Bir kere geçmişi
itibariyle Batının, Batı olmayana karşı en küçük bir üstünlüğü yoktur.
Başkalarına atfedilebilecek her türlü vahşet, ilkellik, iğrençliği
Roma’da da, Yunanistan’da da, Hıristiyanlıkta da, Yahudilikte de; yahut
Batıya atfedilen üstünlük, zeka veya yeteneği başkalarında da gör¬mek
mümkündür. Batı uygarlığı, kendi içinde bile muazzam bir kan seli¬nin ve
iğrençliğin üzerine kuruludur. İsa’yı Yahudiler öldürtmüş, Roma yüz
binlerce Hıristiyan’ı, Katolikler ve papalar yüz binlerce Protestan’ı ve
söz¬de inanmayanı, Hitler milyonlarca Yahudi’yi, Avrupalılar Birinci ve
İkinci Dünya Savaşı’nda birbirlerini kesmiştir.
Batı için, asıl
kötü sicil Batı dışındaki tutumudur. Öyle yüzlerce yıl geri¬ye gitmeye
de gerek yok. İngiltere’nin, kendisi için büyük bir gelir kaynağı
oluşturan afyon kullanımının Çin hanedanınca yasaklanması üzerine Çin’e
karşı başlattığı ünlü Afyon Savaşlarının tarihi 1895’tir. Fransa, Henri
Chariere’nin Kelebek romanına konu olan, bir Okyanus adasındaki ünlü
hapis¬hanesini ancak 50 yıl önce 1952’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonraki ba¬rış, demokratikleşme modası sırasında mahcup olmamak için
kapatmış, ama Cezayir hegemonyasını 1962’ye kadar bırakmaya
yanaşmamıştır. Fransa ve ABD’nin Vietnam macerası henüz 40 yıllık,
Batının kışkırtmaları ile yaşanan 1980-1989 İran Irak Savaşı veya
Irak’ın 1991’de Ku-veyt’e sal¬dırısı henüz 1020 yıllık hikayelerdir.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hen-ri Kissinger, 4 fiubat 1985 tarihli
International Herald Tribune gazetesin¬de İranIrak Savaşı konusunda
büyük bir pervasızlıkla "Bizim amacımız İran ve Irak’ı, ya da bunlardan
birini tamamen yok etmek değil, kollarını kanat¬larını kırıp
güçsüzleştirmektir" diyebilmiş; aynı Kissinger, Başkan Allen-de’nin
öldürüldüğü 1974 fiili darbesinden sonra, gazetecilerin "Egemen,
bağımsız bir ülkenin seçilmiş başkanının ölümüne yol açan bir darbenin
baş aktörü olmayı ahlaki buluyor musunuz" sorusuna "Başkaları bunu
ah¬laki bulmayabilir. Benim için önemli olan Amerikan halkının
değerlendir¬mesidir. Biz Amerika’nın çıkarlarına göre hareket ediyoruz.
Amerikanın ulusal çıkarlarına uygun olan, aynı zamanda ahlakidir" diye
karşılık vere¬bilmiştir. Bugün de, 11 Eylül sonrası ABD ve Batı
politikalarını, Filistin kıyımını (ya da Batı ABD destekli İsrail
Vahşetini), Irak senaryolarını yaşıyoruz.
Batıya atfedilen
"üstünlük"leri Norman Davies, "dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik
yönetim, hukuk devleti, bilimsel gelenek, toplumsal modernizasyon,
kültürel çoğulculuk, serbest piyasa ekonomisi ve yüksek Hıristiyanlık
erdemleri sayılan iyilikseverlik, bireye saygı" olarak özetlemişti.
Bunlar, kısmen
ve göreceli olarak doğrudur. Hangisinin ne kadar doğru olduğu
tartışılabilir. Serbest piyasa ekonomisinin gerçekten herkesçe
benimsenmesi gereken bir erdem mi, yoksa Batı sömürüsünün bir aracı,
Batının işine yarayan bir silah mı olduğu sorgulanabilir.
Ama, bunların
hepsi saygı değer erdemler olsa, Batı da hepsini gerçek¬ten hak etmiş
olsa bile, Batının bunları nasıl edindiği ve günümüzde bu de¬ğerlerin
niçin sadece Batıda bulunduğu önemlidir. Niye Müslüman toplumlarda bu
değerler genellikle yoktur? Batı uygarlığının en önemli unsuru
Hıristiyanlık ise, hiçbiri Müslüman olmayan Güney Amerika ülkelerinde
niçin bu değerler gelişmemiştir? Norman Davies’in hayranlıkla söz ettiği,
o sırada uygarlığın çok gerisinde darma dağın derebeylikler halindeki
Avrupa’nın ortasına kadar ilerleyen Arap Emevi Müslüman uygarlığı, ne
olmuştur da "dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik yönetim, hukuk
devleti, bilimsel gelenek, toplumsal modernizasyon, kültürel çoğulculuk,
serbest piyasa ekonomisi" vb.ni geliştirememiştir? "Avrupalıları
matematikle birlikte portakalla, limonla, ıspanakla, kuşkonmazla,
patlıcanla, enginarla, makarnayla, diş macunuyla tanıştıran" Araplar,
daha sonra zekalarını, bilgilerini, ruhlarını mı yitirmiştir? Bilimsel
gelenek, neden ilkel Avrupalıya bin beş yüz yıl önce matematik, cebir,
kimya öğreten, makarna, diş macunu üretecek teknolojiye sahip Müslüman
Arap’ta değil de Avrupa’da gelişmiştir? Bin beş yüz yıl önce koskoca bir
imparatorluk örgütleyebilmiş MüslümanArap niçin toplumsal modernizasyona
uzanamamış da tam tersi¬ne gerilemiştir? Çapulcu İspanyol istilacılara
adeta küçük dillerini yutturan Aztek, Maya, İnka uygarlıkları yer
yarılıp içine mi girmiştir? Hele Afrika, hep bugünkü sürünme noktasında
mıydı?
