|
Medeniyetlerin Doğuşu Üzerine Bir İnceleme
Târihçiler çalışmalarında en yüksek verimi sağlayabilmek için
üzerinde çalıştıkları konuların belirli dönemler içinde ele
alınmasından yana. Bu dönemler târihe ilişkin yapılagelen
tasniflerdir. Târihçilerin kullanageldiği tasnifler arasında en
yaygın olanı da kuşkusuz Cellarius’ün tasnifi. Cellarius yazının
bulunmasından önceki döneme prehistorik çağ, sonraki döneme de
târihî çağlar der. Prehistorik çağı kendi içinde iki döneme ayırır,
bunlar: taş devri ve mâden devri. Taş devrini de kendi içinde üç
döneme ayırır, bunlar: paleolitik çağ, mezolitik çağ ve neolitik çağ.
Mâden devrini de yine kendi içinde üç döneme ayırır, bunlar: bakır
devri, tunç devri ve demir devri. Cellarius târihî çağları ise kendi
içinde dört döneme ayırır, bunlar: eski çağ, orta çağ, yeni çağ ve
yakın çağ. Ben de bu tasnife sâdık kalarak burada medeniyetlerin
doğuşunu inceleyeceğim. Bunu yaparken de paleolitik çağdan
başlayacağım:
*
Paleolitik çağ yaklaşık olarak M.Ö. 2.500.000-10.000’ler arasında
kalan dönemdir. Bu çağda tüm dünyâ üzerinde çok soğuk bir iklim
hâkimdi. Bu çağda insanoğlu mağaralara sığınmak zorunda kalmış ve
erken dönemlerde toplayıcılık, geç dönemlerde de avcılık yaparak
beslenmişti. Bunları yaparken kullandığı en temel araç da bir tür el
baltasıydı. İnsanoğlu zaman içinde bir tür delici ve kazıyıcı
geliştirmeyi başardı, sonra bıçak ve kama yapmayı öğrendi ve daha
sonra da bunlar aracılığıyla boynuzdan ve kemikten âletler yapmayı
başardı.
Anadolu’da paleolitik çağa âit bilinen en önemli yerleşim bölgeleri
Karain ve Beldibi mağaralarıdır. Karain mağarasında yapılan
kazılarda bir tür el baltası ve çok sayıda taş âlet bulundu. Bunlar
arasında en önemlileri: kazıcılar, deliciler, kamalar ve mızrak
uçları. Bu âletlerin boynuzdan ve kemikten yapılan âletlere şekil
vermek için kullanıldığı sanılıyor. Bu boynuzlar ve kemikler de
boğalara ve aslanlara âit. Karainliler zaman içinde bu âletlerle
bâzı bitkileri toplamayı ve bunları pişirmeyi de öğrenmiş; zeminde
bulunan kül kalıntıları buna yoruluyor. Hem üstelik ateşin henüz
paleolitik çağda Anadolu’da kullanıldığı anlaşılıyor.
Beldibi mağarasının duvarlarında da çok sayıda hayvan ve insan resmi
ile duvar kabartmasına rastlandı. Bu resim ve kabartmaların en
önemli özellikleri: figürler oldukça kaba hatlarla resmedilmiş, daha
çok boğa figürleri kullanılmış, parlak renkler tercih edilmiş ve
yatay bir hareketliliğe yer verilmiş. Bu resim ve kabartmalarda
sıklıkla karşılaşılan boğaya mızrak atan ve elindeki baltayla
üzerine koşan erkek figürleri de bu dönem insanlarının yaşamlarında
avlanan erkeğin ve avlanmanın yeri ve öneminin büyük olduğuna
yoruluyor.
Her iki mağarada da zemîne doğru yapılan kazılarda çok sayıda hayvan
ve insan heykelciklerine rastlandı, bunların büyük bir bölümü de
taştan ve kilden. İnsan heykelciklerinden kadınlara âit olanların
kalça ve göğüs kısımları abartılı bir büyüklükte şekillendirilmiş.
İmdi kadınların doğurganlık özelliğinin mağara insanları tarafından
büyük bir hayranlık ve saygıyla karşılandığı sonucuna varabiliriz.
