaya çıkabilir.
Değerli Harbiyeliler,
Bölücü teröre karşı yürütülen mücadele esas itibarıyla dört ana
alanda; güvenlik, ekonomi, sosyokültürel (eğitim ve sağlık dâhil) ve
psikolojik (bilgi harekâtı) harekât alanlarında devlet tarafından
yürütülmelidir.
Bu aslında devletin, bütün imkânlarını kullanarak, bölücü teröre
karşı kararlılıkla mücadele etmesi demektir.
Teröre karşı etkili mücadele etmek ve mücadelenin süresini
kısaltabilmek için, bu dört alandaki faaliyetlerin paralel ve eş
zamanlı yürütülmesi zorunludur. Bu faaliyetler birbirini
tamamlamaktadır. Söz konusu faaliyetlerin mevcut durum çerçevesinde
dengeli olması da diğer önemli bir husustur.
Türkiye'nin terörle mücadelesinin bugünlere kadar uzanmasının ana
nedenlerinden birisini, Türkiye'nin bu dört alandaki faaliyetlerini
paralel ve eş zamanlı olarak yürütememesi oluşturmaktadır.
Türkiye'de bu konuda büyük bir kavram kargaşası vardır. Bir kısım
insanlar, "Terörün yok edilmesi, güvenlik alanındaki mücadele ile
olmaz; başka alanlarda tedbirler alınması ve çözümler üretilmesi
gereklidir" diye düşünmektedir. İlk bakışta doğru olarak
düşünülebilecek bu yaklaşım, aslında yanlış ve eksiktir.
Elbette terörün yok edilmesi, yalnız güvenlik alanındaki mücadeleyle
olmaz. Ekonomik, sosyokültürel ve psikolojik harekât alanında
paralel ve eş zamanlı olarak hareket edilmelidir.
Ancak burada kastedilen, "Güvenlik alanında mücadele etmeyelim,
diğer üç alanda mücadele edelim" düşüncesi ise; bu, zaten bölücü
terör örgütünün savunduğu yaklaşımın ta kendisidir.
Bölücü terör örgütünün silahlı bir kadrosu vardır. Bu silahlı
kadrosuna zayiat verdirilmezse, etkisiz hâle getirilemezse, diğer
alanlarda yürütülecek mücadeleyle bir sonuca ulaşmanız mümkün
değildir. Terörle mücadelenin tarihi, bu durumun örnekleri ile
doludur.
Bu tartışmadaki diğer maksatlı yaklaşım ise, Güvenlik Kuvvetlerinin
bölücü terör örgütüne karşı yürütmekte olduğu mücadelede kazandığı
başarıyı küçümseme ve küçültmeye yöneliktir.
Hem bu değerlendirmeyi cevaplamak, hem de terör örgütünün silahlı
gücünün örgüt için önemini ortaya koymak amacıyla, örgütün geçmişine
bakmak uygun olacaktır.
1985 yılında terör örgütünün mevcudu 200 civarındaydı. 1988 Halepçe
Olayları ve akabinde meydana gelen mülteci olayları bu mevcudu
1500'lere çıkarmıştı. Birinci Irak Savaşı'nda -1990/1991 yılları
içerisinde- ise bu mevcut 12000'lere ulaşmıştı.
O yıllarda, terörist başının hedefi 50000'lere ulaşmaktı. 1992
yılında bölücü terör örgütü karakol ve üslerimize yüzlerce kişiden
oluşan gruplarla saldırılar düzenliyordu.
1993-1995 yılları terörle mücadelenin en şiddetli olduğu dönemdir.