Bu soruları cevaplandırmadan Batının
üstünlüğünü adeta kutsallaştırmak, kutsallaştıran Avrupalı ise bir
küstah uyanıklık, Avrupalı değilse en azından aptallıktır.
Avrupa’nın sahip
olduğu üstünlüklerin temelinde teknolojik gelişme, bunun altında da
kaçınılmaz olarak para, kaynak yatar. Bu kaynağın tamamı "öz kaynak"
değildir. Avrupa’da petrol yoktur; kömür ve demir dışında dikkate değer
madeni yoktur. Olsa bile o dönemde varlığı bilinmiyordu, ihtiyaç yoktu;
bilinseydi ve ihtiyaç olsaydı bile işleyecek teknoloji ve sermaye
birikimi söz konusu değildi. O zaman, kendisindekinden çok daha fazla
kaynağı Avrupalı nereden bulmuştur?
Bu birikimin başlangıcı, Amerika
kıtasının keşfi, tapınaklarının merdivenlerini bile altından yapan Aztek,
Maya ve İnka uygarlıklarının büyük zenginliğinin Avrupa’ya
aktarılmasıdır. Kuzey Amerika’nın Kızılderilileri gibi, atının üstündeki
İspanyol’u bir bütün, dolayısıyla doğaüstü bir güç sa¬nıp, tapınma
anlamında yere kapanan Güney Amerika yerlileri de silahı,sa-vaşı
bilmemektedir. Dolayısıyla, bu insanları önce kandırıp sonra kesmek zor
olmamıştır.
Nitekim
Schumpeter de, her ne kadar "kapitalist işletmelerin gelişmesin¬den ayrı
olarak" vurgusunu yapsa da kapitalizmin gelişmesindeki beş ana faktörü "devletin
rolü", "altın"ın henüz ekonomiyi belirleyecek güce erişmemiş olması, "nüfus
artışı", "coğrafi keşişer ve fetihler", "teknolojik gelişme" olarak
sıralamaktadır. Schumpeter’in coğrafi keşişer ve özellikle "fetihler"
yerine "emperyalizm" demeyişini, önceki bölümlerde aktardığımız militan
kapitalizmseverliği, hatta kapitalizmtapınısı karşısında anlayışla
karşılamak gerekir. Ama o bile, "iktisatçıların coğrafi keşişer ve
fetihlere daha fazla önem verdiklerini" kabul etmekte, kendisinin de
geç¬mişle ilgilendiği sürece bunları göz ardı etmeyeceğini belirtmekte
ve şunları söylemektedir:
"Yeryüzünü ekonomik yönden de
geliştiren, bir çok hammadde, yiyecek maddesi, tarımsal ve endüstriyel
malı ortaya çıkaran, yeni şehirlerin, merkezlerin kurulmasını sağlayan
bu gelişme, aslında üretimi önemli ölçüde geliştiren bir unsur değil
midir? Böyle bir koz, başka ekonomik sistemler için de bir zenginlik
sebebi teşkil etmez mi? Bu düşünceye katılan sosyalistler bile vardır.
Bunlara göre, Marx tarafından bir determinizm sistemi içinde ortaya
atılan «fakirleşme» teorisi ve bunun halk kitlelerine yayılması fikri,
ancak yeni bölgelerin keşfi sayesinde gerçekleşmemiş; eski kıtalardaki
işsizlik yoğunlaşması yeni ülkelerden yararlanılarak önlenmiş, böylece
proletarya hiç değilse «bir nefes alma» imkanı bulmuştur.
Yeni ülkelerin
bulunmasının kapitalizme sunduğu şans küçümsenemez, ama bu şansların da
ancak bir defa için ortaya çıktığı bir gerçektir. Ancak, her türlü
toplumsal organizasyondan bağımsız olarak oluşan şanslar ilerlemenin ön
koşuludur ve tarihte ancak bir kere gerçekleşebilirler. ... kapitalist
gelişme de bu tip şansların kullanılması ve girişimcinin faaliyet
alanına girmesi demektir. ... yeni ülkelerin değerlendirilmesinin,
demiryollarının yapımı, deniz ulaştırması, tarım makineleri v.b. gibi
bütün araçları sağla¬yan girişimciler kanalıyla olmuştur. Gelişme,
tamamen kapitalist gelişmeye paraleldir. ..."
fians, tamamen
insanın iradesi dışında ve fakat tesadüfen onun çıkarına, iyiliğine
gelişen olay demektir. Peki, "devletin rolü", "altın"ın henüz ekonomiyi
belirleyecek güce erişmemiş olması, "nüfus artışı", "coğrafi keşişer ve
fetihler", "teknolojik gelişme"... Bunların hangisi şans eseridir?
