Avrupa veya Batı
uygarlığının temel taşlarından biri olduğu ileri sürülen Hıristiyanlık,
kökeni itibariyle bir Avrupa dini değildir. Musevilik ve İsla¬miyet gibi
o da Orta Doğudan gelmiş, Avrupa, yüzyıllar boyunca Hıristi¬yanlığın
esas yoğunluk merkezi olmamıştır.
Yahudi gezgin
vaiz Nasıralı İsa, Avgustus döneminin ortalarında Roma’nın Filistin
eyaletinde doğmuş, çarmıha gerilerek idam edilmiştir. İddi¬aya göre,
Yahudi Halk Meclisi hiç suçu olmadığı halde İsa’nın öldürülmesi¬ni talep
etmiş, Vali Pontius Pilatus da bu talebi kabul etmiştir.
İsa’nın yaşamı
konusunda çok az şey bilinmektedir. Kendisinden söz eden hiçbir tarihi
belge yoktur, Roma yazılı kaynaklarında onun izine rast¬lanmaz.
Öğrencilerine
bilmece gibi direktişer dışında, arkasında ne örgüt, ne kilise veya
rahipler, ne siyasi vasiyetname, hatta ne İncil bırakmıştır. Görüşleri,
sadece pek çok teşbihli anlatısından, çeşitli olaylar hakkında
söylediklerinden, havarilerle konuşmalarından ve bir avuç önemli
beyanından bilinmektedir. Yahudi belgelerindeki kurtarıcı Mesih olduğu
iddia edilmiştir.
Hıristiyanlığın,
Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olacağı da hiç tahmin edilmemiştir.
Sonraki dönemlerin mümin kuşakları için Hıristiyanlığın zaferi sadece
Tanrının arzusudur; ciddi biçimde sorgulanmaz ve tahlil edil¬mez. Ama
ilk yüzyıllardaki birçok Romalı için herhalde tam bir bilmecedir. İsa
uzun süre gösterişsiz bir yerel fenomen olarak kabul edilmiştir.
Hayranları, evrensel kabul görecek bir din bulmaya hiç de hevesli
olmamıştır. Kölelerin ve balıkçıların inancı olan Hıristiyanlık, sınıf
veya bölge çıkarları açısından bir avantaj sağlamamaktadır. İncil’ler,
başlangıçta bütün dünyevi hırslardan arınmış görünmektedir. Hatta
sayıları arttığı ve imparatorluk kültüne katılmayı reddettikleri için
baskı gördükleri sırada bile Hıristiyanlar büyük bir genel tehdit olarak
görülmemişlerdir (Davies, 1995: 192).
Hıristiyanlığın
yayılmasında kilit isim, St. Paul olarak tanınan Tarsuslu Paul’dür (ölümü,
yaklaşık 65). Yahudi olarak doğmuş, İsa’nın müritlerine yönelik ilk
Yahudi zulmünü yapanlar arasında yer almış, 35 yılında Ku¬düs’te ilk
Hıristiyan şehit Stephen’ın taşlanmasında bulunmuştur. Ama son¬ra,
fiam’a giderken birden hidayete ererek vaftiz olmuş ve Hıristiyanlığın
en enerjik misyonerlerinden biri haline gelmiş, onun bu amaçla yaptığı
üç seya¬hat Hıristiyanlığın gelişmesinde tek başına en önemli itici güç
olmuştur.
Hıristiyanlığın
Yahudi kökenleri, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki amansız kinin de
kaynağı olmuştur. Yahudilere göre İsa yanlış Mesih’tir, gasp eden, zorla
el koyandır, dönektir; Hıristiyanlar, kutsal yazılı belgeleri kaçıran ve
Yahudilerle Yahudi olmayanları birbirinden ayırarak kutsal tabu¬ları
yıkan tehlikeli bir rakip, bir tehdit ve bir tehlikedir. Hıristiyanlar
için de Yahudiler bir tehlike ve tehdittir. Her şeye rağmen İsa’nın
kutsallığını red ve elleriyle onu ölüme teslim emişlerdir. Halka göre
de, Kilisenin resmi görüşüne göre de Yahudiler "İsa katili"dirler.
Hıristiyanlar ve Museviler için dünyada en zor şey, kendilerini aynı
geleneği paylaşanlar olarak görmektir (Davies, 1995: 195, 197, 199).