Hayvan heykelcikleri arasında da boğa heykelcikleri baş sırada. İmdi
mağara insanlarının boğaya atfettiği bu yüksek kutsiyetin kaynağında
da boğanın üreme sırasında erkeğe kendi gücünden birşeyler katacağı
inancı var.
*
Mezolitik çağ Pleyistosen buzullarının yavaş erimesi nedeniyle
farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde yaşandı. Bu erimeyle
birlikte hava sıcaklıkları yükseldi ve zamanla insanoğlu
mağaralardan çıkıp toprak zemîne yerleşmek istedi. Böylelikle yeni
yerleşim bölgeleri; en çok da su kaynaklarına yakın yerler aradılar
ve göçebe bir yaşam sürdürdüler. İstedikleri özelliklere sâhip
yerler bulduklarında da yerleşik hayâta geçtiler. İmdi paleolitik
çağda kazandıkları birlikte yaşama ve doğa olaylarına karşı birlikte
mücâdele etme duygusu mezolitik çağda yerleşik hayâta geçişi
kolaylaştırdı.
*
Neolitik çağ Anadolu’da yaklaşık olarak M.Ö. 8000-5500’ler arasında
yaşandı. Günümüzde Anadolu’da hâkim olan iklim özellikleri de bu
çağda oluşmuştu. Toprağın işlenmesine ve kerpiçten evler yapılmasına
da bu özellikler imkân vermişti. Tarımdaki başarılar zamanla
hayvancılığa da yansımış; böylelikle dokumacılık da başlamış ve
gelişmişti.
Doğa olaylarına karşı korunabilen, geliştirdikleri âlet ve avlanma
teknikleriyle et tüketimini arttıran ve bu yolla zihinsel gelişimini
hızlandıran insanoğlu zaman içinde ürettiği ürünlere estetik bir
değer verme çabası içine girdi. Paleolitik çağda üretilen ürünlerin
salt kullanım değeri varken ve bunlara herhangi bir değişim değeri
de kazandırılmaya çalışılmıyorken, neolitik çağda insanoğlu bu
ürünlere estetik bir değer verme çabası içine girdi; böylelikle
onlara değişim değeri de kazandırdı. Bu değişim ilk önce sazdan
yapılan sepetlerde ortaya çıktı ve zamanla günlük hayat içinde yer
alan hemen her ürüne yansıdı. Hem üstelik zamanla herhangi bir
kullanım değerine sâhip olmayan; salt estetik bir değer taşıyan
ürünlerin ortaya çıkması da bu çağa târihlenir.
Neolitik çağda ilk yerleşim bölgelerinden bir kısmı göller üzerine
dikilen kazıkların üstüne kuruldu. Bu bölgelerde insanlar
geçimlerini kemikten hazırladıkları oltalarla balıkçılık yaparak
sürdürüyordu. Bu çağın Anadolu’daki en önemli yerleşim bölgeleri ise
Konya yakınlarındaki Çatalhöyük ve Diyarbakır yakınlarındaki
Çayönü’dür. Çatalhöyük’te yapılan kazılar burada yerleşik hayâta
geçenlerin daha çok dikdörtgen biçiminde ve kapılarının tavanda
olduğu iki odalı evler yaptığını ve bunların birbirlerine bitişik
bir şekilde inşâ edildiğini gösteriyor. İmdi bu da bölgede çok
sayıda yırtıcı hayvan olmasına ve bunlardan bu şekilde korunmak
istenmesine yoruluyor. Çatalhöyük insanı evlerine sedirden oturma
yerleri yapmış ve ölülerinin kemiklerini de bu sedirlerin altına
gömmüş. Ölülerin bedenlerini ilk önce güneşte kurutmuşlar, sonra
yırtıcı hayvanlara yedirtmişler, sonra da kemiklerini bu sedirlerin
altına gömmüşler. Yanlarına da birtakım eşyâlar koymuşlar; ölen kişi
erkekse silâh, kadınsa takılar koymuşlar. İmdi bu da Anadolu’da
henüz neolitik çağda ölümden sonra yaşam inancının olduğuna ve
birtakım dînî törenlerin yapıldığına yoruluyor. Hem üstelik bu
kazılarda tapınak olduğu sanılan çok sayıda mekâna da rastlandı,
ayrıca evlerin pek çok köşesinde de dînî bir anlam taşıdığı
düşünülen resimler ve duvar kabartmaları bulundu ki bunlar da
Çatalhöyük insanının güçlü dînî duyguları olduğuna yoruluyor. Öte
yandan bu resim ve kabartmalar da büyük oranda boğalara âit; imdi
paleolitik çağda boğalara atfedilen kutsiyet bu çağda da sürmüş.
