Atatürk
Sonrası Türkiye: 'Tutsaklık'
ve 'Uşaklık' Yolunda Adım Adım
Uzun yıllardır Türk
dış politikasının iki temel ilkesinin var olduğundan bahsedilir.
Bunlardan birincisi, bir boyutuyla var olan sınırları sürdürme ve
yayılmacı politikalar izlememe, diğer boyutuyla da mevcut uluslararası
düzen içinde dengeleri yakalama ve devam ettirmek şeklinde tezahür eden
statükoculuktur. Diğerinin ise "çağdaş uygarlık" hedefi
bağlamında formüle edilen Batıcılık olduğu genellikle kabul edilen bir
görüştür. Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar olan dönem için bu
iki ilkenin Türk dış politikasının değişmez parametrelerinden olduğu
iddia edilmektedir. Ne var ki, bu genel çerçeve kapsamında, özellikle
dış politik ilişkiler açısından Cumhuriyet'in çeşitli dönemleri
arasındaki niteliksel farkı belirleyebilmek için, salt bu iki ilkenin
yeterli olduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Özellikle Ulusal
Bağımsızlık Savaşı ile Cumhuriyet'in ilk yıllarını kapsayan Atatürk
döneminin gerek iç, gerek dış politikadaki özgün yönünü anlayabilmek
için, süreci başka bir kavramın yardımıyla değerlendirmek zorunludur.
Diğer bir ifadeyle 1919'dan 1938'e kadar uzanan dönemde Cumhuriyet'in
ulusal bağımsızlık ve egemenlik konusundaki hassasiyeti ile Atatürk
sonrası dönemde, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllardaki
bağımsızlığı önemsemeyen ve göz ardı eden tutumu, açık bir çelişki
oluşturmanın ötesinde, Türk dış politikasında niteliksel bir dönüşümün
gerçekleştiğinin de kanıtıdır.
Osmanlı, Atatürk Dönemi Dış Politikası
1945 sonrasında dış ilişkilerin seyri ve nihayetinde bugün gelinen nokta
dikkate alınırsa aslında Atatürk dönemi Türk dış politikasının,
Osmanlı-Cumhuriyet döneminin diplomatik ilişkiler tarihinde bir parantez
oluşturduğunu söylemek pek bir abartma olmaz. Hem Batı ile
karşısındakiler hem de Batı'yı oluşturan unsurlar arasında bir denge
kurma ve sürdürme anlayışının, sadece Cumhuriyet dönemine özgü olmadığı,
bu politikanın XIX. yüzyıl Osmanlı diplomasinin temel yaklaşımlarından
biri olduğu bilinmektedir. Ne var ki, XIX. yüzyıl Osmanlı diplomasisinin
bu dengeci politika ile varmayı amaçladığı hedef, Atatürk dönemi dış
politikasının dengecilik anlayışının ulaşmayı amaçladığı noktadan
tamamen farklıdır. Osmanlı devletinin Avrupa'nın büyük güçleri
arasındaki güç dengelerine dayanarak ya da bir veya birkaç büyük
devletin himayesini kabul ederek devletin varlığını devam ettirmeye
çalışması ve sonuçta bu denge ya da himaye ilişkisinin sürmesi için
ekonomiden siyasete, askerlikten eğitime kadar neredeyse hemen her
alanda, "reform" adı altında ödünler vermek zorunda kalması,
Atatürk döneminin dengecilik anlayışı ile ilgisi olmayan ve
başarısızlığı kanıtlanmış bir yaklaşımdır. Oysa Atatürk dönemi dış
politikasının dengeciliği, himaye ilişkileri içinde var olmayı ve başka
devletlere dayanarak, onların verdiği garantiler ve teminatlar
çerçevesinde yaşamayı değil, gerek dünya gerek Avrupa politikasının
gerçekçi bir değerlendirmesi sonucunda bağımsızlık ve egemenliği
koruyarak modernleşmeyi, açık bir ifade ile bağımsızlık içinde bir
çağdaşlaşmayı amaçlamaktadır. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki bütün olumsuz
koşullara ve Milli Mücadele saflarından da gelen ısrarlara rağmen
mandacılığın değil de "istiklal-i tam" anlayışının benimsenmesi
de, Cumhuriyet ilan edildikten sonraki süreç içerisinde uluslararası
koşullar olgunlaştığı ve elverdiği anda, Lozan anlaşması ile verilmek
zorunda kalınan ödünleri telafi edecek dış politika açılımlarının
yapılması da, bu bağımsızlıkçı anlayışın doğal bir sonucudur.
1938 sonrası dönem: 'Küçük Amerikalaşma'
dönemi
1945 sonrası dönemde, Atatürk döneminin bağımsızlıkçı anlayışı terk
edilmiş, Türkiye siyasal, askeri ve ekonomik alanda bağımsızlık ve
egemenliğini her geçen gün daha da yitireceği bir süreçte yol almaya
başlamıştır. Daha ilginç olan nokta ise, aslında dış politikadaki
dengecilik anlayışının da bu dönemde terk edilmesi, Batı ittifakına
giren Türkiye'nin kuzey komşusu Sovyetler Birliği ile uluslararası
politikada karşı saflarda yer alması, ağırlığını kayıtsız koşulsuz
Batı'dan yana koymasıdır. Üstelik Türkiye, bu dönemde, Batı ittifakı
içinde de bir denge gözetmek yerine, iç ve dış siyasal ilişkilerinde
ABD'nin belirleyiciliğine ve egemenliğine teslim olmuştur. Bu süreci,
Nihat Erim'in 1940'lı yıllarında sonunda veciz bir şekilde ifade ettiği
"Küçük Amerika" kavramı yardımıyla, bir "Küçük Amerikalaşma"
dönemi olarak adlandırmak hatalı olmaz. Özellikle 1950'lerde netleşen bu
durum, daha sonraki süreçte de belli kayıtlarla günümüze kadar varlığını
sürdürecektir.