Hangisi insan iradesi dışındadır? Devleti insan oluşturmamış, değişik
alanlardaki rolünü o tayin etmemiş midir? Altını insan bulmuş,
ekonomide¬ki rolünü insan belirlemiş değil midir? İnsanlar kendi
iradeleri ve keyişeri dışında mı çocuk yapmış, üremiştir? Coğrafi
keşişer, fetihler, teknolojik gelişme, insan iradesinin dışında mıdır?
Schumpeter anlamsız, akıl dışı bir "savunma
psikolojisi" içindedir. Nite¬kim hemen aşağıda kapitalizmin gelişmesinin
beşinci unsuru olarak tekno¬lojik gelişmeyi değerlendirirken "Bazı
çevrelere hakim olan, kapitalizmin gelişmesinin, büyük ölçüde üretim
metotlarını baştan aşağı yenileyen icatlara, keşişere dayandığı
şeklindeki düşünce yanlıştır. Çünkü teknik yeniliklerin uygulanması,
esas olarak iş adamlarının «kazanç avı» sayesinde mümkün olmuştur. ...
İcat edici, keşfedici, yaratıcı çalışma da kapitalizmin bir eseridir.
... kapitalist etkinlik ve teknolojik gelişme, üretimdeki gelişmenin iki
ayrı faktörü değil, birbirini tamamlayan iki bileşik unsurdur. Hatta
kapitalist faaliyet, teknolojinin itici gücü niteliğindedir. Yeni
ülkelerin değerlendirilmesi ve teknolojik gelişme, uzun vadede
birbirleriyle çelişir görünmektedir: Oysa bunlar kapitalizmin mutlak
başarıları olmakla birlikte, tekrar edilemeyen olaylar ve uygulamalardır"
(Schumpeter, 1974: 170, 177) diyerek hem kendisiyle çelişkiye düşmekte,
hem de genel olarak kapitalist sistem açısından yine bir "merdi kıpti"
olarak "şecaat" arz edeyim derken "sirkatin" söylemekte; üstünlük,
başarı dediği şey, sonunda hırsızlığa çıkmaktadır.
Schumpeter, yeni ülkeler keşfini,
sanki Antarktika’nın keşfi gibi, hiç kan dökülmemiş, hiç yağma, talan
yapılmamış, tamamen bilimsel ve insani amaçlar güdülmüş gibi
anlatmaktadır. Antarktika’nın keşfinin bile iyi niyetle yapılıp
yapılmadığını, orada insanla, insan yerleşmeleriyle, bir uygarlıkla, bir
zenginlikle karşılaşılsaydı, Kolomb ve haleşeri gibi davranılmaz mıydı
bilemiyoruz.
Ama daha
önemlisi, "yeni ülkelerin keşfi"nin tarihte ancak bir kez yaşandığı
iddiasıdır. Sanki Amerika’nın keşfi ilk ve son keşiftir. Oysa
Amerika’nın keşfi bile Güney Amerika ile bitmemiş, onu Kuzey Amerika
izlemiş¬ken, Batının Senegal’i, Kongo’yu, Tanzanya’yı, Zimbabwe’yi,
Angola’yı, Afganistan’ı, Hindistan’ı, Pakistan’ı, Çin’i eskiden beri
bildiğini nasıl varsayalım? Önemli olan yeni bir keşif değil, bir yerin
daha sömürgeleştirilmesidir. Sömürgeleştirilen yerin varlığının önceden
bilinip bilinmemesinin hiçbir anlamı yoktur. Amerika’nın keşfi sadece
öğretici, uyandırıcı, tetikleyici ve alt yapıyı oluşturan bir
başlangıçtır. Batı Amerika’yı keşfettikten sonra "aa, bilinmeyen yerleri
keşfetmek ne güzel, ne heyecanlı" diye başka yerler keşfetmiş değildir.
Hatta Amerika’ya da bilinmeyen yerleri keşfetmenin keyfi nedeniyle değil,
tam tersine bilinen bir yerin, Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmak
isterken gelmiştir. Dünyada keşfedilecek, yani varlığı bilinmeyen başka
yer yoktu; maksat keşifse orada durmak gerekirdi. Asya ve Afrika’nın
varlığı biliniyordu, keşfedilmelerine gerek yoktu; oralara neden gidildi?
Schumpeter, bir düz mantık oyunu ile "Amerika
bir kez keşfedilir" demek istiyor. Bir "bilinmeyeni" ortaya çıkarmak
açısından bu doğrudur. Ama asıl keşfedilen, "bilinen" Afrika ve Asya’nın
da sömürülebileceğidir, yani Schumpeter’in iddiasının tersine tarih
tekerrür etmiştir. Asıl amaç, kendi deyimiyle "kazanç avı"dır. Bu avın,
tarihte bir kez cereyan eden bir olay ol¬ması mümkün mü?
Özetle Avrupa
sermaye birikiminin, kapitalizmin temelinde bu talan ve soygun vardır.
Sonraki gelişmelerin tetikleyicisi budur.
Kuşkusuz Osmanlı
İmparatorluğunun zayışamaya başlamasına kadar bu gelişme çokça dışarı
açılma olanağı bulamamıştır. Kristof Kolomb’un, her ne kadar yanlışlıkla
Amerika’ya gitti ise de, Batı, Ümit Burnunu dolaşıp ipek ve baharat
kaynağı Hindistan’a ulaşmayı, bu Osmanlı engeli nedeniyle göze almıştır.