Bu kazılarda bulunan kemiklerin yanında aynı zamanda da ölen kişinin
cinsiyetinden bağımsız olarak çok sayıda tanrıça heykelciğine
rastlandı. Bu heykelciklerin en önemli özelliği ise tanrıçaların
yırtıcı hayvanlara da hükmettiği yollu tasvirler içermesi. İmdi bu
da Çatalhöyük insanının kadınların doğurganlık özelliğinin onlara
güç kazandırdığına, bu gücün de hâkimiyet demek olduğuna ve bu
hâkimiyetin yırtıcı hayvanlar üzerinde bile geçerli olduğuna
inandığına yoruluyor. Bana sorarsanız Çatalhöyük insanı asıl gücü
parçalamada değil; birleştirmede buldu ve bu inanç da yaşamı
sürdürmek için gerekli âletlerin yapımı sırasında doğdu ve gelişti,
zamanla da üremedeki fonksiyonu bakımından kadını da kapsamaya
başladı ve bu heykelciklerde simgeleşti.
Çayönü’nde ise evler daha çok taştan yapılmış ve birbirlerinden
oldukça uzak bir şekilde inşâ edilmiş. Fakat evlerin plânları da
yine dikdörtgen biçiminde. Öte yandan bu evlerde çok sayıda oda var
ve bunların önemli bir kısmının depo olarak kullanıldığı sanılıyor.
Nitekim bu bölgede yaz mevsimleri oldukça kurak geçiyor, bu da
Çayönü insanının böyle bir yol seçtiğine yoruluyor. Çayönü
kazılarında da yine çok sayıda hayvan ve insan heykelciklerine
rastlandı. Ayrıca bu buluntular arasında çok sayıda mâdenî eşyâ ve
bunların yapımında kullanılan araç ve gereçlere de rastlandı. İmdi
bu da Anadolu’da neolitik çağda metalürji çalışmalarının yapıldığına
yoruluyor.
*
Bakır devri bakırın işlenmeye başlandığı devirdir. Bakırın ilk defâ
M.Ö. 10.000’lerde Ortadoğu’da işlenmeye başlandığı sanılmakta. Ancak
bakır devrinin de farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde
yaşandığını görüyoruz. Bakırın işlenmesiyle av silâhlarının
yapımında büyük değişimler ortaya çıktı, toprak işlerinde
kullanılmak üzere de göreli olarak daha sağlam araçlar geliştirildi.
Ne var ki bakırın da dayanıksız yapısı içine başka bir metâli (kalay)
katarak daha sağlam bir alaşıma ulaşmaya sürükledi; böylelikle tunç
devri başlamış oldu:
*
Tunç devrinde yaşanan en önemli gelişme de oldukça dayanıklı
araçların ve av silâhlarının yapımı oldu. Britanya’da üretilen kalay
ile Akdeniz’de üretilen bakır buralarda yaşayan yerli halklarla
alışverişe geçen göçebe kavimler aracılığıyla değiş tokuş edildi ve
tunç üretimine geçildi. Kılıçların üretilmesine ve kalkan ile zırh
yapımına da bu dönemde geçildi. Mâdencilik çalışmaları ilerledikçe
de demir bulundu ve demirin işlenmesine başlandı; böylelikle demir
devrine gelindi:
*
Demiri ilk işleyenlerin Orta Asya’da yaşayan Eski Türkler olduğu
hakkında yaygın bir kabûl var. Ancak kimi araştırıcılar erken
dönemlerde dünyâya düşen meteorların bıraktığı demirin henüz daha
paleolitik çağda birtakım süs eşyâları yapmak için işlenmekte
olduğunu iddiâ ediyor. Ne var ki erken dönemlerde demiri işlemek
için geliştirilen bir fırın yoktu ve bu fırınlar ancak bakır
devrinden sonra kurulmaya başlandı, demir devrine gelindiğinde ise
işlenen demir artık tüm yaşamı doğrudan etkilemeye başladı.
