Davies bir tarihçidir. Bu nedenle
konunun, daha ziyade tarihi perspektiften kültürel, sosyal boyutuna
ağırlık vermesi doğaldır. Ama işin bir başka boyutu daha var. Kapitalizm!..
Aslında Marx ve
Engels’in Alman olmasından hareketle, teorik düzeyde sosyalist
düşüncenin ortaya atıldığı yerin de Avrupa olduğu doğrudur. Ama sadece "teorik
düzeyde ortaya atıldığı yer..."
Komünist ve
sosyalist partilerin çeşitli Avrupa ülkelerinde uzunca süre iktidar
olduğu da doğrudur, ama bir Sovyetler Birliği deneyiminin Avru¬pa’da
yaşandığını söylemek mümkün değildir. Avrupa’da sosyalizm, İtalya’da
Berlinguer, İbspanya’da Carillo, Fransa’da Marchais liderliğinde
Ko¬münist Partilerin tek parti iktidarı olduğu dönemlerde bile asla
Sovyetler Birliğine benzemediği gibi ona sıcak bakması dahi pek söz
konusu olma¬mış, asla kolhozlar, komsomollar vb. kurulmamıştır.
Avrupalılar, Amerikalılar gibi soldan, hele sosyalizmden, komünizmden
korkup nefret etmemişler, tersine çok sevmişler hatta inanmışlardır,
ama o kadar; son sözü söyleyen yine daima "sermaye" olmuş ve sosyalizm
Avrupa’da daha çok kültürel ve siyasi yanı ağır basan, daha şık, daha
derli toplu bir sosyal demokrasi kimliğinde görünmüş, görünmesi tercih
edilmiştir.
Dolayısıyla Avrupa, hasbel kader Marx
ve Engels’in doğum yerlerinden dolayı, sosyalizmin de ancak doğum
yeridir; yaratıldığı ve yaşatıldığı yer değil. Sosyalizm Almanya’da
doğmuş, belki Avrupa’da gelişmiş, ama haya¬ta geçmesi Rusya’ya nasip
olmuştur.
Buna karşılık, kapitalizm için aynı
şeyi söyleyemeyiz. Kuşkusuz bu tür sistemlerin "doğdukları" yerde
yaşamaları şart değildir; dünyanın çok uzak bir köşesinde de "doyabilir"ler.
Veya her ikisi de aynı anda söz konusu ola¬bilir. Köklerinden kopmadan
başka coğrafyalara da yayılabilirler.
Kapitalizm ve Avrupa için bunların
hepsi geçerlidir. Bir kere somut ola¬rak "nüfus kağıdı" itibariyle
Avrupalıdır. Teorisi açısından anası da, babası da yedi kuşak Avrupa
doğumludur. Adam Smith, David Ricardo, John Maynard Keynes, Thomas
Robert Malthus, John Stuart Mills... İlkel uygulaması, zanaat ve
ticaret kapitalizmi şeklinde bu isimlerden de önce başlamıştır. Ama
kapitalizmin yaşadığı, büyüdüğü, geliştiği, kök saldığı, bu anlamda
biyolojik ve insani doğumun ötesinde, ilahi terimle neredeyse "yaratıldığı"
yer, sonra tüm dünyaya hükmettiği karargahı da Avrupa’dır. Ame¬rika’nın
şu andaki konumu, bu gerçeği değiştirmez. Amerika coğrafi olarak
Avrupa’ya uzak olabilir, ama özünde felsefesiyle, düşüncesiyle,
yaşamıyla Avrupa’dır, Avrupa’nın uzantısıdır; tek fark, bilinen yorumla
olsa olsa "Amerikalının, Avrupa’nın köylüsü" olmasından ibarettir. Aile
büyümüştür, toprak, arazi paylaşımı yüzünden bazen sorun çıkmakta, ama
güçlü olan diğerlerinin payını da gözettiği ölçüde fazla sorun da
çıkmamaktadır. Hiç değilse aile içi tarla kavgası diyebileceğimiz son
iki dünya savaşından ders almış görünmektedirler.
Kısaca kapitalizm ile Avrupa’nın iç
içeliği bir veridir.
Norman Davies, Batı uygarlığını
oluşturan temel unsurları sayarken Hı-ristiyanlık, Yunanistan, Roma ve
Yahudilikten söz etmiştir. Hatta bizatihi uygarlık, Hıristiyanlık,
Yahudilik, Yunanistan ve Roma’dan ibarettir bir çok Avrupalıya göre.