Güney
Amerika’dan Avrupa’ya akan zenginlikler, yani sermaye, teknolojik
gelişmeyi ateşlemiş, bu da ulaşım ve haberleşmeyi etkilemiş, askeri
teknolojiyi oluşturmuştur. Bu gelişmeleri ciddiye almayan ve o zamana
kadar topun dışında kılıç gücüyle Avrupa’yı dize getiren Os-manlı,
askeri teknolojide geri kalmış, coğrafya üzerindeki kontrolünü yitirmiş,
böylece dünya, önemli bir engeli ortadan kaldıran Avrupa’nın önüne
açılmıştır.
Yine aynı
sermaye sayesinde başta İngiltere olmak üzere Avrupa, Afrika’ya ve
Asya’ya ulaşmıştır. Çünkü okyanus dalgalarına dayanıklı güçlü gemileri
ancak bu kaynaklarla yapabilmişler, böyle uzun ve masraşı yolculukları
ancak bu sayede finanse edebilmişlerdi. Ve Afrika’dan yüz, yüz elli yıl
içinde köle olarak Batıya götürülürken ölen ve öldürülen insan sayısı
hakkındaki en iyimser rakam 50 milyondur.
Kısaca eski
Amerika uygarlıklarının talanıyla başlayan gelişme, yeni talan ve sömürü
olanakları, yani kapitalist emperyalizm ile devam etmiştir. Batının,
kendisi dışındaki uygarlıkları birer birer, ya fiilen, ya da
köleleştirerek, kişiliksizleştirerek yok ettiği açıktır. Batı uygarlığı
"tek"liğini buna borçludur.
"Zengin arabasını dağdan aşırır, fakir
düz ovada yolunu şaşırır" mış. "Dinsel hoşgörü, insan hakları,
demokratik yönetim" vb. de aynı sermayenin eseridir. İlk talanın
sağladığı ilk teknolojik gelişme ve sanayileşmeyle oluşan ve sömürü
canına tak ettiğinde makineleri balyozlarla kırarak isyan eden Avrupalı
işçiler, öyle hemen sağlanıveren toplu sözleşme ve grev hakkı ile,
kuruluveren işçi partileri ile sakinleşmiş değildir. Batı kapitalizmi,
kendi işçisini, silah zoruyla sömürdüğü başka uygarlıklardan gelen
kaynaktan verdiği sus payı ile sakinleştirmiş, demokrasi, insan hakları,
hukuk devleti ve saire de bunun üzerine kurulmuştur. Yoksa Fransa’da
1789 devriminin, 1830 ayaklanmasının, 1848 Paris Komünü isyanının
yaşandığı, Eliot’un mantığıyla ancak Batı uygarlığının yaratabileceği
bir Victor Hu-go’nun hapislerde yattığı, siyasal baskılar yüzünden 20
yıl Belçika’da sür¬günde kaldığı dönem ile, Fransa Krallığının Afrika’da
sömürge fethi peşin¬de olduğu dönem aynıdır. Hugo ve elbette hemen bütün
benzerleri, sözde Batı uygarlığının değil, tam tersine Batının en vahşi
dönemlerinin ürünüdür.
İnsanlara
insanca yaşayacak geliri grev yapmadan, isyan etmeden verir¬seniz toplu
sözleşme hakkı tanımak, kültürel hak tanımak kolaydır, hatta
gerekmeyebilir bile. İşveren bu parayı kendi kârından ödemediği için,
onun tepkisiyle karşılaşmak da söz konusu değildir. Yani para olunca
uygar olmak da, demokrat, hoşgörülü olmak da kolaydır. Arabalar kolayca
dağları aşar. Ama dış sömürü olanağı bulunmayan, kendi kaynaklarıyla
yetinmek zorunda olan toplumlarda, bir de mevcut kaynaklar dengesiz ve
adaletsiz dağıtılıyorsa (ki yine önemli ölçüde Batının etkisiyle böyle
olmaktadır), egemenlerin pastanın çoğunu yemeleri ancak baskıyla,
şiddetle mümkün olmakta, bu da toplumsal barışın etnik, dinsel vb. her
türlü nedenle hemen zedelenebileceği hassas bir ortam yaratmakta, bunun
karşısına yeni baskı tedbirleri çıkmakta ve bu böyle sürüp gitmektedir.
Beş yüz yıldır
sömürdüklerini bir an için helal edelim ve Batıya soralım: Bugün bile,
sömürü olanaklarınızı yitirdiğiniz anda, sözünü ettiğiniz dinsel hoşgörü,
insan hakları, demokratik yönetim, hukuk devleti, vb.den ne kadarı
kalacaktır?
Küreselleşme de
bu sorudan duyduğunuz endişeden kaynaklanın bir yeni sömürgecilik değil
midir? Küreselleşmenin de kurtaramadığı kapitalizmin tık nefes hale
gelmesinin toplumlarınızda yarattığı sorunlar (işsizlik, yabancı
düşmanlığı vb.), bu endişeyle örtüşmüyor mu? Yani sorun, sermaye
birikimini sürdürecek yeni sömürü olanaklarını, kendi dışınızdaki bütün
uygarlıkları, bütün dünyayı yoksullaştırarak yok etmiş olmanız değil mi?