Demir ilk önce silâh yapımında, daha sonra da günlük hayâtı
sürdürmeye yarayan araçların yapımında kullanıldı. Eski Türkler göç
ettikçe yerli halklara demiri ve onu işlemeyi öğretti, zamanla da
demir savaşlarda üstünlük elde etmenin temel unsurlarından biri
hâline geldi. Hititler de Eski Türklerden öğrendikleri bilgiler
doğrultusunda silâh yapımında kendilerine özgü teknikler
geliştirdiler ve çok daha sağlam silâhlar yapmaya başladılar, bu
yolla iki yüzyıl boyunca bir süpergüç olmayı da başardılar.
Demirin tunçtan daha dayanıklı bir metâl olması tarımcılıkta
kullanılan araçların bu kez de demirden yapılmasını ve bu yolla
örneğin daha sağlam sapanlarla ekilen topraklardan daha bol ürün
alınmasını sağladı, bu da yerleşik kavimlerin tahıl gereksinmelerini
fazlasıyla karşılamalarını ve geri kalan kısmıyla da göçebelerle
daha sıkı ticâret ilişkileri kurmalarını sağladı. Zaman içinde de
göçebe kavimler ile yerleşik kavimler arasındaki bu ilişkiler
kültürel bir boyut kazandı.
*
Eski çağda ise yerleşik kavimler ortak kültürel bağların da
yardımıyla artık kent-devletleri kurmuşlardı. Doğudaki
kent-devletlerinde en önemli yapı tapınaklardı ve diğer yerleşim
birimleri de tapınakları merkeze alacak bir biçimde inşâ edildi.
Tapınaklar toplumsal yaşamda da merkezî bir konumda bulunuyor;
buralarda dînî törenler düzenleniyor, eğitim-öğretim işleri
sürdürülüyor, siyâsî sorunlar tartışılıyor vb. işler yapılıyordu.
Tapınaklar aynı zamanda da birer ticâret merkeziydi.
Tapınakların bu özellikleri tapınak işleriyle uğraşan
râhiplerin ekonomik ve siyâsî nüfuzlarını arttırdı. Bu artış zamanla
o kadar hat safhâya ulaştı ki kimi kavimlerde krallar kendilerini
baş râhip olarak ilân ettirmeye başladı. Böylelikle râhiplerin
ekonomik ve siyâsî nüfuzları kralların elinde toplanmaya başladı.
Kimi kavimlerde bunu kabûllenemeyen râhipler ise düşmanlarıyla
işbirliği yaparak krallarını devirme yoluna bile gitti.
Eski çağda peygamberler en çok Ortadoğu’ya gönderildi. Zaman içinde
bölgede dînî inanç sistemleri gelişti ve çeşitlendi ve farklı
coğrafyalara yayıldı. Peygamberler halkın yerleşik inançlarını
yıkmaya ve yerine yenisini getirmeye çalıştı. Ezilen ve büyük
baskılar gören halkları özgürleştirmek için mücâdele verdiler ve
hakkâniyet esâsına dayalı bir toplumsal yapıyı
kurumsallaştırmalarını öğütlediler. Bu da kralların mutlak
hâkimiyetlerinin sınırlandırılması anlamına geliyordu ve zaman
içinde medeniyetlerin gelişmesini (burada gelişme: medeniyet
unsurlarının belirli bir bütünsellik içinde giderek daha karmaşık
bir hâl almasıdır) sağlayacak özgürlük ve hoşgörü ortamı da bu
şekilde tesis edildi. Ortadoğu’da medeniyetlerin gelişimi zamanla en
yüksek seviyeye ulaştı ve medeniyetler en çok da ticâret yoluyla
birbirleri arasında hem fizîkî hem de kültürel alışverişler yaptı.