Bu bağlamda yanıtlanmayı bekleyen ilk soru, Türkiye'nin özellikle dış
politikada, neden Atatürk döneminin tam bağımsızlıkçı, ulusal egemenliği
gözeten, Batı karşıtı olmayan ama Batı'nın değil Türkiye'nin ulusal
çıkarlarına öncelik tanıyan, onurlu ve başı dik yürüyüşünden
vazgeçtiğidir. Aslında bu "Küçük Amerikalılaşma" sürecinde
yaşanan ve sonraki yıllarda Türkiye'nin egemenliği ve bağımsızlığı
açısından zararları ortaya çıkan somut gelişmeler, İkinci Dünya
Savaşı'nın son bulması neticesinde değişen dünya dengelerinin etkisiyle
ivme kazanmış olsa da, gerçekte sürecin 1938 yılında Atatürk'ün ölümüyle
başladığı ve İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı olağanüstü koşulların
etkisiyle 1945'e kadar pek dikkat çekmediği söylenebilir. Bu noktada
yapısal etkenlerle, dış politikanın belirlenmesinde ve uygulanmasında
etkin olan kişilerin şahsi yönelimlerinin belirleyiciliği ayırt
edilmelidir.
"Küçük Amerikalaşma" sürecinin aslında Atatürk'ün ölümüyle
başladığı söylenebilir. "İkinci Adam" İnönü'nün Cumhurbaşkanı
seçilmesi ve "Milli Şef" olmasıyla, Ulusal Bağımsızlık Savaşı
yıllarında mandacılık anlayışını savunan kesimlere iade-i itibar
edilirken, Atatürk'ün yakın çevresinin siyasal yaşamdan tasfiye edildiği
görülmektedir. (Bu sürecin ayrıntılı bir çözümlemesi ve aşağıda
aktaracağımız bilgiler için bkz. Çetin Yetkin, Karşıdevrim, Otopsi Yay.,
İstanbul, 2003) Rauf Orbay, Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Refet Bele
gibi şahsiyetlerin Milli Mücadele sırasında, özellikle de Sivas Kongresi
günlerinde Amerikan mandasını savunduklarını, Ulusal Bağımsızlık Savaşı
zafere ulaştıktan sonra da Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir'in
katılımıyla bu grubun saltanat ve hilafetin kaldırılmasına karşı
çıktıkları bilinmektedir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucu ve
yöneticilerini oluşturacak bu gruptan Rauf Orbay, Halide Edip ve Adnan
Adıvar, 1926'da Atatürk'e İzmir suikastı girişimi sonunda yurtdışına
çıkmak zorunda kalmışlar; Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir ise
Atatürk dönemi boyunca siyasi hayatın dışında tutulmuşlardır.
Daha da ilginç olan nokta, sonraki süreçte Mustafa Kemal'in "sağ kolu"
ve Türk Devrimi'nin "İkinci Adamı" olarak rol oynayacak olan
İsmet İnönü'nün de Ulusal Bağımsızlık Savaşı'na katılmadan önce Kazım
Karabekir'e yazdığı bir mektupta Amerikan mandasını savunmuş olmasıdır.
İnönü, "Korkulur ki bütün Asya'yı eline geçirmiş olan İngilizler,
yegâne kabiliyeti harbiye ve ihtilaliyyesi olan Türkiye'yi elinde
bulundurarak tamamen çürütüp mahvetmek isteyeceklerdir. Eğer Amerika'nın
gelmesi suya düşerse, İngilizler için bugünkü taksim vaziyetini tevsik
etmekten başka yapılacak bir şey yok gibidir ki, İngilizlere diğerleri
bu hususta muavenet edecekler, muhalefet etmeyeceklerdir. Eğer
Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde,
Amerika milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniyor
ki ben de tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan
Amerika'nın murakabesine tevdi etmek yaşayabilmek için yegâne ehven çare
gibidir" (Çetin Yetkin, a.g.e., s.29) görüşündedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün 1938'de hayata veda etmesi ve yerine Türk
Devrimi'nin "İkinci Adamı" olarak tanımlanan İsmet İnönü'nün
Cumhurbaşkanı seçilmesi ile o zamana kadar siyaset dışında tutulan Kazım
Karabekir, 22 Aralık 1938'de aday gösterilerek 6 Ocak 1939'da
milletvekili seçilmiştir. Kazım Karabekir, 1946 yılında da TBMM Başkanı
yapılacaktır. Kazım Karabekir'in 26 Ocak 1948'de ölümü üzerine boşalan
TBMM Başkanlığı'na ise, 30 Ocak 1948'de Ali Fuat Cebesoy getirilmiştir.
Daha ilginç olanı ise, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından hakkında
verilen bir mahkûmiyet kararı bulunmasına rağmen Rauf Orbay'ın da 22
Ekim 1939'da yapılan ara seçimlerle milletvekili yapılmış olmasıdır. Öte
yandan İnönü cumhurbaşkanı seçildikten sonra Tevfik Rüştü Aras, Şükrü
Kaya, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Cevat Abbas Gürer, Hasan Rıza Soyak,
Naşit Hakkı Uluğ ve Tahsin Uzer gibi Atatürk'ün yakın çevresinden olan
kişiler ise milletvekili adayı gösterilmeyerek TBMM dışında
bırakılmışlardır. Böylece Atatürk'ün yakın çevresi tasfiye edilirken,
Atatürk dönemi muhaliflerinin İnönü döneminde iade-i itibar edildiği ve
önemli görevlere getirildiği görülmektedir.