Bu, eksik bir yaklaşımdır. Batıyı,
Avrupa’yı ve onun uygarlığını "kapita¬lizm" olmadan düşünmek, arısız
bal, yumurtasız omlet, unsuz helva düşün¬mekten daha anlamlı değildir.
Hiç olumsuz yanları, vahşetleri, soysuzlukları olmasa, tamamen
güzellikten, soyluluktan, yiğitlikten oluşsalar bile Hıristiyanlık,
Yahudilik, Yunanistan ve Roma unsurları, kapitalizm olmadan, ancak bugün
beğenmedikleri, küçümsedikleri uygarlıkların durumunda olurdu.
Emperyalizm, kapitalizmden daha
kıdemli bir kavram ve uygulamadır. Roma da, Osmanlı da emperyalistti,
ama kapitalist değildiler. Roma’da, Yu¬nanistan’da da, Yahudilikte de,
Hıristiyanlıkta da çıkarları doğrultusunda hakimiyet kurmak için şiddet,
kan, zorbalık vardır ama "kapitalist emperyalizm" diye ayrı bir kavram
da vardır; çünkü demek kapitalist olmayan emperyalizm de vardır.
Emperyalizm, elbette başkalarına ait değerlere el konulması demektir.
Gasp, hırsızlık, talan da aynı şeyi yapar. Geçmişin emperyal güçlerinin
hepsinde, Roma’da da, Osmanlı’da da bu vardır. Ama bu, bir sınıf adına,
başka yatırımlar için sermaye yaratmak için değil, bir ulus, hatta o
ulusun başındaki hanedan veya tek monark için yapılır.
Müslümanlığın Araplar ve Türkler dahil
Müslüman ulusları, paganlığın Aztekleri veya Roma’yı bir uygarlığın ana
rahmi yapmadığı yerde, Hıristiyanlığın Avrupa’yı "Batı uygarlığı"na
dönüştürmesi mümkün değildir. Avrupa’yı "Batı uygarlığı" yapan,
Müslümanlarda veya paganlarda olmayan kapitalizmdir. Yoksa Müslüman
Arapların uygarlık düzeyini bizzat Davies, büyük bir hayranlıkla aşağıda
anlatacaktır. Türklerin, Hintlerin, Çinlilerin, Japonya’nın, Azteklerin,
Mayaların, Sümerlerin, Hititlerin de hiç yabana atılmayacak gelişmeleri,
hem de yine genellikle emperyalist yöntemlerle kaydettiklerini
biliyoruz.
Bizim gözlemlerimize göre konunun
kapitalizm boyutunu, en iyi, ünlü iktisatçı düşünür Joseph Schumpeter
yansıtmaktadır. "Uygarlığın temeli Avrupa’dır" diyen Avrupa merkezciler
gibi, Schumpeter de uygarlığın bütün unsurlarının kapitalizmden
kaynaklandığını savunur. Kapitalizmin Avrupa ile özdeşliğini, değilse
bile iç içeliğini yukarıda açıklamaya çalıştık. Yani kapitalizm ya da
Avrupa’yı uygarlığın temeli saymak arasında esas olarak hemen hiçbir
fark yoktur; Schumpeter’in yorumu bunun kanıtıdır.
(Joseph Schumpeter 1883 yılında
Avusturya’da doğmuş, genç yaşlarında ekonomi tarihinde "Viyana ekolü"
diye adlandırılan Avusturya ekonomi ekolünü kurmuş, Viyana
üniversitesinde iktisat profe¬sörlüğü, 1919-20 yıllarında Avusturya
Maliye Bakanlığı yapmış; daha sonra Bonn üniver¬sitesine geçmiş, 1932’de
ABD’ne göç etmiş, öldüğü 1950’ye kadar da Harvard üniversitesinde
hocalık yapmış, o dönemde Quarterly Journal of Economics dergisi
tarafından "gelmiş geçmiş en büyük iktisatçılardan biri" olarak
nitelenmiş iktisatçı ve düşünür)
İlk kez 1942’de yayınlanan ve
Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi adlı eserinde, bir yandan mümin bir
yandaşı olarak kapitalizmin, hem de başarıları yüzünden er geç
yıkılacağını ve yerini sosyalizmin alacağını iddia eder ve kanıtlamaya
çalışırken, öte yandan da "kapitalist uygarlık"ı, her şeyden önce
inanca, dine bağlı mistik düşünme biçiminin yerine rasyonel düşünmeyi
koyduğu için alkışladıktan sonra şöyle anlatmaktadır:
"... her çeşit mantık, ekonomik karar
şemasından doğar; ekonomik şe¬ma, mantığın kalıbıdır. (...) Pratik
faydalar sağlayan mekanik uygulamalar zanaatkarlar tarafından bulunmakta
ve modern fiziğin temelini oluşturmaktaydı. Galile’nin inatçı kişiliği,
yükselen kapitalist sınıfın kişilikçi niteliğiyle yakından ilgilidir.