Nitekim ABD’ye yönelik 11 Eylül
saldırısı sadece Avrupa’ya özgü olduğu ileri sürülen değerlerin, başta
dinsel hoşgörü, kültürel çoğulculuk olmak üzere, insan hakları,
demokratik yönetim, hukuk devleti dahil birçoğunun nasıl birer kağıttan
kaplan olduğunu, sindirilmemiş olduğunu ortaya koymaya yetmiştir. Gerek
Amerika’da gerekse Avrupa’da, 11 Eylül’den sonra özgürlükler kısıtlanmış,
ulaşım, haberleşme, toplanma hakları sınırlanmış, internet haberleşmesi
bile izlenmeye başlamış, yabancılar ve azınlıklar üzerinde hem devlet
güçleri hem sokaktaki adam ağır baskılar uygulamaya başlamış, sorgusuz,
yargısız hapse atılmış, sınır dışı edilmişler, ciddi bir Müslüman
düşmanlığı başlamış, Amerika terörle mücadele bahanesi ile dünya
haritasını yeniden çizmeye girişmiş; ABD’nin hınk deyicisi İngiltere
hükumeti hemen basına neyi yayınlayıp neyi yayınlayamayacağını dikte
et¬miş, Blair, Irak savaşının en hararetli yandaşı kesilmiş; kısaca 11
Eylül tıkanan kapitalizme oksijen işlevi görmüştür.
Bu arada Batının "Avrupa" kanadı,
Amerika’nın muhtemel Irak operasyonuna karşı çıkar görünmektedir; ama bu
karşı çıkışta bir çifte standardın, hatta bir iki yüzlülüğün
bulunmadığını, 11 Eylül hadisesine de PKK terörüne baktığı gibi
bakmadığını söylemek zordur. Çünkü Avrupa’nın kendisine dokunmadığı,
hele rakiplerine, hasımlarına dokunduğu sürece bütün yılanlarla barışık
olmak, kendisine dokunmadıkça başkalarının teröristlerine özgürlük
mücadelecisi saymak gibi bir sabıkası vardır. Başta Almanya, Belçika,
Hollanda olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinin, tıpkı PKK’lıların, Milli
Görüşçülerin, Cemalettin Kaplanların, ülkücü militanların olduğu gibi 11
Eylül saldırısını düzenleyen El Kaide militanlarının da ana üssü
olduğunu bu ülkelerin kendileri bile yadsımamıştır. Alman İstihbaratının,
Muhammed Atta’nın Almanya’daki varlığından ve faaliyetlerinden haberdar
olmaması mümkün müdür?
Aynı şekilde, Amerika’nın bugün baş
düşman ilan ettiği El Kaide ve Usame Bin Ladin, vaktiyle Sovyetler’e
karşı özgürlük mücadelecisi olarak doğrudan veya dolaylı olarak besleyip
büyüttüğü El Kaide ve Usame Bin Ladin; Saddam ise daha otuz yıl önce
krallığa karşı darbe yapan Baas hareketi olarak ve 20 yıl önce Humeyni
İran’ına karşı kışkırtarak desteklediği Saddam’dır.
Avrupa’nın Irak konusunda Amerika’ya
karşı çıkmasında da söz konusu üstün değerlerin yeri yoktur. Birincisi,
sözde BM ambargosuna rağmen hepsinin Irak’la şu veya bu düzeyde ticari
ilişkisi vardır. Belki daha önemlisi de, Kosova harekatından sonra
Balkanlara, Afganistan operasyonuyla Orta Asya petrollerinin ortasına
yerleşen Amerika’nın bir de Irak petrol va¬nalarının başına tek başına
yerleşmesi olasılığı karşısında canları sıkılmak¬tadır, o kadar.
Kısaca, beş yüz yıldır başkalarını
sömürerek sağladıkları sermaye birikimi olmasaydı, onlar da bu değerler
açısından, küçümsedikleri bölge veya toplumlardan hiç farklı olmazlardı;
onların da arabaları düz ovada yolunu şaşırırdı!
***
Bu çalışmanın ilk cümlesi,
"Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, gerçek¬ten çok tuhaf biçimde
tartışılmakta, en iyi niyetli yandaşları, ‘Avrupa Birli¬ği üyeliğe kabul
etmese bile, bu sayede hiç olmazsa Avrupa, yahut Batı de¬ğerlerine
olabildiği kadar yaklaşmış oluruz; çünkü başka türlü bizim de¬mokrat,
insan haklarına saygılı, uygar bir ülke olmamız mümkün değil’ gi¬bi bir
yaklaşım sergilemektedir" idi.
Bu mantığın sahipleri arasında, Mesut
Yılmaz gibi, Türkiye’nin son yir¬mi yılında başbakanlık dahil hep
sorumluluk mevkilerinde bulunmuş, bu kadar istiyor idiyse Türkiye’yi
demokrat, insan haklarına saygılı, uygar bir ülke yapmak, ölüm cezasını
kaldırmak, Kürtçe eğitim hakkı tanımak için, belirli bir dönemde de olsa
Meclis çoğunluğu dahil her türlü güç ve yetkiyi elinde bulundurmuş;
Bülent Ecevit gibi tam üyelik fırsatı ayağına kadar gelmişken, şimdiki
ısrarına hayret ettirecek biçimde kaçınmış olanların bu¬lunması hayli
şaşırtıcıdır.
Bugün idam cezasının kaldırılması için
"yoksa AB trenini kaçırırız; bu da bölünmemize yol açar" gibi garip
iddialarla cansiperane mücadele eden o Mesut Yılmaz ki, Öcalan’ın
İtalya’da yakalanmasından sonra, ortağı bu¬lunduğu koalisyonun yine
ANAP’lı Adalet Bakanı Hasan Denizkurdu’nun gündeme getirdiği "sıcak
kestane önümüze getirilip konmadan şu idam me¬selesini halledelim"
önerisine karşı çıkanların başında gelmiştir.