Bu süreçte Güvenlik Güçlerinin vermiş olduğu şehit sayıları en üst
rakamlara ulaşmış, ancak örgütün silahlı kadrosu da 12000'lerden
6000'lere düşürülmüştür. Bu dönem, örgütün ve terörist başının
hayallerinin yıkıldığı dönemdir. Bunun sonucunda örgüt 1995'ten
sonra, kültürel ve siyasal alandaki ayrılıkçı faaliyetlere ağırlık
verme kararı alırken, terörist unsurları da 20-30 kişilik gruplara
dönüştürmüştür. Bugün ise teröristler 7-8 kişilik gruplar hâlinde
hareket etmektedir. Bu durum, aslında örgütün tekrar başa dönmesi,
yani "silahlı propaganda" safhasına dönmesinden başka bir şey
değildir.
Yeri gelmişken, çok karşılaşılan bir soruya da değinmek istiyorum.
Soru şudur:
"Güvenlik Güçleri bugüne kadar terör örgütünün Silahlı Kadrosuna
büyük zayiat verdirdi. Ama örgüt hâlâ neden var?"
Bu soruya verilecek cevap, elbette kapsamlıdır. Ancak burada bir iki
temel nedene değineceğim:
Birinci neden, örgüte katılımın tam olarak engellenememesidir. Bu
görev, devletin bütün kurum ve kuruluşlarına düşmektedir. Örgütün
silahlı kadrosu, Güvenlik Kuvvetleri tarafından etkisiz hâle
getirilirken, aynı zamanda, örgüte katılım devam ediyorsa, terörle
mücadele beklenenden daha uzun zaman alır.
İkinci neden, yaşanan süreçte, örgüt çok zor durumlara düşmüş, ancak
yapılan bazı hatalar ve ortaya çıkan şartlardan çok iyi yararlanarak
durumunu tekrar düzeltmiştir. Koşullar, maalesef her zaman örgütün
lehinde cereyan etmiştir. İran/Irak Savaşı, Halepçe Olayları, 1.
Körfez/Irak Savaşı, 2. Irak Savaşı bunlara örnektir.
Yapılan hataların başında ise, terör eylemlerinin azaldığı bazı
dönemlerde, terör örgütünün bittiği yanılgısına düşülmesi olmuştur.
Tabii önemli nedenlerden birisi ise, biraz önce değindiğim gibi;
güvenlik, ekonomi, sosyokültürel ve psikolojik harekât alanlarında
devletin paralel, eş zamanlı ve etkin bir mücadele anlayışına ve bu
mücadeleyi koordineli ve etkin olarak yürütebilecek profesyonel bir
yapılanmaya sahip olamamasıdır.
İç Güvenlik Harekâtı'nda, Güvenlik Güçlerine düşen görev,
teröristleri arayıp, bulup etkisiz hâle getirmektir. Bu, bölücü
terörist örgüt ile mücadele etmek demektir. Böylece terörist
eylemlerin kontrol altına alınması, en az seviyeye indirilmesi ve
dolayısıyla, terör örgütünün ve destekleyicilerinin başarı
umutlarının söndürülmesi, yok edilmesi hedeflerine ulaşılabilecektir.
Güvenlik Kuvvetleri bugün de bu görevlerini büyük bir kararlılıkla
sürdürmektedir.
Ağustos ve Eylül ayları içerisinde 49 terörist ölü olarak, 37
terörist ise sağ olarak ele geçirilmiş ve 10 terörist de Güvenlik
Kuvvetlerine teslim olmuştur. Böylece toplam 96 terörist etkisiz
hale getirilmiştir.
Terörle Mücadele bir süreçtir. Bu mücadelede örgüt üzerinde baskının
kurulması ve sürdürülmesi, operasyonlarda devamlılık, harekât
alanının kontrol altına alınmasıyla teröristlerin hareketlerinin
sınırlandırılması ve her fırsattan istifade edilerek teröristlere
darbe vurulması esastır. Bir operasyonla terörist örgütün yok
edilebileceği düşüncesi doğru değildir. Önemli olan, her fırsattan
faydalanılarak, örgüte darbe vurulmasıdır.