İsmet İnönü, eski muhaliflere iade-i itibar edilmesini, Defterler'in (Bkz.
İsmet İnönü, Defterler 1919 -1973, C.1, Haz: Ahmet Demirel, YKY,
İstanbul, 2001, s.257-258) 16 Şubat 1939 tarihli sayfasında şöyle
açıklamaktadır:
"Şimdiye
kadar yapılan işler şunlardır: Hükümette tedrici tasfiye, dâhili
politikada huzur ve uzlaşma. Dâhili politikada ciddi bir uzlaşmaya
teşebbüs ettim. Eski muhaliflerin teskini ve mümkünse kazanılması
kıymetli bir şey idi. İhtilaf ve nifak esasında şahsiyetten doğmuş idi."
Eski muhaliflerin Amerikan mandasını destekleyen
görüşleri ve Cumhuriyet'in ilanına karşı olan tutumları ortadayken "ihtilaf
ve nifakın esasında şahsiyetten" doğduğu düşüncesi inandırıcı
değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Üstelik Türk dış politikasındaki
köklü rota değişikliğinin Demokrat Parti ile beraber daha da ivme
kazandığı düşünülürse, İsmet İnönü'nün koruyup kolladığı Atatürk'ün bu
siyasi muhaliflerinden Ali Fuat Cebesoy ile Halide Edip Adıvar'ın 14
Mayıs 1950 seçimlerinde DP listesinden milletvekili seçilmeleri de hayli
anlamlıdır.
Sonuç itibarıyla sanki basit bir iç politika gelişmesi gibi görünen ve
İnönü'nün "dâhili politikada huzur ve uzlaşma" girişimi olarak
sunduğu bu değişiklik, aslında Cumhuriyet'in siyaset felsefesinde daha
sonraki yıllarda somut eylemlerle sonuçları ortaya çıkacak bir yön
değişimini de ifade etmektedir. Bu yön değişiminin elle tutulur
sonuçları özellikle dış politika alanında, 1945'den itibaren görülmeye
başlanacaktır.
Cumhuriyet döneminin siyasal gelişmelerinde 1946 seçimleri ile çok
partili döneme geçilmesinin önemli bir dönüm noktası olduğu kabul edilir.
Daha sonraki yıllarda iç politik gelişmeleri de etkileyecek olan yeni
bir dış politika seçeneğinin benimsendiği ve bu çerçevede gerekli
adımların atıldığı dönem de yine 1945- 50 dönemidir. Türk dış
politikasındaki bu yön değişiminin daha iyi anlaşılabilmesi için, İkinci
Dünya Savaşı sonrasının uluslararası ortamı ve bu ortamı belirleyen
dinamikler de bilinmelidir.
1945 sonrası dönemin en önemli özelliklerinden biri, Avrupa'nın
uluslararası politikadaki egemenliğini ve belirleyiciliğini yitirmesi ve
bir dünya alt-sistemi haline gelmesidir. Bu noktada uluslararası sistem
iki kutuplu bir mahiyet kazanmış, ABD-SSCB saflaşması ekseninde
biçimlenmiştir. Bu iki kutuplu dünya sisteminin siyasal boyutunda
1945'te kurulan Birleşmiş Milletler (BM) vardır. Askeri açıdan ise,
İkinci Dünya Savaşı'nın asıl galibinin ABD ve SSCB olması, savaş sonrası
bu iki ülke çevresinde bir kümelenmenin gerçekleşmesine yol açmış,
1949'da NATO ve 1955'te de Varşova Paktı'nın kurulmasıyla iki kutuplu
sistemin askeri örgütleri ortaya çıkmıştır. Ekonomik açıdan ise, 1945
sonrası dönemde kapitalizmin bir dünya sistemi olma yolunda öncelik
kazandığı ve kapitalist ilişkilerin dünya çapında egemen olmaya
başladığı görülmektedir. Kapitalist dünyanın karşısında, SSCB çevresinde
kümelenen bir "sosyalist dünya" ortaya çıkmaya başlasa da,
sosyalist bloğun Batı karşısında daha ziyade bir "var olma mücadelesi"
verdiğini söylemek pek yanlış olmaz. Bu çerçevede 1944'te, ABD'de,
Bretton Woods'ta toplanan bir konferans sonucunda dünya kapitalizminin
temel baskı ve yönlendirme organları oluşturulmuştur. Böylece IMF ve
Dünya Bankası uluslararası ekonomiyi büyük kapitalist ülkelerin
denetiminde yürütme işlevini yükümlenmişlerdir. Sistemin üçüncü ayağı
olan GATT, 1995'te Dünya Ticaret Örgütü adıyla kurumlaştırılacaktır.