(...) Vinci, Alberti, Cellini vb.nin kişiliğinde ölümsüzleşen sanatçı
tipi, aynı zamanda bir mühendis ve müteşebbistir. Albert Dü-rer,
istihkam planlarıyla bile uğraşmıştır. İtalyan üniversitelerinin
skolastik profesörleri bu insanları ... lanetlerken, ... onların
rasyonalist bir kişilikçiliği ve yükselen kapitalizmin mantığını
yansıttığını sezmekteydiler. ... yükselen kapitalizm, bazı sorular
sorduran ve bunlara bir şekilde cevaplar verd¬ren modern bilimsel
düşünüş tarzını ortaya atmakla kalmamış, aynı zamanda yaratıcıları ve
yaratma araçlarını da bulmuştur. ... kapitalizm, güçlü ruhları ve güçlü
iradeleri kendisine çekmiştir.
... Yalnızca makinelerle ça¬lışan
modern fabrika ve bunun üretimi, modern teknik ve ekonomik organizasyon
değil, aynı zamanda modern uygarlığın bütün özellikleri ve nitelikleri,
kapitalist mekanizmadan çıkmıştır. ... Uçakların, buzdolaplarının,
televizyonun, vb.nin kâr ekonomisinin (kapitalizmin, A.T.) meyveleri
olduğu derhal göze çarpmaktadır. ... bir hastane, mutlaka kapitalizmin
ortaya çıkardığı bir gelişme olmasa bile, yapılmasında kullanılan
yaratıcı kudret, maddi araçlar, kullanılan işletme yöntemleri
kapitalizmin eseridir. .. frengi, verem ve kansere karşı kazanılan veya
kazanılması yakın olan başarılar da, petrol boruları veya Bessemer
çeliği gibi kapitalizmin başarısı olacaktır. Tıp alanında, uygulanan
metotların ötesinde, kapitalist bir meslek bulunmaktadır. Çünkü tıp, iş
yapma ve kâr elde etme amacıyla çalışmakta, endüstriyel ve ticari
burjuvaziyi temsil etmektedir. ... Kapitalist sanatı ve ya¬şam tarzını,
örneğin resmi ele alalım: Giotto, Masaccio, Vinci, Michel Angelo, Greco
sırasını izlersek yukarıdaki tezin doğruluğu bir kez daha ortaya çıkar.
Vinci’nin deneyleri, kapitalizmin mantığını adeta elle tutma imkanı
sağlar. ... Kapitalist roman daha da iyi örnekler sağlayabilir. ...
kapitalist yaşam biçimi, giydiğimiz ceketin biçiminde bile bellidir.
... Aşırı düşüncelere sahip olanlar,
dayanılmaz acılar çeken, karanlıklar içinde ümitsizlikle zincirlerini
sallayan kitlelerden söz edebilir; ancak gerçekten ciddi olursak,
tarihin hiçbir döneminde herkes için modern kapita¬list toplumda olduğu
kadar özgürlüğün var olmadığını kabul etmek zorunluluğunu hissederiz.
Köy toplulukları dışında, eski ya da yeni, kapitalizm dışında bilinen
gelişmiş bir demokrasi hiç yoktur. ... Kapitalist meka¬nizma, insan davranışını rasyonel hale getirir. Zihinlerden fizikötesi inançları, her
türlü romantik ve mistik düşünceyi, kavramı siler. Böylece yalnızca
amaçlarımıza erişebilmek için gerekli yöntemleri değil, bu amaçları da
yeniden düzenler. Kalıtsal görev duygumuz da, geleneksel temelinden
koparak insanlığın daha da gelişmesini sağlayacak düşünceler üzerinde
yoğunlaşır, Allah korkusundan daha etkili bir itici güç kazanır. ...
kapitalist uygarlık, akılcı ve kahramanlık hayranı olmayan bir
hayranlıktır ve bu iki nitelik birbirine paraleldir. Ticari ve
endüstriyel başarı, ... aslında kahramanlık gerektirmez. ... Endüstriyel
ve ticari burjuvazi esasen barışçıdır; özel yaşamın moral ilkelerinin
uluslararası ilişkilere de uygulanmasını arzular. ... Barışseverlik ve
uluslararası etik, modern kapitalizmin ürünleridir. ... Gerçekten de,
bir millet barışçı olduğu ve bir savaşın giderlerini karşılamaya hazır
olduğu ölçüde kapitalisttir. ... Marx’ın, kapitalizmin son aşamasının
emperyalizm olduğu teorisi doğru çıkmamıştır. ... kaynakların artışı,
kitlelerin boş zamanlarının artması, yaşam düzeylerinin yükselmesi,
kitap ve gazete fiyatlarının düşmesi, yüksek tirajlı yayın kuruluşları,
rad¬yo... Kapitalist uygarlığın en önemli aşamalarından biri, öğretim
kapasitesinin gelişmesi ve özellikle yüksek öğrenimdeki kolaylıklardır.