İç Güvenlik Harekâtı kapsamında icra edilen her faaliyette hedefimiz,
bu faaliyetin sıfır kayıpla sonlandırılması olduğu halde, maalesef
Güvenlik Kuvvetlerimiz bazı durumlarda şehit de vermektedir.
Değerli Harbiyeliler,
Türkiye'nin Bölücü Terör Örgütüne karşı yürütmekte olduğu mücadeleyi,
Irak'taki gelişmelerden ve oluşumlardan soyutlamak elbette mümkün
değildir.
Türkiye, Irak sorununa bir bütün olarak bakmalıdır. Irak önemli bir
sorun olarak geçmişte olduğu gibi, gelecekte de Türkiye'yi
etkilemeye devam edecektir.
Daha önce defalarca altını çizdiğimiz gibi, Irak'ta ve özellikle
Irak'ın kuzeyinde meydana gelen gelişmeler ve olabilecek durumlar,
Türkiye'nin geleceğini ve güvenliğini tehdit edebilecek boyutlara
ulaşma yolunda oldukça mesafe almıştır.
Türkiye'nin Irak'la ilgili kaygı ve sorunlarını şu şekilde ifade
edebiliriz:
- Türkiye için Irak'a ilişkin öncelikli siyasi hedef, Irak'ın toprak
ve siyasi bütünlüğünün korunmasıdır. Sorun da burada yatmaktadır.
Irak gerçekten toprak ve siyasi bütünlüğünü koruyabilecek midir?
Irak'taki etnik ve bölgesel gruplar arasındaki mücadelenin esasını,
politik gücün ve Irak'ın gelir kaynaklarının paylaşımı teşkil
etmektedir. Bu soruna çözüm, ancak politik gücün ve gelir
kaynaklarının paylaşımı arasında bir denge yaratılması ile
bulunabilir.
Irak'ın kuzeyindeki oluşum ve gelişmelerin bu bölgedeki Kürtlere
tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askerî ve psikolojik güç
kazandırdığı da diğer bir gerçektir. Ayrıca bu durumun,
vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli
yaratabileceğine de dikkat edilmelidir.
Şii nüfusun çoğunluğu ve İran'ın desteğine sahip olması ise sorunu
daha da karmaşık hâle getirmektedir.
Bu çerçevede Irak gerçekten toprak ve siyasi bütünlüğünü
koruyabilecek midir? Bu soruya, bugün için net cevap verilmesi
imkânsızdır. Ancak tahminde bulunulabilir. Tahminde bulunmanın
yaygın yolu mevcut eğilimlerin uzantılarını incelemektir.
- Bölücü terör örgütünün Irak'ın kuzeyinde barınması ve bu bölgeden
beslenmesi, ABD ve Irak'ın bu terör örgütüne karşı hiçbir yaptırımda
bulunmaması ve bugüne kadar bu konuda olumlu ve elle tutulur bir
sonuca ulaşılamaması, diğer önemli bir sorunu oluşturmaktadır.
- Irak'taki soydaşlarımız Türkmenler'in durumu ve bir iç savaşta
çatışan taraflardan birisi hâline gelmesi ise, Türkiye açısından çok
ciddi bir durumun ortaya çıkmasına neden olabilir.
Türkiye'nin bütün bu sorunları en iyi şekilde yönetebilmesi için,
siyasi karar alıcılar, devletin ilgili kurum ve kuruluşları ile
kamuoyunun, bu sorunların Türkiye'ye etkileri konusunda görüş
birliğine sahip olmaları gerekir.
Sorunların yönetilmesi çok önemlidir. Sorunların yönetilebilecek
seviyede tutulmasına her zaman dikkat edilmelidir.
Belki Türkiye'nin, bulunulan şartlarda, tek başına Irak'taki
gelişmelere yön verebilecek güce sahip olmadığı söylenebilir; ancak
Türkiye'nin gelişmeleri engelleyebilecek, maliyetlerini
artırabilecek bir güce sahip olmadığı da söylenemez.