Kısacası 1945 sonrası dönemde uluslararası politikada, bu genel
özellikler çerçevesinde, Doğu-Batı Blokları arasındaki bir saflaşmanın
gerçekleştiği görülmektedir. Bu koşullarda Türkiye tercihini kayıtsız
koşulsuz Batı ittifakından yana yapmış ve Birleşmiş Milletlere ek olarak
NATO, IMF, Dünya Bankası gibi Batı ittifakının kurumlarında, kendi
egemenlik ve bağımsızlığı açısından ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçları
düşünmeden yer almıştır. Bu tercihte savaş sonrasının yarattığı
yalnızlık psikolojisinin yanı sıra, Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den
talepleri de (ya da bu yöndeki yanılsamalar da) önemli bir rol
oynamıştır. Bu bağlamda ekonomi ve siyasetteki sözde liberalleşmeye, bir
"Mc Carthycilik" ve "dincileşme" eşlik edecektir. 1946'da
DP'nin kurulmasıyla Türkiye'de çok partili yaşamın başlaması ve bu
partinin 14 Mayıs 1950'de 27 yıllık CHP yönetimine son vererek iktidara
gelmesi önemi inkâr edilemeyecek gelişmeler olmakla birlikte, sürecin
siyasal niteliğini anlamak için tek başına yeterli değildir. Türkiye'nin
tek parti yönetiminden çıkıp sözde demokratikleşirken, ülkedeki her tür
ilerici düşünce, kurum ve kişinin hedef tahtasına konması, ortaçağ
düşüncesine taviz üstün taviz verilmesi ve gerek siyasi-askeri ve
gerekse de ekonomik anlamda dışa bağımlılığın ivme kazanması yaşanan
dönüşümün gerçek mahiyetini oluşturur. Türkiye'nin ABD Büyükelçisi Münir
Ertegün'ün cenazesini taşıyan ABD zırhlısı Missouri'nin Türkiye'ye
gelişi dolayısıyla Cumhurbaşkanı İnönü'nün "Amerikan gemileri bize ne
kadar yakın olursa, o kadar iyi olur" şeklindeki sözleri, aslında
Türkiye'nin rotasını hangi yöne döndürdüğünün de en somut ifadesidir.
Bu dönemde Türk dış politikası geleneksel Batıcılık çizgisini izlemiş,
ama en az onun kadar geleneksel olan statükoculuk ve dengecilik
anlayışından kopmuştur. Ne Doğu-Batı arasındaki ne de Batı'nın kendi
içindeki dengeler dikkate alınmıştır. Her iki açıdan da ABD'ye
bağımlılık belirleyici olmuştur.
Bu bakımdan iki gelişmenin, daha sonraki süreçte Türk dış politikasının
oluşmasında önemli bir rolü olduğu söylenebilir. 12 Mart 1947'de kabul
edilen Truman Doktrini ile 1948'den sonra yürürlüğe giren Marshall
Yardımı'nın Türkiye'nin ABD'ye bağımlılığının şekillenmesinde önemli bir
etken olduğu inkâr edilemez. ABD'nin, Doğu Bloku ve SSCB'yi askeri
olarak çevreleme politikasını benimsemesi ve bu amaç doğrultusunda 1949
yılında NATO'yu kurması ile Türkiye de bu ittifakın üyesi olmak için
başvuruda bulunmuştur.
20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Türkiye'nin siyasi ve askeri
bağımsızlığını kısıtlayan, hatta yok eden; örneğin Türkiye'nin 1964
yılında "Johnson Mektubu" gibi diplomatik küstahlıklara maruz
kalmasına, 60'lı ve 70'li yıllarda Kıbrıs sorununda ulusal çıkarlar
yönünde bir politika izleyememesine, bu tür bir politika benimsediğinde
ve uyguladığında da ABD ambargosu türünden yaptırımlarla karşılaşmasına
yol açan unsur, NATO üyeliği bağlamında şekillenen ABD'ye bağımlılıktır.
Bu bağımlılık ilişkisine daha yakından bakıldığında Türkiye'nin
geleneksel dış politikasındaki sapmanın 1950 öncesinde başladığını,
hatta çok bilinenin aksine CHP'nin bu konuda DP'den farklı bir görüşte
olmadığı görülmektedir. 1950 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı
döneminde Kore'ye asker gönderilmesine rağmen, NATO'ya başvuran ilk
siyasi iktidar Menderes-Bayar liderliğindeki DP değil, CHP'dir. Türkiye
4 Nisan 1949 tarihinde kurulan NATO'ya, kuruluşundan 8 gün sonra bu
örgüte girmek istediğini bildirmiştir. Feridun Cemal Erkin'e göre
Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, ABD Dışişleri Bakanı Acheson'dan
Türkiye'nin NATO'ya katılmasının kabulünü talep etmiştir. (Bkz. Feridun
Cemal Erkin, Dışişlerinden 34 Yıl Anılar, Yorumlar, C.2, TTK Yay.,
Ankara, 1986, s. 65- 66) Türkiye'nin ittifaka ilk resmi başvurusu ise 11
Mayıs 1950'de, yani 14 Mayıs seçimlerinden üç gün önce gerçekleşmiştir.
(Bkz. Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri 1947-1966, AÜSBF Yay.,
Ankara, 1979, s.70 -71)
NATO üyeliği konusunda ilk girişimlerin CHP iktidarı yıllarında
yapılmasına ek olarak, üyelik konusunda İsmet İnönü ile Celal Bayar
arasında geçen bir konuşma da, CHP'nin bu konudaki tavrını göstermesi
bakımından ilginçtir. Metin Toker, bu konuşmayı şöyle aktarmaktadır:
"Biliniyordu ki, NATO'ya üyelik hakkında CHP'nin görüşüyle DP'nin
görüşü arasında ayrılık yoktu. 14 Mayıs'ı takiben yeni Cumhurbaşkanı,
eski Cumhurbaşkanı'nı Pembe Köşk'te ziyarete geldiğinde dış ilişkiler
konuşulurken Bayar NATO'ya niçin girmediğini sorar. İsmet Paşa'nın
cevabı şudur: Aldılar da girmedik mi, gözüm" (Metin Toker, DP'nin
Altın Yılları 1950- 1954, Bilgi Yay., Ankara, 1991., s. 84- 85)
Bu noktada 1950'de NATO üyeliğine kabul edilebilmek için Kore'ye asker
gönderilmesine CHP'nin karşı çıkmasının esasa ait olmadığı, sadece şeklî
olduğu ve İsmet İnönü liderliğindeki CHP'nin, bu kararın Meclis'in
onayına başvurulmadan alınması nedeniyle eleştirilerde bulunduğu
hatırlanmalıdır.