İnandırıcılıktan ve içtenlikten uzak
bu iddia ve saçmalıklara, Batının ekonomik ve sosyal diktelerine hiç
sesini çıkarmaz hatta imzasıyla iç hukuk haline getirirken, Öcalan’ın
idamı ve ana dilde öğretim konularında birden aslan kesilen MHP
itirazlarını da; Adnan Menderesler, Deniz Gezmişler ası-lırken, 12
Martlar, 12 Eylüller olurken, değil Türk generallerini aşağılamak,
etkisiz hale getirmeye çalışmak, sırf solu yok ediyorlar diye keyişe
kadeh kaldıran Batının iki yüzlülüğünü de eklemekte sakınca yoktur.
Demek Batı için 60’lardaki,
70’lerdeki, 80’lerdeki askeri darbelerin, idamların hiç öne-mi yoktur ve
sanki önemli olan sadece Öcalan’ın idamı-dır. Türkiye’nin, o zamanki
adıyla Ortak Pazar’la imzaladığı anlaşmanın ta¬rihi 1963’tür. 1990’lara
kadar Batı tam üyelik koşulu olarak demokrasi, in¬san hakları, idamın
kaldırılması, herkese ana dilinde eğitim hakkı, hele hele Kıbrıs ve Ege
sorunlarından söz etmemiştir. Bu arada değişen tek şey ise Sovyetler
Birliği’nin yıkılmasıdır. Demek Sovyetler yıkılmasa Batı da bu kadar
uygarlaşmayacakmış; AB Türkiye’yi tam üyeliğe belki yine kabul
et¬meyecek, ama hiç değilse başka hiçbir talip için düşünmediği şartlar
bizim için de aklına gelmeyecek, belki yine ekonomik gerekçelerle
oyalamayı sürdürecekmiş. Nitekim Türkiye’nin 1987’deki başvurusu,
1989’da ekono¬mik gerekçelerle reddedildi.
Türkiye sadece Sovyet tehdidi
karşısında et ve kandan oluşturduğu canlı set nedeniyle Batı için önemli
idi; içerdeki sol akımların yok edilmesi, bu yolda gerekirse darbeler
yapılması, insanların idam edilmesi, zindanlarda çürümesi Bati için bu
nedenle gerekli idi; bu nedenle aynı Türk generalle¬rin, aynı sağcı,
gerici, ırkçı siyasetçilerin sırtı sıvazlanıyordu.
Eğer günümüzde uygarlığın ölçüsü
Kopenhag Kriterleri ise, demek Av¬rupa’nın kendisi de 1990’lara kadar
uygar filan değilmiş.
Buna rağmen, Avrupalının kendini
beğenmişliğini, onaylamasak bile an¬lamak mümkündür. Ama ya Türkiye
gibi, asırlardır "Avrupalılık", yahut "Avrupalı sayılma" tutkusuyla,
olmadık zilleti göze alanlara ne demeli? Hem de onlar, İspanyol’u,
İrlandalıyı bile Avrupa, yahut Batı saymazken!..
Dünya tarihine baktığımızda
Avrupalılık iddiasındaki toplumlar olarak Türklerle Rusları görüyoruz.
Rusların Avrupalılık iddiası veya tutkusu bizimkinden daha eskidir ve
çok ilginç bir şekilde aynı argümanlarla yaşanmıştır.
Rusya’nın Avrupa’ya dahil olup
olmadığı beş yüz yıllık bir sorun, Rusya Avrupalı ve Avrupacılar için
bir sara nöbetidir. Batılılar sık sık onu dışlamak için gerekçe aramış,
Ruslarsa kabul edilmek istenip istenmediklerinden hiç bir zaman emin
olmamışlardır. fiu tespit, o dönemde Rusya’daki tartışmaların bizim
bugünkü tartışmalarımıza ne kadar benzediğini göstermektedir:
"Rus entelektüelleri, ... Rusya’nın
Avrupalılık derecesinden emin değil¬dirler. Slavcı Nikolay Danilevski,
1871’de yazdığı «Rusya ve Avrupa» adlı eserinde, Rusya’nın Asya ile
Avrupa’nın ortasında kendi belirgin Slav kül¬türüne sahip olduğunu
savunmuş; Dostoyevski ise, bir konuşmasında, «Av¬rupa ulusları, bizim
için ne kadar değerli olduklarını bilmiyorlar» diye Av¬rupa’ya övgü
düzmüş; sadece küçük bir «doğucu, Asyacı» grubu, ... Rus¬ya’nın
kesinlikle Avrupalı olmadığında ısrar etmiştir." (Davies, 1995: 10)
"Bolşevikler, dışarıda büyük ölçüde,
... ölüm ve yıkım saçan vahşi Asya¬lılar çetesi olarak kabul edilmiş;
içeride ise, genellikle Yahudiler tarafın¬dan yönetilen, Batı parasıyla
desteklenip Alman gizli servisince yönlendiri¬len bir Batı tohumu olarak
suçlanmışlar; güçlü bir resmi görüş çizgisi de Devrimin, «çökmüş» Avrupa
ile bütün bağları kopardığına inanmıştır.