İlk
Hıristiyanlara yönelik baskı ve zulüm konusunda çelişkili bilgiler
vardır. Neron, 64 yılında Roma’da meydana gelen büyük yangından
Hıristiyanları sorumlu tutmuş, İmparator Domitian, boyun eğmeyen
Hıristiyanları "ateizm" suçlamasıyla idam ettirmiştir. Marcus
Aurelius'un 177 yılında onayladığı şiddetli baskı, 250 yılında İmparator
Decius, bütün Hıristiyan te¬baasının devlet tanrılarına kurban
edilmesini emredince uygulanmıştır. 303 yılında İmparator Diocletian,
bütün Hıristiyan kiliselerinin ve bütün İncille-rin yakılmasını emretmiş,
bu Büyük Zulüm on üç yıl sürmüş; kısaca Roma İmparatorluğu’nun
Hıristiyanlığa teslim olması, şehitlerin kanıyla sulanmıştır (Davies,
1995: 203).
Hıristiyanlık ve
Hıristiyanlar, ancak İstanbul ve Çanakkale Boğazları aracılığıyla deniz
yollarından yararlanılabilecek bir başkent ihtiyacı dolayısıyla
İmparatorluğun merkezini M.S. 330 yılında Roma’dan İstanbul Boğa-zı’nın
Avrupa yakasına naklederek o günkü adı Bizans olan eyalette kendi adını
verdiği bir kent kuran İmparator Constantin’in Hıristiyanlığı kabulü
sayesinde rahata ermiştir.
Bir de,
Hırısitiyan olan "uygar Batı"nın düşünce özgürlüğü siciline bakmakta
yarar var.
Kilise, yazılı
sözcüğün uygun ve edepli olup olmadığını belirleme hak¬kını her zaman
korumuş, beşinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar tek tek yazarlara
her türlü yasağı uygulamıştır. Matbaanın ortaya çıkmasıyla bir ileri
adım atılır. Papa VIII. Innocent (1484-1492) bütün yayınlar için bir
piskopostan izin alınması kuralını getirmiş ya da iyice sertleştirmiştir.
Ama laik veya
dinsel, Protestan, Katolik veya Ortodoks, modern Avru-pa’daki her
otorite, Vatikan’ın yayınları kontrol etmek arzusunu paylaşmıştır.
Papalık İndeksi’ni eleştirmek adına şamata çıkaranların çoğu, bizzat
kitabı yasaklamakta bir çelişki görmemişlerdir. Vatikan dışındaki
makamlarca yasaklanan Avrupa edebiyatı klasiklerinin yer ve zamanına
bak¬mak bile tek başına yeterlidir: Homer M.S.35’te Roma
İmparatorluğu’nda, Dante 1497’de Şoransa’da, Erasmus 1555’te İskoçya’da,
Milton 1660’ta İngiltere’de, Locke’un İnsan Anlayışı Üzerine Deneme’si
1701’de Oxford Üniversitesi’nde, Goethe’nin Werther’in Acıları 1776’da
Danimarka’da, Shakespeare’in Kral Lear’ı 1788-1820 arasında Büyük
Britanya’da, Tolstoy’un Anna Karenina ve başka bazı eserleri 1880’de
Rusya’da, Lawrence’in Lady Chatterley’in Sevgilisi 1928-60 arasında
Büyük Bri¬tanya’da yasaktır.
1966’da Vatikan İnanç Doktrini Meclisi
yayın yasaklamanın askıya alın¬dığını ilan ettiği sırada İndekste 4.000
yasak kitap vardı (Davies, 1995: 260).
Görüldüğü üzere,
Avrupa bütün bunlara rağmen kendini beğenmiştir, kendine hayrandır. O
kadar ki, "Ancak Hıristiyanlık bir Voltaire, bir Ni-etzsche
yaratabilirdi" diyen Eliot, başka ulusların, bölgelerin de Voltaireler,
Nietzscheler yetiştirdiğini aklına bile getirmediği için, Avrupalı
Hıristiyan Voltaire, Nietzche ve benzerlerinin, başka Voltaire ve
Nietzschelerden ne¬den daha üstün olduğunu açıklamaya da gerek
duymamıştır.
Ayrıca, Batının
yahut Avrupa’nın kendisi bile Hıristiyanlık öncesinde de nice
Voltaireler, Neitzcheler yaratmıştır. Üstelik, ne Hıristiyanlık
öncesinin ne sonrasının bu büyük isimlerinin ortaya çıktığı dönemler, bu
insanların ortaya çıkması dışında Avrupa’nın yahut Batının yüz akı
dönemler değil¬dir. Hatta tersine, bu büyük insanlar karanlık, zorlu
dönemlerin insanlarıdır da, baskının ve karanlığın tamamen ortadan
kalktığı son elli yılda Avrupa veya Batı da artık Voltaireler, Hugolar,
Shakespeareler, Danteler, Cervan-tesler, Goetheler yetiştirememektedir.
Oysa Hıristiyanlık yine aynı Hıristiyanlıktır.