Türkiye'nin NATO üyeliği, günümüze kadar olan süreçte ABD'ye
bağımlılığın ve gerek dış politikada gerekse iç siyasal ilişkilerde ABD
etkisinin en önemli araçlarından biri olarak rol oynayacaktır. 27 Mayıs
1960'daki askeri müdahale sonrasında, Milli Birlik Komitesi'nin dış
politika bağlamında verdiği garantilerden biri, Türkiye'nin NATO
çerçevesindeki yükümlülüklerinin devam edeceğidir. Ayrıca 12 Mart 1971
ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerindeki ABD'nin etkisine ek olarak, gerek
Kıbrıs sorununda gerekse 12 Mart döneminde Türkiye ile ABD arasında
ortaya çıkan afyon sorununda, ABD ile karşı karşıya gelen Türkiye'nin
kendi ulusal çıkarları ekseninde sonuna kadar gidememesinin önemli
nedenlerinden biri de NATO çevresinde ABD ile kurulan askeri ve siyasi
bağımlılık ilişkileridir. Örneğin Türkiye 1952'de NATO'ya üye olduktan
sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bu askeri örgütün yapılanması ile koşut
olarak yeniden yapılandırmıştır. Bu yüzden, üç tarafı denizle çevrili
bir ülke olmasına rağmen, 1960'lı yıllarda deniz aşırı bir askeri
harekât yapacak donanımdan yoksun olması nedeniyle, Kıbrıs sorununda
fiilen müdahale etme imkânına sahip olamamıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti'ni
kuran Londra ve Zürich Anlaşmaları'nın kendisine verdiği garantörlük
yetkisini kullanmak istediğinde de, ABD'nin engellemesi ile karşılaşacak,
Türkiye'ye yapılan askeri yardımın ancak NATO amaçları doğrultusunda
kullanılabileceği, diplomatik teamüllere aykırı ve kaba bir üslupla,
bizzat ABD Başkanı Johnson tarafından dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye
bildirilecektir. Türkiye, 1974'te Kıbrıs'a müdahale ettiğinde ABD'nin
askeri ambargosunu göğüslemek zorunda kalacaktır.
1950 öncesinde, İnönü döneminde ABD ile imzalanan 12 Temmuz 1947 tarihli
Yardım Anlaşması da ABD'ye bağımlılaşma sürecinin önemli kilometre
taşlarından biridir. Savaş sonundan itibaren ABD, Türkiye'nin dış
ticaretinde en önemli pozisyonda olmuştur. Örneğin 1945- 1948 döneminde
ABD ve İngiltere, Türkiye'nin dış ticaretinden yüzde 40- 50 oranında pay
almışlardır. Daha sonra İngiltere'nin yerini Almanya alacaktır. Bu üç
ülke (İngiltere, ABD ve Almanya) 1950- 1960 döneminde Türkiye'nin dış
finansman bulmasında daima önde gelen rolü oynamışlardır. Bu ekonomik
bağımlılık ilişkisi, Türkiye'nin az gelişmiş kapitalizminin yapısal
sorunları nedeniyle 1960 sonrası dönemde de sürecek, 1947'de üye olunan
IMF ve Dünya Bankası'nın yapısal uyum programları kanalıyla Türkiye
dünya kapitalizmine eklemlenecektir. Türkiye'nin 1980'e kadar olan
süreçte yaşadığı ekonomik krizlerde bu ekonomik bağımlılığın önemli bir
rol oynadığı söylenebilir. Ama özellikle 1980'den sonra dışa açık bir
sanayileşme stratejisinin benimsemesi ile daha da belirleyici hale gelen
dışa bağımlı ekonomik ve siyasal yapı, Türkiye'nin kendi ulusal
çıkarları ekseninde bir dış politika izleyememesinin önemli
nedenlerinden biridir.
Bu sonuçların ortaya çıkmasının temel nedeninin, İkinci Dünya Savaşı
sonrası dönemde ekonominin hesapsız bir şekilde dışa açılması ve
uluslararası işbölümünde Türkiye'ye biçilen rolün sorgusuz sualsiz
benimsenmesi olduğu açıktır. Örneğin Marshall Yardımı'nın amaçlarından
biri Türkiye'yi Batı Avrupa'nın gıda ve hammadde sağlayıcısı konumuna
sokmaktır. 1946'dan itibaren Türkiye'ye kalkınma stratejisi bağlamında
önerilen yol, bu eksende şekillenmiştir. Thornburg ve Barker
Raporları'nda devletçiliğin terk edilmesi, sanayiye öncelik tanınmaması,
kapsamlı bir planlamaya gidilmemesi, ağırlığın tarıma ve hammadde
üretimine verilmesi, kalkınma hızının düşük tutulması ve yabancı
sermayeye yerli sermaye ile eşit haklar tanınması gibi öneriler
bulunmaktadır ki, daha sonraki yıllarda Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı
da yapacak olan Süleyman Demirel'in de belirttiği gibi bu raporlar
"Türkiye'nin sanayileşmesinin Batı tarafından kabullenilemediği"nin
açık bir ifadesidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde başlayan ve Doğu Batı
saflaşmasının uluslararası ilişkilere damgasını vurduğu, 1980'lerin
sonuna kadar devam eden koşullarda, Türkiye'nin izlediği dış politikanın
bu bağımlılık ilişkisinin sınırları çerçevesinde olduğu gözlenmektedir.