" (s. 190, 201, 231).
Görüldüğü üzere, Montesquieu’nün,
Voltaire’in, Renan’ın, Eliot’un felsefeci edebiyatçı, sanatçı gözü ve
diliyle söylediklerini, Schumpeter iktisatçı gözü ve diliyle
tekrarlamaktadır adeta. Söylediklerinde, teknik açıdan, biçimsel olarak
doğru yanlar var ise de, aslında çingenenin, kahramanlığı anlatacağım
derken hırsızlığını itiraf ettiği de (merdi kıpti, şecaat arz ederken
sirkatin söyler) açıktır. Üstelik Schumpeter, Davies’ten çok daha
militan, hatta pervasızdır. Davies, dürüstçe Avrupa’nın sadece
artılardan ibaret olmadığını kabul etmiş, bunun örneklerini genişçe
vermişti. Schumpeter ise, kapitalizme (Avrupa’ya, Batıya) asla
olumsuzluk, kötülük yakıştırma-makta, son derece pervasız bir inatla
kapitalizmin kusursuzluğunu, başarı-larını savunmakta, hatta bir adım
daha atıp, kapitalizmin bu kusursuzluk yüzünden yıkılacağını kanıtlamaya
çalışmaktadır.
"Neresini düzeltmeli" dense yeridir.
Kapitalizmin çok sayıda diyebilece¬ğimiz konuda veya alanda önemli bir
uyaran, moda deyimle tetikçi olduğu yadsınamaz. Ama sadece uyaran,
sadece tetikçi... Yaratıcı değil. Var olanı uyarmış, güdülemiştir.
Örneğin para kazanma hırsını... Yaratıcılıklar, güçlü iradeler, güçlü
ruhlar bunun devamıdır. Uçaklar, televizyonlar vb. de... Kaldı ki para
kazanma hırsı için bile, en başta kazanılacak paranın varlığı bir
şarttır. Kazanılacak para olmazsa, hırs sadece bir huzursuzluk,
çaresizlik kaynağıdır. İnsanların para kazanmaktan tamamen bağımsız,
sırf bilimsel niyetle uçak, telefon, televizyon keşfedecek beyni, zekası
olabilir. Başka bazı insanların da bunun seri üretimini yapıp para
kazanma hırsı olabilir. Ama o sırf bilimsel niyetli zeki insanın
deneylerini gerçekleştirmesi için bile para gerekir. Akşama kadar inşaat
işçiliği yapıp, akşam evde yemekten sonra televizyon icat edilmez. O
insanın, laboratuarında çalışırken karnının doyması, diğer masraşarının
karşılanması gerekir. Bunu kim karşılayacak, bu parayı "kim" nereden
bulacak, sorusunun karşılığı Schumpeter’de yoktur.
Bu sorulara hiç değinmeden, hadi
teknoloji belki, ama Leonardo da Vin-ci’den Greco’ya, Albert Dürer’e,
resimden romana kadar bütün kültür ve sanat unsurlarının da kapitalizmin
ürünü olduğu kanısındadır. Kapitalizm mi bu unsurları yaratmıştır, yoksa
bu unsurlar mı kapitalizme bilerekbilmeyerek katkıda bulunmuştur, bu
ayrı bir konu; ama Schumpeter, Romalıların öldürdüğü Arşimet’ten,
baldıran zehri içmek suretiyle ölüme mahkum edilen Sokrat’tan, aynı
akıbete uğramak üzereyken kendisini yargılayanların istediğini, yani
dünyanın dönmediğini söyleyip idamdan kurtulan Galile’den,
sağlıklarında bin bir yoksulluk ve yoksunlukla boğuşup, değerleri ancak
öldükten sonra anlaşılan sayısız Batılı ressamdan, besteciden,
romancıdan, yüzlerce Yahudi sanatçı, bilim adamı ve düşünürün Hitler
Nazizminin hışmından ancak Amerika, Türkiye gibi ülkelere kaçarak
kurtulduğundan, Hitler ve Mussolini’nin en büyük destekçisinin de
kapitalizm olduğundan söz etmez. Oysa kendisi dahi, Avusturya’nın Maliye
bakanlığına, Bonn Üniversitesinin profesörlüğüne kadar gelmişken,
Hitler’in tutumundan Faşizmin nerelere varacağını öngördüğü için
Amerika’ya göç etmiştir.