Kaldı ki, bir
Çiçero’yu, bir Virgilyus’u, bir Homer’i, yahut bir Nazım Hikmet’i, bir
Ömer Hayyam’ı, bir Tagor’u, bir Abu Nuvas’ı yetiştiren de Hıristiyanlık
değildir.
Öte yandan,
Avrupamerkezcilik, Avrupa içinde de çok ciddi bir tartışma konusudur;
üstelik bu tartışma hâlâ devam etmektedir. Avrupamerkezcili-ğin, pek çok
saygıdeğer karşıtı bulunsa da, şu ana kadar bu tartışmada han¬gi tarafın
ağır bastığı sorusuna, «Avrupamerkezcilik karşıtları» cevabını vermek
pek kolay görünmüyor. Davies’in aşağıdaki satırları, bu anlamda bir
hayışanma, hatta bir özeleştiridir:
"...Avrupa tarih yazıcılığı, Avrupalı
yazarların kendi uygarlıklarını üs¬tün ve egemen kabul eden, Avrupalı
olmayan görüş açılarını dikkate alma¬yan geleneksel eğilimlerini
yansıtır. ... Avrupa tarihçileri kendi konularına genellikle,
Narsisus’un sadece kendi güzelliğinin bir yansımasını aramak için havuza
baktığı gibi yaklaşmışlar; Avrupa uygarlığının Tanrının arzusu olduğunu
iddia eden Guizot’nun, günümüzde birçok taklitçisi türemiştir. Guizot ve
pek çok benzerine göre Avrupa vaat edilmiş toprak, Avrupalılar seçilmiş
halktır!
Birçok tarihçi,
Avrupa örneğinin tüm başka halklar için özleyecekleri bir model
oluşturduğunu açıkça savunmuşlar, son döneme kadar Avrupa kültürünün
komşu Afrika, Hint veya İslam kültürleri ile karşılıklı etkileşimi¬ne
pek az eğilmişlerdir (Davies, 1995: 16).
Oxford Üniversitesi Yayınevinin son
olarak yayınladığı tek ciltlik Avrupa tarihi kitabındaki önsöz benzer
bir tercih duygusuyla başlar: «Değişik dö¬nemlerde birçok büyük uygarlık
var olmuş ise de; en derin ve en geniş etki¬yi yaratan ve şimdi de (Atlantik’in
her iki yakasında) dünyanın bütün in¬sanları için örnek oluşturan,
Avrupa uygarlığıdır.»
Bu düşünce çizgisi ve sunuş biçimi,
özellikle Avrupalı olmayanlar açısından çekiciliğini sürekli
yitirmektedir." (Davies, 1995: 17).
Sadece "zengin
Batı" olgusuna dayalı bir Avrupa dar görüşlülüğüne karşı çıkanlar
arasında, İngiltere’de Slav ve Doğu Avrupa Araştırmaları Fakültesi Rusya
Tarihi Profesörü HughSeton Watson’un (1916-1984) görüşle¬ri ilginçtir:
"Avrupa kültür topluluğu, Almanya ve
İtalya’nın ötesinde yaşayan ulus¬ları da kapsar. ... onların bugün bir
bütünsel Avrupa ekonomik veya siyasi birliğine ait olamayacakları
iddiası doğru olsa bile, bu, bazı gerçekleri de¬ğiştirmez. ... Dünyanın
hiç bir yerinde, Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Sovyetler Birliği
arasında uzanan ülkelerdeki kadar geniş gerçeklikte ve önemde bir Avrupa
kültürel topluluğu inancı yoktur. (...) Bu insanlar için Avrupa
düşüncesi, her birinin ait olduğu spesifik kültür veya alt kültürün
dahil olduğu bir kültürler topluluğu düşüncesidir. Hiç birisi Avrupasız
yaşayamaz; Avrupa da onlarsız. (...) Avrupa ve Hıristiyanlık dünyası
ulusları¬nın kaynaşması, en parlak yanıltmacanın bile yok edemediği bir
Tarih ger¬çeğidir. Ama Avrupa kültürü içinde Hıristiyan olmayan
unsurların bu-lun-duğu da bir gerçektir: Roma, Helen, tartışmalı da olsa
Pers ve (modern çağlarda) Yahudi unsurlar... Bir Müslüman unsurun da
bulunmadığını söy¬lemek daha da zordur. (...) Avrupa kültürü,
kapitalizmin veya sosyalizmin bir aracı değildir; Avrupa Ekonomik
Topluluğu Örokratlarının (Eurocrats) veya herhangi bir başkasının
tekelci serveti de değildir. Ona sadakat borçlu olmak, öteki kültürler
üzerinde üstünlük iddia etmek anlamına gelmez. Av¬rupa kültürünün
birliği, sadece farklı atalarımızın 3000 yıllık emeklerinin nihai
ürünüdür." (Davies, 1995: 1415).