Biraz önce ifade etmeye çalıştığım, Türkiye'nin Irak'la ilgili kaygı
ve sorunları, Türkiye-ABD ilişkilerini etkilemektedir.
ABD, Türkiye'nin desteğini almayan bir çözümün, Irak için kalıcı bir
çözüm olmayacağını ve Irak'ın kuzeyindeki bölücü terör örgütünün
varlığının Türkiye için hayati bir tehdit oluşturduğunu, zamanın söz
söyleme değil, eylem zamanı olduğunu anlamalı ve görmelidir.
Sorunların zamana yayılması, bazen sorunların daha da büyümesine ve
derinleşmesine neden olabilir.
İki ülkenin yöneticileri, kurum ve kuruluşları ile kamuoyu
karşılıklı olarak bu durumu ciddiye almalıdır.
Değerli Harbiyeliler,
Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşu ve gelişimi bir devrimdir.
Atatürk'ün gerçekleştirdiği bu devrimin ana hedefi bir ulus devletin,
Türk ulusunun yaratılmasıdır.
Atatürk'ün ulus devlet anlayışı dinsel ve etnik temellere bağlı
değildir ve bağlanmaya da çalışılmamalıdır.
O'nun devrimi ümmet toplumundan laik ulus devlete dönüşümdür. Bu
nedenle laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm
değerlerin temel taşıdır.
Atatürk'ün ulus devlet anlayışı egemenlik haklarının ve demokrasinin
korunmasına özel önem verir. Bu hususu anlamakta zorlananlar,
Atatürk'ün Samsun'a çıkışıyla başlayan ve aramızdan ayrılışına kadar
geçen süreyi iyi incelemelidirler.
Ne gariptir ki, dün olduğu gibi bugün de, laiklik karşıtı
hareketlerin ve etnik milliyetçilerin öncelikli ve ortak bir hedefi
vardır. O da ulus devlet yapısıdır.
Laiklik karşıtı hareketler ulusun oluşumunda din temelini hakim
kılmaya çalışırken; etnik milliyetçiler ise, ulus devlet anlayışını
-çok yanlış şekilde- etnik farklılıkların görülmemesi, yok edilmesi
şeklinde anlatmaya ve ulus devletin ortak değerlerini paydalarını -ki
bunlardan birisi de ulusal kültürdür- zayıflatmaya çalışmaktadırlar.
Özellikle başta aydınlar olmak üzere herkesin; yaşanmakta olan fikir
anarşisi içerisinde toplumun gerçek yapısını ve sorunlarını öğrenmek
yerine, kendilerine dayatılan fikirler doğrultusunda hareket etmede
çok dikkatli ve duyarlı olması gerekmektedir.
Değerli Harbiyeliler,
Bugün karşılaşılan bu tehditleri ve riskleri iyi anlayabilmek için
ulus devletin ne olduğunu, ulus devletin oluşumunda ana düşünceyi
oluşturan "Atatürk Milliyetçiliği"nin ne anlama geldiğini bir defa
daha hatırlamakta yarar var.
İlk önce "ulus"un ne anlama geldiğine bakalım. Ulus; dil, kültür,
ülkü birliği ortak paydalarıyla birbirine bağlı vatandaşların
oluşturduğu siyasal, hukuksal ve sosyolojik bir olgudur, bir
birlikteliktir.
Siyasal, hukuksal anlamda ulus olmakla, sosyolojik anlamda ulus
olmak farklı şeylerdir.
Sosyolojik olarak Fransız ulusu, Fransız İhtilali öncesinde de vardı.
Ancak, Fransız ulusunun siyasal, hukuksal anlamda oluşumu Fransız
İhtilali'nin sonucudur. Siyasal, hukuksal anlamda ulusun oluşumu,
egemenliğin halka ait oluşuyla doğrudan ilgilidir.
Türk ulusunun oluşumu da, Cumhuriyet'in ilanı ile gerçekleşmiştir.