Asıl önemlisi ise, teknolojik
gelişmeler de dahil bütün kültür ve sanat unsurlarının da kapitalizmden
kaynaklandığını bir an için kabul etsek bile, bütün bunların moda
deyimle "sponsoru" kimdir ve o, bu kaynağı nereden bulmuştur? Koskoca
uygarlıktan söz ediyorsak, bu sponsor zaten bir kişi, iki kişi, on kişi,
yirmi kişi olamaz. Öyleyse bugünkü dev Batı Uygarlığını yaratan dev
kaynak nereden bulunmuştur? Sadece "çalışarak", yani bir kişinin, hatta
bütün Avrupalıların dükkanında, tarlasında, atölyesinde
çalışıver-mesiyle elde ettiği kazançla mı, yoksa mirasla mı finanse
edilmiştir Batı Uygarlığı?
Öyle ya, hadi Balzac’ın, Hugo’nun,
Dante’nin, Orhan Kemal, Maksim Gorki gibi yarı aç yarı tok yazdığını
kabul etsek bile gerekli olan nihayet biraz kalem, biraz kağıttır; ama
kuduz aşısı bir kağıt bir kalemle keşfedilmez; atom bombası bir kağıt
bir kalemle icat edilmez; buharlı makine, içten patlamalı motor, uçak,
televizyon, bilgisayar da öyle... Yani bu insanlar bunlarla uğraşırken,
medarı maişet motorlarının da bir şekilde dönmesi gerekir. Yıllarca
sürecek böyle uğraşlarla, öyle köşe başında ayakkabı boyamak gibi para
da kazanılmaz. Her şey bir yana, icat veya keşfedilen şeyin malzemesi,
aracı, gereci de paradır. Tıpkı resim yapmak için gerekli olan fırça,
boya, palet, tuval gibi; müzik için gerekli olan piyano, keman gibi...
Başta karın doyurmak, kira ödemek ve bütün bu malzemeler için gerekli
kaynağın miras kaldığını düşünsek bile, bu kez tabloyu sergileyecek
galeri, besteyi sergileyecek salon, kitabı yayınlayacak yayınevi,
yayınevi için matbaa, tonlarca kağıt vb. gereklidir. Araştırmanızı
yapacağınız bir laboratuar, deney tüpleri, kimyasal maddeler, uçağı
keşfediyorsanız, neredeyse koca bir fabrika gereklidir. Bu yazar, çizer,
sanatçı, bilim adamı takımının bütün bunları kendi kaynaklarıyla finanse
etmediklerini biliyoruz. Ama bu, finanse edenlerin bu kaynağı nereden
bulduğu sorusunu cevaplamaya yetmez. Devasa teknolojisiyle bugünkü
uygarlığı, hatta o kadar da değil, İngiltere’nin 18. yüzyılda
Amerika’dan (ABD’nin, bugünkü tek ve en büyük müt¬tefiki İngiltere’ye
karşı verilmiş bir bağımsızlık savaşıyla kurulduğunu söy¬lemeyelim
artık. Kim bilir, bugünkü İngiltere, bugünkü Amerika’nın her adımını
kayıtsız şartsız desteklerken belki de geçmişin kefaretini ödüyor!)
Hindistan’a kadar sömürge fetihleri peşinde koşarken kullandığı
gemileri, orduları, savaş araç ve gereçlerini ve elbette savaşın
kendisini İngiliz esna¬fının, çiftçisinin, zanaatkarının el emeğiyle
veya babalarından kalan mirasla finanse etmediğini, edemeyeceğini
tekkenin velîsi de, dağın delisi de bilir.
Öyleyse, yakın yıllarda
televizyonların ünlü Lipton çay reklamında sorulduğu gibi "mutfakta kim
var?"
Bu kadar büyük bir kaynağı kendi
güçleriyle yaratmaları matematiksel ve mantıksal olarak mümkün
olmadığına göre, elbette başkalarının çabalarının, ürettiklerinin,
yarattıklarının gaspı, talanı, çalınması var. Hem de zorla, kan
dökerek, insanları ve uygarlıkları yok ederek, yok edemediği yerde
körleştirip iğdiş ederek, kişiliksizleştirerek.