"(...) Bolşevik liderliği açısından
Lenin ve çevresi, Avrupa ile çok yakın¬dan özdeştir. Kendilerini,
Fransız devrimi ... geleneğinin devamı olarak ka¬bul etmişler; o andaki
köklerini Almanya’daki sosyalist harekette görmüş-ler; ... Komintern,
komünist önderlikte bir Avrupa Birleşik Devletleri olası¬lığını
tartışmıştır. Sovyetler Birliği ancak bütün Bolşeviklerin katledildiği
Stalin döneminde Avrupa işlerinden manen uzak kalmış, ... etkili bir
göç¬men Rus aydınları grubu Rusya’nın kültür karışımı içerisinde Asyatik
un¬surlara yeniden değer kazandırmaya çalışmıştır. ... «Avrasyalılar»
olarak bilinenler ise, bir yandan Batı Avrupa’nın üstün niteliklerine
özel bir vurgu yaparken, öte yandan Bolşevizme de kökten karşı
çıkmıştır.
"Buna rağmen, Rusya’nın Avrupalı
nitelikleri hakkındaki kuşkuculuk, Rusya içinde ve dışında devam
etmektedir. (...)" (Davies, 1997: 10, 1213).
***
Son olarak Norman Davies’in Araplar,
Türkler ve Müslümanlık konu¬sundaki görüşlerine de kısaca değinmekte
yarar var.
Davies’in hayranlıkla söz ettiği
Muhammed ve Arapların kuşkusuz bu hayranlığı haklı çıkaracak bir çok
meziyeti vardır. Ama bir Avrupalı için önünde sonunda bir işgalciden
ibarettirler.
Buna karşılık, Bulgaristan’da Jivkov
dönemindeki baskılarla ilgili yoru¬mu hariç, Davies Türklere karşı hayli
mesafelidir. Bizim sadece farklı Türk boyları olarak bildiğimiz
Hazalardan Peçeneklere, Hunlardan Avarlara, Alanlara, Tatarlara kadar
çeşitli gruplar, değişik ve birbirinden bağımsız, ayrı ulusal
birimlerdir Davies’e göre ve bütün bunların dışında "Türkler" diye
apayrı bir ulus daha vardır. Hunlar Avrupa’yı tarumar etmiş, taş taş
üs¬tünde bırakmamış bir barbar güruhudur. Attila’nın atının geçtiği
yerde ot bitmez! Yahudi Hazarlardansa hayli sıcak söz eder.
Asıl önemlisi, Sezar döneminde bir
Roma gölü haline gelen Akde¬niz’in, Roma imparatorluğundan sonra
Müslüman devletlerin Yakın Doğu ve Afrika’da kök tutmaya başlamasıyla
bir daha siyasi olarak hiç birleşemediği, on dokuzuncu yüz yılın Avrupa
güçlerinin Suriye’den Fas’a kadar sömürgeler kurduğu halde Türkiye’deki
en büyük Müslü¬man kaleyi yıkarak genel bir egemenlik kurmalarının
rakiplerince en¬gellendiği şeklindeki son derece açıklayıcı görüşüdür.
Davies, Akdeniz’in Roma’dan sonra bir
daha Avrupa bütünlüğünün merkezi olamamasından "Türkiye’deki en büyük
Müslüman kaleyi" sorum¬lu tutmaktadır. Oysa Araplar sadece Müslüman
değil, Müslümanlığın kuru-cusudurlar. Onlar da Avrupa’yı istila
etmiştir. Türkler Viyana kapılarına da-yanmışsa, Arapların da Paris,
hatta Londra kapılarına dayandığını, hatta Hı-ristiyanlığı Avrupa’ya
hapsederek Avrupa kavramının oluşumuna neden ol¬duğunu ilginç bir tezle,
"Muhammed olmasaydı fiarlman da, Avrupa da ol¬mazdı" diye kendisi
anlatmaktadır. Yani Akdeniz’i Avrupa bütünlüğünün merkezi olmaktan
çıkaran Türkler değil Araplardır. Ayrıca Araplar da Paris kapılarına
herhalde ellerinde buketlerle dayanmamışlardır. Avrupalıların, daha
sonraki sömürgeci politikaları ile bunun acısını fazlasıyla çıkardıkları
da bir gerçektir.
Akdeniz’in bir Avrupa gölü olamayışına
bu kadar hayışanmanın altında yatan emperyalist duygu gizlenir gibi
değildir. “Gerçekten, Müslüman dev¬letler bir kere Yakın Doğu ve
Afrika’da kök tutmaya başladıktan sonra Ak¬deniz, kalıcı siyasi
bölünmelerin mekanı olmuştur" sözleri ise, 11 Eylül sonrasındaki
Amerikan politikalarında ifadesini bulan, Avrupa’da özellikle Roma’nın
varisi İtalya’da etkin biçimde yaygınlaşan haçlı ruhunu
anımsat¬maktadır. Bu ifadeler tarihsel gerçeği yansıtsa bile, satır
aralarında gizli ha¬yışanma duygusu da, bunun o ünlü dinsel hoşgörü,
kültürel çoğulculukla hiç ilgisi olmadığı da açıktır.
Bütün bunlara rağmen Davies’in
Araplara sıcak bakışına karşılık Türk¬lere mesafeli duruşunun sanırız
bir tek açıklaması vardır.