Batının
üstünlüğünü bir "dogma" olarak niteleyen Davies, Avrupa’nın kendi
içindeki bazı bölgelere sadece mekan bakımından değil zaman bakı-mından
da çifte standart uygulandığını şöyle anlatır:
“... Bizans’ın, fiarlman
imparatorluğundan çok daha ileri olduğu ilk çağlarda batı üstünlüğü
terimi kullanılmaz; ki bu, Bizans’ın neden sık sık atlandığının da
açıklamasıdır. Batının açıkça Doğudan daha zengin ve güç¬lü olduğu yakın
zamanlarda ... ise kullanılır. Ama ..., Batının yirminci yüz¬yıldaki
suçlu tavrı, bütün eski iddiaların moral temelini yıkmıştır.” (Davies,
1995: 28).
Yani, Avrupa
için Bizans bile Avrupa veya Batı değildir.
Davies, bu temelsiz, kerameti
kendinden menkul üstünlük saplantısına şöyle karşı çıkar:
"Yoksul veya azgelişmiş veya
tiranlarca yönetildi diye, Doğu Avrupa da¬ha az Avrupa değildir. Tersine,
yoksunlukları sayesinde birçok açıdan daha Avrupalı olmuştur; pek çok
Batılının terk edebildiği değerlere daha bağlıdır.
... Bazılarının, Homeros ve Aristo
etkisiyle Batılı olduğunu düşündüğü Yunanistan, Avrupa Topluluğu’na
kabul edilmiştir; oysa Yunanistan’ın mo¬dern dönemlerdeki oluşumunu
sağlayan deneyimler, Osmanlı yönetimi al¬tındaki Ortodoks dünyası içinde
yaşanmıştır. Yunanistan Batı Avrupa dene¬yimlerine, Demir Perde’nin
yanlış tarafında olduklarını düşünen birçok ül¬keden daha uzaktırlar.
Neredeyse bütün
«Batı uygarlığı» tanımlamaları ... hoş ve etkileyici ola¬rak kabul
edilebilecek her şeyi alıp, sıradan veya iğrenç görünebilecek her şeyi
dışlarlar. Olumlu her şeyi «Batı»ya atfedip, «Doğu»ya çamur atmak
yeterince kötüdür; ama dürüst bir Batı tanımı da veremez. Bazı metinlere
inanacak olursanız, «Batı»daki herkesin bir melek, bir filozof, bir öncü,
bir demokrat olduğu, Batının Platonlarla, Mari Cürie’lerle dolu olduğu
gibi bambaşka bir izlenime kapılırsınız. Bu tür evliyalara tapınma
edebiyatının artık bir değeri yoktur. Avrupa Kültürünün resmileşmiş
kanunlarının, şid¬detle revizyona ihtiyacı vardır. Batı uygarlığı
hakkındaki abartmalı, bayat söylem, lehinde söylenecek çok şeyi olan
Avrupa mirası için bir itibarsızlaş-ma tehdididir." (Davies, 1995: 28,
29).
Peki, nedir
Avrupalılığa, Batıya bu sözde üstünlüğü kazandıran unsurlar?
Norman Davies, "yirminci yüzyılın
sonlarından itibaren" kaydıyla, dinsel hoşgörü, insan hakları,
demokratik yönetim, hukuk devleti, bilimsel gelenek, toplumsal
modernizasyon, kültürel çoğulculuk, serbest piyasa ekonomisi, ve yüksek
Hıristiyanlık erdemleri sayılan iyilikseverlik, bireye say-gı gibi
değerlere atıfta bulunulduğunu belirttikten sonra, "Bütün bunların,
Avrupa’nın geçmişini gerçekten temsil edip etmedikleri ise tartışmalıdır.
Dinsel zulümle başlayıp, insan yaşamına yönelik totaliter aşağılama ile
biten bir liste oluşturmak da çok zor değildir. ... Eğer egemen görüş
Avru¬pa’nın üstünlüğünün, kesinlikle Batıdan kaynaklandığı iddiasında
ise, Doğu’da da karşıiddia kıtlığı yoktur. Ortodoks kilisesi, Rus
imparatorluğu, Panislav hareketi ve Sovyetler Birliği de kendi
gerçeklerini ve geleceklerini savunan kuramlar üreterek üstün Avrupa’ya
karşı çıkmışlar; sürekli olarak, Batı zengin ve güçlü olabilir ama
Doğuda da ahlaki ve ideolojik kokuşmuş-luk yoktur, tezini işlemişlerdir"
demektedir (Davies, 1995: 26).
|