"Ulus devlet" kavramı ise, kurulan devletin yaratılan bir ulusa
dayandırıldığını ifade etmektedir.
Atatürk de Cumhuriyetin ilanı ile; Türk ulusunun oluşumunu
gerçekleştirmiş ve kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne ulus
devlet niteliğini kazandırmıştır.
Dolayısıyla Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
felsefesinin temelini, ulus devlet ve üniter devlet düşünceleri
oluşturmaktadır.
Şimdi ulusu ulus yapan ortak paydalara ki bunlar dil, kültür ve
ülkü birliğidir kısaca göz atalım:
Dil. Atatürk Türk dilini şöyle tanımlamaktadır:
"Türk dili, Türk ulusunun kalbidir, zihnidir."
"Millî duygular ile dil arasındaki bağ, çok kuvvetlidir. Dilin millî
ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir."
"Dil yaşayan bir varlıktır ve korunmaya muhtaçtır. Dilini kaybeden
bir ulus, her şeyini kaybetmeye mahkûmdur."
Türkçenin dışında, bazı etnik grupların kendi dillerini öğrenmek
istemelerini kabul etmek ve bu isteğe saygı göstermek farklı bir
durumdur; bu dillerde eğitim ve öğretim yapılmasını kabul etmek ise,
çok başka bir durumu ifade eder.
İkincisini ulus devlet anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir.
İkinci temel payda ise ulusal kültürdür. Atatürk 10'uncu Yıl
Nutku'nda bizlere şu hedefi verir.
"Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağız."
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, çağdaş uygarlık düzeyine
çıkartılması istenilen hususun, ulusal kültürün ta kendisi olduğudur.
Atatürk ulusal kültürü "Türkiye Cumhuriyeti'nin damarlarında dolaşan
kan" olarak tanımlamaktadır.
O'na göre, ulusal kültürün çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine
çıkartılması, Türkiye Cumhuriyeti halkının bütün anlam ve
görüşleriyle medeni bir toplum haline dönüştürülmesi demektir.
Elbette Türkiye Cumhuriyeti kültürel farklılıklara saygılıdır.
Kültürel zenginliklerin yaşaması için gerekli düzenlemeleri de
gerçekleştirmiştir.
Ancak devamlı farklılıkları öne çıkararak yapay ayrılıklar
yaratılması yaklaşımına ve ulusal kültürümüzün zayıflatılmaya
çalışılmasına da müsaade edilemez. Ortak ulusal kültür değerlerini
koruyamayan bir ulusun geleceğinden emin olamayız.
Ulusu ulus yapan ve ulusun bir arada tutulmasını sağlayan diğer
payda, ülkü birliğidir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması ve ilelebet yaşatılması, Türkiye
Cumhuriyeti'nin güvenliğinin iç ve dış tehditlere karşı sağlanması,
Türkiye'nin gelişmişlik düzeyinin ve vatandaşlarının refah
seviyelerinin daha yukarılara çıkartılması hepimizin ortak ülkü ve
hedefidir, hedefi olmalıdır.
Değerli Harbiyeliler;
Günümüzde üzerinde en çok konuşulan konulardan biri de "Atatürk
Milliyetçiliği"dir.
Anayasanın 2'nci Maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin bağlı olduğu
ilkeler arasında "Atatürk Milliyetçiliği" de yer almaktadır.
Önce milliyetçiliğin ne anlama geldiğini iyi anlamak gerekir.
Milliyetçilik, en geniş anlamıyla bireyin kendi kimliğini mensup
olduğu ulusa göre tanımlaması ve ulusa duyulan bağlılık ve sadakatin
önceliğine duyulan inancın ifadesidir. Ulusal kültüre önem vermeyi
ve vatanseverlik duygularını kapsar.
Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı; biraz önce değindiğim hususların
yanı sıra, diğer uluslara zarar vermemeyi, uluslar arasındaki
eşitliği ve en önemlisi de yayılmacılığı reddetmesi ile önem
kazanmaktadır.
Atatürk'ün milliyetçiliği, ulus devleti kurmaya ve onu geliştirmeye
yönelik bir ulusçuluktur. Bu ulusçuluk, birleştirici ve bütünleyici
ulus gerçeğine bağlı, ulusal kimlik bilincini geliştiren,
yayılmacılığı ve ümmetçiliği reddeden, laik bir ulusçuluktur.
Atatürk, milliyetçilik anlayışını en veciz şekilde şöyle ifade
etmiştir:
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir."
Bu veciz söylemde, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet yaşatılması ülkü
birliğini temsil etmektedir. Bu görev de Türk Milletine verilmiştir.
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimdir?" Bu sorunun cevabı ise Türkiye
halkıdır. Görüldüğü gibi burada "Türk Milleti" terimi kullanılmamış,
sınırları çizilen bir coğrafyada -ki burası Türkiye'dir- yaşayan
halk, yani Türkiye halkı ifadesine yer verilmiştir.
Aynı ülkü etrafında birleşmiş ve Türkiye sınırları içinde yaşayan
Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi
rızası ile birleşmesi ile bir ulusun/milletin oluşacağı ve bu ulus
ve millete ise Türk milleti denileceği, bu ifadede açık şekilde yer
almaktadır.
Atatürk'ün milliyetçilik kavramında, ırkçılık, etnisite, din ve
mezhep ayrımı var mıdır? Atatürk'ün milliyetçilik anlayışında
yayılmacılık, diğer ulusları küçümseme var mıdır?
O'nun milliyetçilik anlayışından daha birleştirici ve bütünleyici
bir anlayış olabilir mi?
Atatürk milliyetçiliğinin bu kadar açık olmasına ve en önemlisi
evrensel kavramları içinde barındırmasına rağmen, maalesef bugün
kimileri, bu anlayışı kavrayamamakta ve yanlış şekilde yorumlamaya
ve anlatmaya büyük çaba göstermektedir. Söylemlerinde akılcı ve
bilimsel bir yaklaşımın izlerini bulmak da mümkün değildir.
Daha önce de ifade ettiğim gibi bugün karşı karşıya kaldığımız
bölücü terörün temelinde etnik milliyetçilik vardır.
Etnik açıdan kendisini farklı hissetmek, ayrı bir aidiyet duygusuna
sahip olmak ile etnik farklılıkları siyasal bir boyuta taşımak
farklı hususlardır. Aidiyet duygularına, kültürel boyutta kaldığı
sürece saygı gösterilmelidir. Ancak, farklılıkların ve aidiyet
duygularının siyasal boyuta taşınmasına müsaade edilemez. Bu etnik
milliyetçiliktir. Kabul edilemez.
Kültürel alandaki düzenlemelerin "daha fazla özgürlük" başlığı
altında siyasal alana doğru götürülmesi ve farklılıkların gereğinden
fazla derinleştirilmesi ile bu konuların ülke gündemine yoğun
şekilde sokulması, korkarım ki bir gün ülkeyi kutuplaşmaya
sürükleyebilir. Bu durum ise ülke güvenliğiyle doğrudan ilgilidir.
Türkiye'de etnik kimliğin fark ettirilmesine, gelişimine ve
kişilerin bu konuda bilinçlenmesine uluslararası boyutlarda neler
etki etmiştir?
Sosyal olayları bir tek nedene bağlamak doğru değildir.
Ancak son dönemlerde dünyadaki toplumsal olayları yönlendiren
özellikle postmodernite ve küreselleşme düşünce akımlarının ve
Türkiye-AB ilişkilerinin bu olay üzerinde büyük bir etkisi olduğu da
açıktır.
Konuyla yakından ilişkili olduğu için, modernite ve postmodernite
düşünce akımlarının ve etkilerinin iyi anlaşılmasının yararlı
olacağına inanıyorum.