Araplar, bir süre sonra Avrupa’dan
çekilip geldikleri yere dönmüşler ve hiçbir zaman Avrupalılık iddiasında
bulunmamışlardır. Oysa Türkler, coğ¬rafi olarak bir ayakları ile hâlâ
Avrupa’da, hem de onun en stratejik nokta¬sında durdukları gibi, bir de
Avrupa Birliği diye tutturmuşlardır. Viyana ka¬pılarından ancak 240
yılda Edirne’ye kadar uzaklaştırabildikleri Türkler şimdi bir başka
türlü yine kapıyı çalmaktadır. İstanbul’un Müslüman Türk¬ler tarafından
fethi ve hâlâ onların elinde olması da, Kurtuluş Savaşı da hâ¬lâ
hazmedilmiş değildir. Çünkü, özünde tam olarak Batılı yahut Avrupalı
sayılmasa da Bizans ve İstanbul, onlara göre Hıristiyan kalmalıydı.
Ama, Davies’in Müslüman Araplara karşı
hayranlığına bakınca, "acaba Türkler Hıristiyan olsaydılar İstanbul’un
sahibi olmaları hoş görülür müy¬dü" sorusuna olumlu bir karşılık vermek
de mümkün görünmemektedir. Çünkü satır aralarında, sanki Arapların
tercih edileceği izlenimi vardır.
Özetle, Avrupa’nın uygarlığın
yaratıcısı ve sahibi olduğu iddiası mate¬matiksel olarak olanaksız,
gerçek dışı, bencil, haksızdır. Sadece teknoloji olarak alsak bile,
uygarlık tüm insanlığın malıdır. Hindistan’ın, Çin’in, Ja¬ponya’nın,
Afrika halklarının, Azteklerin, Mayaların, İnkaların, Asurların,
Sümerlerin, Babillilerin, Hammurabi’nin, Kızılderililerin, İbni
Sinaların, barutu icat eden Çinlinin, Gemici Fenikelilerin, hatta ateşi,
tekerleği keşfe¬den ilkel insancıkların da uygarlığa, insanlığa büyük
katkıları vardır.
Avrupa’nınsa, kendi Hıristiyanlığına
da, Arap ve Türk İslamiyet’ine de, genel olarak İslamiyet’e de, hatta
Yahudiliğe de belli bir bakış açısı vardır. Bu bakışın hiç de dostça,
demokratça, evrensel insan haklarına uygun oldu¬ğu söylenemez.
Katar, Umman, Birleşik Arap
Emirlikleri, Kuveyt demokrat ülkeler mi¬dir? Pakistan’da hem bir askeri
yönetim hem de nükleer güç yok mu? Dün de, bugün de monarşik ve
demokrasi ile ilgisi olmayan bir krallık olan Su¬udi Arabistan niye
bugün kara listede? Güney Kore’de de, kuzey Kore’de de Avrupa tarzı
demokrasi yok; ama Amerika neden Güneye hayran da Ku¬zeyden nefret
ediyor? Saddam Halepçe’de hardal gazı ile 5 bin Kürt’ü öl¬dürdüğü zaman
demokrat mıydı da Batının çıtı çıkmadı? Amerika’nın has adamı fiah
döneminde İran demokrat mıydı? fiah demokrat olmadığı için, Humeyni
demokrasi sözü verdiği için mi Batı başlangıçta Humeyni’yi des¬tekledi?
Amerika bunun için mi fiah’tan desteğini çekip devrilmesine göz yumdu,
hatta zemin hazırladı?
Avrupa, kendisi dışındakilerin söz
konusu değerlere sahip olmasını iste¬yecek kadar aptal değildir. Ama
ister görünecek kadar da kötü niyetle kur¬nazdır. Çünkü Batı, Irak
benzeri ülkelerde gerçekten uygar yönetimler de¬ğil, kendi çıkarlarına
hayır demeyecek yönetimler ister.
Demokrasi, insan hakları, dinsel hoş
görü, vb. evrensel, Avrupa’nın te¬kelinde olmayan değerlerdir. Onlar da
bu noktaya kolayca, bedel ödemeden ulaşmamıştır. Bu değerleri önemseyen
toplumların da, bedelini ödeyerek, kendi iç dinamikleriyle
geliştirmekten başka çaresi yoktur. Çünkü kimse kimseyi, halk deyimi ile
babasının hayrına uygarlaştırmaz, dökme suyla kuyu dolmaz, elden gelenle
karın doymaz, o da vaktinde gelmez...
Batının bile ilk tökezlemede (11 Eylül)
babası belirsiz çocuk gibi cami avlusuna bırakmakta tereddüt etmediği bu
değerlere, yine onların itip kak-masıyla, AB’ne üye oluvererek, on beş
günde on beş yasa çıkarıvererek sa¬hip olunmaz.
Bizi aralarında görmeyi asla
istemedikleri açık!.. Ama bizim bir takım üstün değerlere kendi
çabamızla sahip olmamızı da engelleyemezler.
Kaynaklar
Ali Tartanoglu, Batı Gerçekleri:
Batı Analizi: Antik Yunanistan'dan, Modern Batı'ya: Batının Uygarlığı,
Bizim Avrupalılığımız
DAVIES, Norman, Europe, A History,
Oxford Ünv. Yay., Londra, 1995.
SCHUMPETER, A. Joseph, Kapitalizm,
Sosyalizm ve Demokrasi, 2 cilt, çev: AKO⁄LU Tunay, TINAZ Rasin, Varlık
Yayınevi, Nisan 1974Ağustos 1977. (Schumpeter, A. Joseph, Capitalism,
Socialism and Democracy, Üçüncü Baskı, Harper Torchbooks, New York
1950.)
Mülkiye • Cilt:
XXVI • Sayı: 237
|