Yani emperyalizm!... Nitekim hem
Davies 1500 sayfalık, hem de Schumpeter 500 sayfalık gerçekten değerli,
önemli çalışmalarında "emperyalizm" sözcüğünden adeta kaçmaktadırlar.
Hatta Davies, bütün eleştiri ve
özeleştirilerine rağmen, hoş görülebilecek bir şirinlilikle, bir anda
kendisinin de Avrupalı olduğunu anımsayarak şu alıntıyı yapar:
"... «Bununla beraber, suç ve Batı
tarihi aynı şey değildir. Batının dünyaya verdikleri, çeşitli toplum ve
bireylere yaptıklarından çok daha fazla¬dır.»" (Davies, 1995: 19).
Davies’in bu sevimliliğine söylenecek
söz yoktur. Bir şartla: Bu ilke herkes için söz konusu ise; yani suç,
sadece batı tarihi ile değil, hiç kimsenin tarihi ile özdeş
sayılmayacaksa... Çünkü sadece Batının değil, başkalarının da dünyaya
verdikleri, çeşitli toplum ve bireylere çektirdiklerinden fazladır. Bir
başkasını, örneğin Türkleri, hem de savaş sırasında düşmanla işbirliği
söz konusu olduğu halde, 80 yıl sonra Ermenilere soykırım yaptı diye
bitmez tükenmez yargılamalara, sorgulamalara tâbi tutacak, dünyaya
verdiklerini, örneğin 500 yıl arayla iki kez "uygar batı"nın hışmına
uğrayan Yahudilere kucak açmasını anımsamayacaksanız, artık bir
sevimlilikten değil, en hafif deyimle bir çifte standarttan söz edilmesi
gerekir.
Schumpeter, kapitalizmin mistik
düşünce yerine akılcı düşünceyi getirdiğinden, daha da ileri gidip
barışseverliğinden söz etmektedir.
"Barışseverlik ve uluslararası etik,
modern kapitalizmin ürünleridir. ... bir millet barışçı olduğu ve bir
savaşın giderlerini karşılamaya hazır oldu¬ğu ölçüde kapitalisttir. ...
Marx’ın, kapitalizmin son aşamasının emperya¬lizm olduğu teorisi doğru
çıkmamıştır."
Pes! Aslında söylenecek söz yok
pervasızlığın bu kadarına. Yaşayıp gördüklerimize, okuyup bildiklerimize
mi inanalım, Schumpeter’e mi? Sadece 11 Eylül’den sonra yaşadıklarımız
ve yaşayacaklarımız bile yeter. Ama...
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının
neyin savaşı olduğunu sormayalım; Çin’deki Afyon Savaşının ne olduğunu
sormayalım; İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki kolonileri (ki düpedüz
soydaştırlar), sonra aynı Amerika’nın Kızılderilileri, İspanyolların
Güney Amerika yerlilerini dize getirmek için giriştiği kanlı maceraları
sormayalım; bütün Batının Afrika ve Asya’da yaptıklarını da "barış"
sayalım; ama Türk Kurtuluş Savaşını da mı barış sayalım?
Aynı şekilde, güya barışla gittikleri
her yere, önce Hıristiyan misyonerlerini göndermelerini, son döneminde
Osmanlı İmparatorluğunda bile yüzlerce misyoner okulu açmalarını,
Sovyetler Birliği’nin çevresini Müslümanyeşil kuşakla kuşatmalarını,
kontrol etmeyi karar verdikleri Türkiye gibi ülkelerde, metafizik
düşünmeyi özellikle teşvik eden, dinsel duyguları kaşıyarak oy toplayan
gerici, tutucu siyasal kadroları desteklemelerini, Fe-tullah Gülen’in
Amerika’daki, Cemalettin Metin Kaplan’ın, Milli Görüş Vakışarının, Hasan
Mezarcıların, fievki Yılmazların hatta 11 Eylülcü El Kaide
militanlarının başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki varlığını, aynı El
Kaide’yi bizzat Amerika’nın yaratmış olmasını, Humeyni’nin devrim
öncesinde Paris sürgünlüğünü, Erbakan’ın 12 Mart’tan sonraki İsviçre
sür¬günlüğünü...