Modernite kısaca, akıl ve bilimi esas kabul eden, toplumsal kurallar,
düzenlemeler ve kurumlara öncelik veren bir dünya görüşüdür.
Modernite insan haklarına ve özgürlüklere saygılıdır. Ancak sonsuz
özgürlük fikrine karşı da mesafelidir. Aynı konu üzerine KARL
POPPER'in düşüncelerini de hatırlamakta yarar var: "Devlet
yetkisinin kötüye kullanılmasını engellemek için özgürlüğe,
özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engellemek için de devlete
gereksinimimiz vardır. Özgürlük aşkının, onun kötüye kullanılmasının
yarattığı problemleri görmemizi engellemesine izin vermemeliyiz."
Düşünür HABERMAS'ın dediği gibi modernite henüz tamamlanmamış bir
projedir ve geçerliliğini aynen korumaktadır.
Postmodernite ise, modernitenin yarattığı kurumlara ve düşüncelere
karşı çıkan bir düşünce sistemidir.
Postmodernite genel olarak, kültür ve etnik farklılıkları,
çoğulculuğu, kimlik politikalarını, yerel ve özel tercihleri,
popüler kültürü, kaotik değişimi esas alan, bireyi olabildiğince
özgürleştiren, aklı ve bilimi insanları yönlendiren adeta toplumsal
mühendislik aracı olarak gören ve buna karşılık devleti, iktidarı
güçsüzleştirmeye çalışan, her şeye geçici bir gözle bakan,
kuralsızlığın kural olduğu bir dünya görüşüdür.
Düşünür ROBERT ANTONIO'nun dediği gibi, "Bu tip kimlik politikaları
tehlikelidir, kabul edilemez. Bu tip kimlik politikaları
farklılıkların artmasına, merkezkaç nitelikli olanların kök
salmasına neden olur ki, postmodernist düşüncenin bu aşırılıklarda
büyük payı vardır."
Postmodernist akımların, küreselleşmenin ve iç etkenlerin etkisiyle
Türkiye'de de bazı değişimler yaşanmaktadır.
Yeni kültürel kimlik arayışları, küreselleşme ve çok uluslu
şirketlerin etkisiyle sosyal devlet olgusunun kaybolması, ekonomik
beklentiler ve sorunlar, yaşanan büyük göç olgusu toplumları ister
istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bütün bunlar etnik ve
dinsel kimliklere büyük bir alan açmıştır. Bu durum, cemaatleşme
yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmaktadır. Dinsel
örgütlenme modelini kullanan bazı cemaatlerin yeni bir kültürel
kimliğin oluşumunda dini düşüncelere büyük ağırlık verdiği de
görülmektedir. Etnik kimlikleri öne çıkaran kesim ise, Cumhuriyet
tarihinde görülmediği ölçüde siyasallaşmıştır.
Modernitenin en önemli noktalarından birisi, gerekli zaman ve
yerlerde gerekli önlemlerin alınmasıdır. Önlem, aklın tesadüfe karşı
ki bu tesadüflerin postmodernist düşüncede önemli bir yeri vardır-
hazırlıklı olmasıdır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Atatürk Devrimi'nin koruyucusu
olan kişi ve kurumlara düşen temel görev, tesadüflere karşı gerekli
önlemlerin yerinde ve zamanında alınmasıdır.
Değerli Harbiyeliler,
Ulus devletin çeşitli tehditler altında olduğunu söylemek ile, ulus
devletin artık ömrünü tamamladığını söylemek çok farklıdır.
Birincisini söylemek ne kadar doğru ise, ikincisini iddia etmek o
kadar yanlıştır.
Ulus devletin çeşitli tehditler altında olduğunu ifade edenler de,
elbette buna karşılık, ulus devletin yaşatılmasına ve
güçlendirilmesine yönelik tedbir ve çareler üretmek
mecburiyetindedir.