Özellikle 1950'li yıllar bu "aşırı Batılılaşma" ve bağımlılaşma
açısından zirve yıllarıdır. Bu dönemde Türkiye'nin ya doğrudan Batı'nın
yanında yer aldığı ya da onun çıkarları koşutunda bir pozisyon
benimsediği görülmektedir. Örneğin daha önce Filistin sorununda
Arapların yanında yer alan Türkiye, bu durumunu daha sonra
değiştirecektir. 1948'de bir ABD vatandaşının Fener-Rum Patriği olmasına
ses çıkaramamıştır. 1949'da Asya Devletleri Kongresi'ne katılmamış,
1950'den itibaren Kıbrıs'ta İngiltere'yi desteklemiştir. 1954'ten
itibaren Cezayir sorununun BM gündemine alınmaması yönünde oy kullanmış,
1955'te Bağdat Paktı'nı kurarak bütün Ortadoğu ülkelerini karşısına
almıştır. 1955'te Bandung Konferans'ında ABD'nin çıkarlarını savunur bir
pozisyon benimsemek zorunda kalmış, 1956 Süveyş Bunalımı'nda İngiltere
ve Fransa'nın yanında yer almıştır. Türkiye, 1957 Suriye ve 1958 Lübnan
Bunalımları'nda da Batı'nın yanındadır. Üstelik ikincisinde ABD'ye NATO
üslerini de kullandırmıştır. 1960'ta, U- 2 olayında SSCB'nin tepkisini
çekmiş ve 1962'deki Küba füzeler krizinde bir nükleer savaşın hedefi
haline gelmiştir.
Bu Batıcı dış politika özellikle 1960'lı yıllarda Kıbrıs sorununda
Türkiye'nin Üçüncü Dünya ülkelerinin desteğini alalamaması gibi olumsuz
bir sonuç yaratacaktır. Türkiye NATO'ya üyelikle askeri bağımsızlığını
yitirirken, IMF ve Dünya Bankası gibi dünya kapitalizminin ekonomik
kuruluşlarının önerdiği program ve politikalar dışa bağımlı bir ekonomik
yapının oluşmasına yol açmış, bu da dış politika karar alıcı ve
uygulayıcılarının ulusal bağımsızlık ve egemenliği gözeten, ulusal
çıkarlara hizmet eden politikaları yaşama geçirmelerini zorlaştırmıştır.
Askeri ve ekonomik ilişkilerdeki bu ipoteğe ek olarak, 1963'te Roma
Anlaşması'nın imzalanması ile başlayan AB'ye üyelik süreci, özellikle
1990'lardan sonra Türkiye'nin siyasal bağımsızlığı ve ulusal
egemenliğinin AB kontrolüne terk edilmesine yol açacaktır. Türkiye'nin
1963 yılında başlattığı AB yolculuğu, 2005 yılında imzalanan Müzakere
Çerçeve Belgesi ile yeni bir aşamaya ulaşmış ve belgenin 11. maddesinde
yer alan "Türkiye'nin bir üye devlet olmasının getirdiği tüm hak ve
yükümlülükler, Türkiye ve topluluklar arasındaki mevcut ikili
anlaşmaların ve Türkiye tarafından akdedilmiş üyelik yükümlülükleriyle
bağdaşmayan diğer tüm uluslar arası anlaşmaların sona erdirilmesini
gerektirir" (Bkz. Müzakere Çerçeve Belgesi, Müzakerelerin Esası
Bölümü, madde: 11, DPT Müsteşarlığı AB ile İlişkiler Genel Müdürlüğü
Tercümesi, Ekim 2005) hükmüyle Türkiye'yi tek taraflı olarak AB'ye
bağlamayı amaçlayan bir şekil almıştır. AB ile imzalanan Müzakere
Çerçeve Belgesi, tam üyeliği "önceden garanti edilmeyen ucu açık bir
süreç" olarak tanımlarken, "Türkiye'nin üyelik yükümlülüklerini
tam olarak üstlenecek durumda olmaması halinde Avrupa yapılarına mümkün
olan en güçlü bağlarla kenetlenmesi"nin (madde 2) sağlanmasını şart
koşmaktadır.
Bu dönemde Türkiye'nin dış politikasının en açık bir şekilde askeri
müdahale dönemlerinde yönlendirildiği görülmektedir. ABD'ye bağımlılık
ilişkileri çerçevesinde bu ülke ile imzalana İkili Antlaşmalar gizli
olmaları nedeniyle kamuoyunun bilgisinden uzak kalmışlardır. 1980
sonrasında imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmaları (SEİA)
için de aynı şeyler söylenebilir. Bunlara ek olarak askeri darbe
dönmelerinde ABD'ye dış politikada önemli ödünler verildiği, ABD'nin
istekleri doğrultusunda dış politik açılımlar sergilendiği
bilinmektedir. Bu açıdan 12 Eylül özel bir yere sahiptir.
Daha Haziran 1980 içinde Amerikan Silahlı Kuvvetler dergisinde
yayınlanan bir makalede "Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale edecek"
denilmekte ve 12 Eylül 1980 sabahı ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan
Carter'ı "Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti"
(Bkz. Mehmet Ali Birand, 12 Eylül 04:00, Karacan Yay, İstanbul, 1984,
s.33-35) şeklinde bilgilendirmekteydi.