Ve en önemlisi, Hıristiyanlığın ve
Papa’nın kapitalizmin ve Batı uygarlı-ğının gücündeki yerini,
kapitalizmin günümüzdeki kalesi Amerika’dan, Avrupa Birliği üyesi
Yunanistan’a kadar adeta birer din devleti yapısındaki çeşitli
unsurları, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine, en temelde Hıristiyan
olmayışı nedeniyle karşı çıkanları, Yunan başbakanının, seçildikten
sonra Kilisede takdis edilmeden göreve başlayamamasını, bu takdisin
bizdeki yemin töreninin yerine geçişini, önceki ABD Başkanı Clinton,
Müslüman dünya adına muhatap olacağı bir Müslüman Vatikan’ının
yokluğundan yakınmasını da mistik düşüncenin yerine akılcı düşüncenin
geçmesi olarak mı görelim? Hıristiyanlık Batı uygarlığının ana unsuru
değil miydi?
Yoksa mistik düşüncenin yerine akılcı
düşüncenin geçmesi, İtalya’daki P2 Mason Locası denilen müthiş Mafyanın
ön önemli üyesinin bir "kardi¬nal" olması, aynı örgütün her türlü kirli
işten sağladığı geliri önce Güney Amerika’daki paravan şirketlere
gönderip, sonra ithalat ihracat yapılmış gi¬bi Vatikan Merkez Bankası
IOR’a getirerek aklayışı; bu kirlenmenin ayyuka çıkması, bundan
rahatsız olan P2’nin İtalyan Kamuoyunun dikkatini dağıtmak üzere
giriştiği çeşitli eylemlerden biri olan Bologna kenti istasyonundaki
patlamada 80 kişinin ölümü üzerine İtalyan İstihbarat Örgütü SIS-MI’nin
başında bulunan ve aynı Mafya’nın bir başka önemli üyesi olan
General’in tutuklanması, İtalyan Maliye Bakanlığının Vatikan devlet
başkanı konumundaki bugünkü Papa’yı uyarması üzerine, tam Vatikan Merkez
Bankası başkanı görevden alınmak üzereyken Papa’nın Mehmet Ali Ağca
tarafından Mafya usulü "ayağından vurulması", Avrupa Birliği üyesi
Yunanistan’da Kilise’ye bağış yapmayan iş adamının ayakta kalamaması
mıdır? Kapitalizm Kuveyt’te, Pakistan’da mı ortaya çıktı?
Sadece kapitalizmin ağa babalarının
hemen tamamının dini olduğu için değil, ama bizatihi Kilise kurumunun
muazzam serveti nedeniyle, Hıristiyanlık aynı zamanda kapitalizmin
dinidir dense yanlış mı olur? Kapitalizm, niye Hıristiyan ortamlarda bir
zenginlik, refah kaynağı oluyor da, Hıristiyan olmayan ülkelerde hep
yoksulluğa, sefalete, acıya yol açıyor?
"... tarihin hiçbir döneminde herkes
için modern kapitalist toplumda ol¬duğu kadar özgürlüğün var olmadığını
kabul etmek zorunluluğunu hissede¬riz. Köy toplulukları dışında, eski ya
da yeni, kapitalizm dışında bilinen ge¬lişmiş bir demokrasi hiç yoktur.
..."
Schumpeter’in doğruya en yakın iddiası
belki budur. Tam doğru değil¬dir; çünkü kendi içinde bile birçok
olumsuzluklar vardır, bir. Gelişmiş demokrasi ve özgürlük, ancak
kendisini güvende hissettiği sürece vardır, iki. Fransa’da geçtiğimiz
aylarda başlatılan nüfus cüzdanlarının yenilenmesi uygulaması, birden,
vatandaşın gerçek Fransız olduğunu kanıtlaması kampanyasına dönmüş,
geçen dönemde sömürgelerdeki Fransız kamu görevlilerinin, oralarda
doğan, bu nedenle doğum yeri hanesinde bu sömürgelerin adı yazılı olan
çocukları, tam bir işkenceyle ve yer yer düpedüz kimliksiz kalma
sorunuyla karşılaşmışlardır. Çünkü onlarca yıl geriye giderek,
dedelerinin, ninelerinin Fransız olduğunu kanıtlamaları istenmektedir
kendilerinden (Le Monde Turquie, Temmuz 2002). 11 Eylül’den sonra ortaya
çıkan ve gerçek yabancılara karşı çok daha katı olan bu uygulamalar,
kapita¬list Batı uygarlığının özgürlük ve demokrasi anlayışının,
karşılaşacağı ilk tehlike veya tehditle sınırlı olacak kadar derinliksiz
olduğunu göstermeye yeter. Nitekim Eylül 2002’de IMF toplantıları için
Amerika’ya giden Ekonomi Bakanı Masum Türker, hava alanında tepeden
tırnağa aranmış (Cumhuriyet, 26 Eylül 2002) (tabi aynı günlerde aynı
yerde bulunan eski Ekonomi Bakanı Kemal Derviş’in aranmamış olması da
çok ilginç, anlamlı bir başka durumdur), bilim adamı, yazar, insan
hakları savunucusu Haluk Ger¬ger ise hiç alınmadan derhal uçağa
bindirilip geri gönderilmiştir (Cumhuriyet, 3 Ekim 2002).