Ulus devletin en önemli özelliklerinden birisi egemenliğin devlete
ve ulusa ait olması ile egemenliğin paylaşılamamasıdır.
İkinci özellik ise, ulus devletin, güçlü devlet kurum ve
kuruluşlarına sahip olmasıdır.
Burada sıkça tartışılan bir konu da, devletin işlev sahalarının
kapsamı ile devletin kurumları arasındaki ilişkidir.
FRANCIS FUKUYAMA'nın, "devletin işlev sahalarının küçültülmesi,
ancak bunun yanında devletin kurumlarının güçlendirilmesi ve
kuvvetlendirilmesi" yaklaşımı değerlendirilmelidir. ABD'yi ayakta
tutan güçlerin başında, çok güçlü kurumlara sahip oluşu vardır.
Devletin küçülmesi kavramından, devletin kurumlarının
güçsüzleştirilmesi anlaşılmamalıdır.
FUKUYAMA, "ulus devlet düşüncesine geri dönmekten ve bir kez daha
nasıl güçlü ve verimli ulus devlet yapısı geliştirilebileceğini
anlamak ve bunun için çalışmaktan başka bir seçenek olmadığı"nı
açıkça ifade etmektedir.
Küreselleşmenin olumsuzluklarına karşı koymak için, küreselleşmenin
baş aktörleri de hızla kendi ulusal yapılarını korumaya ve
güçlendirmeye yönelmektedir. Bu durum, ABD'de de, AB ülkelerinde de
böyledir. Bu nedenle ülkeler tarafından izlenecek gerçekçi yol, "küresel
düşünmek, ancak ulusal hareket etmek" olmalıdır.
Değerli Harbiyeliler,
Konuşmamın başından buraya kadar söylediklerim, laiklik ilkesinin
ulus devlet ve Atatürk Milliyetçiliği anlayışlarının olmazsa olmaz
koşulu olduğunu açıklamaktadır. Bu nedenle, Anayasadaki laiklik
ilkesine ilişkin işlevsel tanımlar tartışma konuları içerisine
çekilmemelidir.
Cumhuriyet'in kuruluş felsefesinin temelini oluşturan ulus devlet ve
üniter devlet yapısına; Cumhuriyet'in temel nitelikleri olan;
demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti niteliklerine sahip çıkma
ve koruma, hiçbir ayrım yapılmaksızın, kendisini Türk ulusunun bir
ferdi olarak hisseden herkese düşen bir görevdir.
Türk Silahlı Kuvvetleri de bu yapı ve niteliklerin korunmasında her
zaman taraf olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
Değerli Harbiyeliler,
Komutanınız olarak, Türk ordusunu diğer ülkelerin ordularından
ayıran niteliğinin altını çizmekte yarar görüyorum.
Ordular temelde ve genelde gücünü silahtan alır. Bir tek Türk ordusu
vardır ki, gücünün kaynağını ulusunun güven ve sevgisinden,
yüreğinden alır.
Türk ordusunun bu niteliği, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
sürecinde tarihsel ve sosyal olarak biçimlenen kopmaz bağlarla
perçinleşmiştir. Sizlere düşen görev, bu bağı korumak ve daha da
güçlendirmektir.
Unutmayınız ki, Türk ordusunun ve Türk ulusunun ebedi lideri Mustafa
Kemal Atatürk'tür. Atatürkçü Düşünce Sisteminin ışığı her zaman
yolumuzu aydınlatmaya devam edecektir.
2007-2008 Eğitim ve Öğretim Yılının, bütün Kara Harp Okulu
mensupları için sağlık, mutluluk ve başarılarla dolu olarak
geçmesini diliyorum.
Teşekkür ederim.
Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Kara Harp Okulu
20072008 Eğitim Öğretim Yılı Açılış Töreni Konuşması
Ankara, 24 Eylül 2007 Çarşamba
|