6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye'ye gelen ABD Dışişleri
Bakanı Alexander Haig ise Org. Evren ile 14 Mayıs 1982'de yaptığı
görüşmede şunları söylemektedir:
"Türkiye'yi her zaman hür dünyanın stratejik bir değeri
olarak mütalaa etmişsizdir. Bu değerlendirme yalnız NATO çerçevesinde
değildir. Netice itibarıyla NATO'nun gerçekleştirmesi gereken durumlar
bellidir. Türkiye, NATO'nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki,
Washington'da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi
kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim
de başarımız sayılır"
(Kenan Evren, Kenan Evren'in Anıları III, Milliyet Yay., 1991, s.28)
12
Eylül'ün bütün faşizan uygulamalara rağmen sadece iki faaliyet alanına
dokunulmamıştır. Bunlar dış politika ile Demirel hükümetinin 24 Ocak
1980'de yürürlüğe koyduğu ekonomik istikrar programıdır.
12 Eylül yönetimi, bölgede İran Devrimi yüzünden zarar gören Batı'nın
çıkarlarına hizmet etmek için tasarlanan bir dış ve askeri politikayı da
benimsemiştir. Türkiye'deki insan hakları ihlalleri karşısında ABD'nin
İnsan Haklarından sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Elliot Abrahams,
Türkiye'de üzerinde durulmaya değer insan hakları sorunları olduğunu
kabul ediyor, ama bunların El Salvador, Guatemala, Nikaragua, Vietnam,
Suriye, İran ve Afganistan gibi ülkelerin insan hakları sorularıyla
karşılaştırılamayacak düzeyde olduğunu belirterek 1981'de Türkiye'nin
Batı için önemini şu sözlerle vurguluyordu:
"Türkiye'yi düşündüğümüzde genellikle unuttuğumuz bu
ülkenin doğu sınırlarının Bağdat ve Aden'i kesen boylamdan geçtiği ve
Türkiye'nin Tel Aviv'in doğu ve batısında uzanan geniş bir alanı
tuttuğudur. Sovyetler Birliği'nin Körfez'e ulaşmak amacıyla İran'a
girmesi durumunda, Sovyet askerlerinin Türkiye'nin doğu sınırlarının
sadece 100 mil uzağından geçeceğini asla unutmamalıyız."
(Bkz. Erbil Tuşalp,"15 Yıl Sonra 12 Eylül", Siyah Beyaz,
12.9.1995)
12
Eylül Yönetiminin Amerikancılığının en somut örneği ise Avrupa'daki NATO
kuvvetleri komutanı General Bernard Rogers'ın ricası üzerine hükümetin,
Ekim ayı içinde, Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesine karşı
Türkiye'nin vetosunu kaldırmasıdır. ABD Başkanı Jimmy Carter 1985'in
Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir'in sorularını
yanıtlarken bu konuda şunları söylemektedir:
"Asıl zorlandığım konu, Yunanistan'ın NATO'nun askeri
kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha
kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın
dosttu. Sayın Evren'in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin iyi niyetli
yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler
yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980
Harekatı olmasaydı, bu mümkün olmazdı"
(Bkz. Hasan Cemal, 12 Eylül Günlüğü - Tank Sesi İle Uyanmak, Bilgi Yay.,
Ankara, 1986, s.105)
Sonuç
Sonuç itibarıyla Atatürk sonrası dönemde Türk dış politikası genelde
Batı dünyasına, özelde de ABD'ye aşırı bir bağımlılaşma ekseninde
şekillenmiştir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan
Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organlarda bağımsız bir üye olarak
yer almasına rağmen, gerek NATO gibi askeri örgütler, gerekse IMF ve
Dünya Bankası gibi kapitalizmin baskı araçları nedeniyle ve dünya
kapitalizmine eklemlenmiş iktisadi yapısının geri kalmış ve bağımlı
niteliğinin de zorlamasıyla ulusal çıkarları doğrultusunda bir dış
politika izlemekten ziyade, bulunduğu bölgede daha çok Batı'nın
çıkarları çerçevesinde davranmak mecburiyetinde olmuştur. İşte
Türkiye'nin bu ekonomik, askeri ve siyasal bağımlılığı bugün de bağımsız
ve ulusal çıkarlar doğrultusunda bir dış politika izleyememesinin en
önemli nedenidir.
Türkiye bugün aslında bir yol ayrımındadır. Türk dış politikasının asıl
meselesi ne PKK sorunudur ne de Kuzey Irak'taki kukla devlet... Bütün
bunlar Türkiye'nin asıl sorununun görünen kısmıdır, Türkiye'ye karşı
kullanılan unsurlardır. Türkiye'nin asıl sorunu, Soğuk Savaş'ın
üzerinden yıllar geçmesine rağmen, hala dünyayı Soğuk Savaş yıllarının
kafası ile okumasıdır. Türk askeri ve politik seçkinleri, dünyadaki
değişimi anlayamamıştır, daha doğrusu anlamak istememektedir. Çünkü bu
anlayışı göstermek, dünyaya bakışlarını, uyguladıkları politikaları ve
en önemlisi varlık nedenlerini sorgulanır kılacaktır.
Oysa ilginç değil midir, son yıllarda ne kadar emperyalizm işbirlikçisi,
ne kadar dünyadaki gelişmelere Batı gözlükleri ile bakan varsa,
yukarıdaki saptamaya benzer bir söylemi dillendiriyor. Yani değişimden
bahsediyor, dünyadaki değişime ayak uyduramamaktan söz ediyor. Ne var ki,
bu takımın değişimden anladığı, ulus devletin kalan son egemenlik
alanlarına da son verip emperyalizme kayıtsız şartsız teslimiyettir.