Bu savın doğru yanı ise, çeşitli
sorunlarına rağmen "kapitalizm dışında bilinen gelişmiş demokrasi hiç
yoktur" sözleridir. Ama burada da bir sorun vardır:
Kapitalistlerin, Batının demokrasi ve
özgürlük tutkusu sanki bir Tanrı vergisiymiş gibi sunulmakta, bunun tam
anlamıyla bir finansman işi olduğuna ve bu finansmanın nasıl
sağlandığına, demokrasi ve özgürlüklerin kapitalist sömürü ile finanse
edildiğine hiç değinilmemektedir.
Sağlığında da, bugün de iktisatla
uğraşan akademik çevrelerde pek çok saygı gören Schumpeter’in bu saygıya
ne kadar layık olduğunu, yukarıdaki görüşlerinin her sözcüğündeki akıl
almaz, fanatik kapitalizm militanlığından hareketle tartışmak, hatta
konuyu kapitalist emperyalizmin kurbanı olanlar açısından değil,
neredeyse tamamen kapitalizm sayesinde servet, refah, demokrasi ve
saireye kavuşanlar açısından tartışmış olmasından hareketle sorunun
Schumpeter mi, yoksa onun özellikle Türkiye ve benzeri ülkelerdeki
hayranları mı olduğu konusuna girmek elbette mümkün. Çünkü, bu
hayranlığın nedeni, teknik ve mikro anlamda çok iyi bir iktisatçı, daha
doğrusu fanatiği, mümini olduğu kapitalizmi çok iyi bilmesinden de
yararlanarak sosyalizmi, Marksizm’i de çok iyi yorumlaması, bir başka
anlatımla, Marksizm’i çok iyi yorumlayarak kapitalizmin üstünlüğü
sonucuna ulaşsa da, bir düşünür olarak makro düzeyde felsefesi
itibariyle, kendisinin de tanık olduğu bu kadar açık yaşam gerçeklerine
rağmen tipik bir "tarikat müridi"nden farkı yok. Yoksa, kapitalist
iktisadı çok iyi bilerek, sosyalizmi Marksizm’i çok iyi çözümlemek
marifetse, Marx da kapitalizmi çok iyi çözümleyip yorumlayarak
varmıştır sosyalizme.
Ama, Batı uygarlığının Roma,
Yunanistan, Yahudilik ve özellikle Hıris¬tiyanlık olarak belirlenen
temel taşlarının Kapitalizm olmadan o yapıyı ayakta tutmalarının mümkün
olmadığının, daha da önemlisi, bunlardan hiçbirinin sicilinin temiz
olmadığının vurgulanması herhalde yeterlidir.
Kısaca, bütün toplumların, bütün
uygarlıkların geçmişinde, görüldüğü üzere ilkellik, vahşet, zulüm
yanında; geçmişinde ve bugününde milliyetçilik veya bölgecilik
biçiminde beliren bir üstünlük duygusu, bir kendini beğenmişlik vardır.
Avrupa da ancak kendi içinde ulaşabildiği bugünkü uygarlık düzeyine
yine ancak, büyük çoğunluğu yine Avrupalı olmak üzere 60 milyon kişinin
öldüğü son iki dünya savaşından sonra gelebilmiştir. Ayrıca kendi
dışlarında farklı yöntemlerle de olsa aynı acımasızlığı
sürdürmektedirler. "Büyük suç işlerse kaza, küçük suç ilerse ceza"
özdeyişinde olduğu gibi Amerika’sıyla, Avrupa’sıyla Batının, yukarıda
aktarılan suç dolu geçmişi tamamen göz ardı edilip durmadan
uygarlıklarından, gelişmişliklerinden söz edilirken, Türkiye’nin, son
Dünya Kupası’ndaki başarıları sırasında bile, sadece gerçekliği son
derece tartışmalı kazığa geçirmelerle, annelerin çocuklarını "Türkler
geliyor" diye korkuttukları şeklindeki 500 yıllık söy¬lencelerle veya 80
yıl önceki bir soykırım tevatürüyle anılması, ancak Batı-nın siyasi,
ekonomik ve askeri gücüyle açıklanabilir. Güçlü oldukları için
yargılanıp sorgulanmamaktadırlar.
Konunun, emperyalizm boyutu sonuç
bölümünde yeniden ele alınıp tamamlanacaktır.
|