Ne var ki gösterilmesi gereken asıl değişim, Soğuk Savaş yıllarında
dâhil olduğumuz Batı ittifakı üyeliğini artık sorgulamamız gerektiğidir.
1990 sonrasında emperyalizmin karşısında komünizm tehlikesi kalmayınca,
Türkiye gibi ülkelere ihtiyacı kalmadı. ABD ve AB ekseninde şekillenen
emperyalist Batı, Türkiye'ye ya parçalayıp yeniden şekillendirme ya da
kriz coğrafyasında kendi lehine taşeronluk yapma seçeneklerini sunuyor.
Onun için Türkiye'nin çözümü, artık kendisini ortak kabul etmeyen,
gözden çıkaran ya da basit bir "alet" gibi gören Batı ittifakı
üyeliğini sorgulamaktır. Bunu yapmak için ise, emperyalist Batı'nın
değişen dünya karşısında nasıl strateji değiştirdiğini doğru okumak
gerekiyor. Bu değişimi Batı'nın giydirdiği gözlüklerle okumaya
kalktığımızda, varacağımız sonuç ya parçalanma ya da maşalıktır. Oysa
Türkiye birilerinin kucağına oturarak kurulmadı; Cumhuriyet, Düvel-i
Muazzama'ya kafa tutarak, onların iradesine meydan okuyarak doğdu. Ama
60 yıllık "Küçük Amerika" süreci, Türkiye'de ne kendine özgüven
bırakmıştır, ne de omuzları üzerinde taşıyabileceği kendine ait bir kafa
ve beyin...
Türkiye'de askeri ve politik önderlik Batı tornasından geçmeden yetkili
makamlara gelemez. Bu nedenle de Türkiye için en yaşamsal anlarda bile
gidip Washington'dan ya da Brüksel'den izin alınmasını bekler ya da bunu
onaylar. Türkiye'nin asıl sorunu işte budur. Soruna bu perspektiften
bakmadığımız sürece, ABD "otur" der, otururuz, "kalk" der
kalkarız. Sonra da utanıp sıkılmadan, 29 Ekim'lerde, 10 Kasım'larda
gidip Anıtkabir'de bağımsızlıktan, egemenlikten bahsederiz.
Şu son bir aydır terör sorunu bile bu şekilde tartışılmaktadır. Yani her
olasılığı değerlendirmek serbesttir! Ama Batı ittifakına, ABD ve AB ile
olan ilişkilere zarar vermemek kaydıyla... Diğer bir ifadeyle
denkleminin sabiti, ABD ve AB'dir. Tüm değişkenler değişir, ama sabit
aynı kalmalıdır! Onların varlığı sorgulanmaz, sorgulanamaz... Halkın
"ABD kalleştir" demesi bile medyada sansürlenir, duymazdan gelinir.
Bu kafa yapısının Türkiye'ye götüreceği yer ise, bugün getirdiği yerden
farklı olmayacaktır.
Bu bağımlılık ilişkileri çerçevesinde, Türkiye'ye borç veren ve İMKB'nin
üçte ikisini kontrol eden kesimleri ve onların ardındaki büyük güçleri
kızdıracak bir iç ya da dış politika izlemenin sonuçları ağır
olabilecektir. Ama bağımsızlığın maliyeti de işte o sonuçları göze alma
azmini göstermekle ilgilidir. Bu bağımlılık ilişkilerinin devamından
çıkar sağlayan, refahını bu bağımlılık ilişkisinin sürmesinde gören
belli bir kesimin, bu maliyete katlanamayacağı ve Türkiye'nin ulusal
çıkarlarını umursamayacağı açıktır. Onlar için önemli olan "ineğin"
düzenli süt vermesidir. Türkiye'ye yönelik ilgileri bununla sınırlıdır.
Türkiye'nin ulusal çıkarını savunan kesimler ise Türkiye'nin yarattığı
değerlerin bu ülkede kalmasını, Türk halkının refah ve mutluluğu için
kullanılmasını, dış politikada ulusal çıkarların da ancak bu sayede
yaşama geçirilebileceğini savunmaktadırlar. Bu ise ancak iç siyasal,
ekonomik ve toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, kısacası hakça
ve toplum yararına yeni bir düzenin kurulması ile mümkün olur.
Mustafa Kemal, Nutuk'ta "temel ilke Türk ulusunun onurlu ve şerefli
bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla
sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan
yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan
öteye gidemez." diyor ve ekliyordu: "Böyle bir ulus tutsak
yaşamaktansa, yol olsun daha iyidir. Öyleyse, ya istiklal ya ölüm! İşte
gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır"
Mustafa Kemal'in bu sözlerinden 80 yıl sonra da Türk milletinin yüz yüze
olduğu tercih yine aynıdır: "Tutsaklık" ile "bağımsızlık";
"onurlu ve şerefli bir ulus" olmakla "uşaklık" arasında
bir seçim yapmak
Önümüzdeki süreç içinde herkes, istese de istemese de
bu seçimi yapacak ve sonuçlarına da katlanacaktır. Bugün Türkiye'nin en
çok ihtiyacı olan şey, emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda
hareket etmek değil, ulusal çıkarlar yönünde bağımsız bir dış politika
izleyebilmek için Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın devrimci ruhunu yeniden
canlandırmak ve dalgalandırmaktır.
S. Ant
|