Ancak Ortadoğu dinlerinden Hıristiyanlık, Batıda Romalılar
tarafından resmî din hâline getirildiğinde bu en çok her çeşit
devlet ve Kilise baskısının meşru gösterilmesinde kullanıldı ve bu
özgürlük ve hoşgörü ortamı da ağır yaralar aldı.
Orta çağda ise Roma İmparatorluğunun M.Ö. 100’lerde ve sonrasında
büyük bir yozlaşma ve bozunmaya girmesi sonucu İmparatorluğun
cumhuriyet dönemindeki parıltılı günleri kayboluyordu. İlk önceleri
Hıristiyanlığı Roma kânunlarına aykırıdır diye yasaklayan
hükümdarlar Galerius ve en çok da I. Konstantin’den sonra sırtlarını
Hıristiyanlığa dayamaya başladılar. I. Konstantin İmparatorluğun
başkentini Roma’dan Bizans’a taşırken Doğuda büyük bir çoğunluk
hâline gelen ve siyâsî nüfuzlarını arttıran Hıristiyanlara şirin
görünmeye çalışıyordu. Başkentin Bizans’a taşınması Papa’nın siyâsî
nüfûzunda herhangi bir azalma meydana getirmedi; hem Romalıların
gözünde hem de diğer kavimlerin gözünde papalık kurumu hep
ayrıcalıklı bir konumda bulundu. Daha sonraları İmparator Jüstinyen
ise hem Papa hem de Caesar olma istemiyle hareket etti ve kendisine
karşı çıkanları da ağır cezâlara çarptırdı.
O dönemlerde Îsâ’nın bir insan mı yoksa tanrı mı olduğu tartışmaları
yapılıyor ve Hıristiyanlar arasında birtakım kutuplaşmalar ortaya
çıkıyordu. Bizans’ta toplanan Beşinci Konsül bir dizi karar aldı ve
karar metnini onaylaması için Roma’da bulunan Kiliseye yolladı.
Kilise ise bu metni onaylamayınca Hıristiyanlar, Katolikler ve
Ortodokslar olmak üzere ikiye bölündü ve mezhep kavgaları başladı.
Bu kavgalar yaklaşık olarak üç yüz yıl kadar Doğu Roma’nın başına
belâ oldu. Daha sonraları Türkler’in Doğu Roma’nın kapılarına
dayanması Papa’dan yardım istemelerine yol açtı ve Doğu Romalılar,
Papa ile Katolik Kilisesinin siyâsî egemenliğini olumlamış oldular.
Papa ivedilikle haçlı seferlerini başlattı ve bu egemenliği
arttırmak istedi; ancak Türkler karşısında önemli bir başarı
kazanamayınca bu egemenliği zedeledi. Zamanla da Avrupa’da krallar
üzerindeki siyâsî nüfûzunu yitirdi.
Batı Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu iç işleriyle ve
Türklerle uğraşırken Avrupa’da yeni bir ekonomik ve siyâsî yapılanma
ortaya çıkmıştı: feodalizm. Avrupa coğrafyasına tarım devrimi geç
geldi. Bu coğrafya oldukça büyük bataklıkların kapladığı bir
coğrafyaydı ve Avrupalılar bunları kurutup tarıma elverişli bir alan
hâline nasıl getireceklerini henüz bulabilmiş değildi. Ne var ki
sabanın îcâdı ve Doğulu tüccarlardan öğrendikleri yöntemler
sâyesinde tarıma ve sonrasında da hayvancılığa geçebildiler. Kısa
zamanda Avrupa’da tarım ve hayvancılık gelişti ve artı-ürün ortaya
çıktı. Bu ürünlerle ticâreti geliştirdiler. Ancak tüccarlar ticâret
yolları üzerinde istilâcı-göçebe kavimlerin saldırısına uğramaktan
endişe ediyordu. Hâl böyle olunca Avrupa’da güvenliği sağlamak için
yeni yapılar arandı ve böylelikle şövalyelik kurumu doğdu. Bu
şövalyeler kullandıkları silâhlar sâyesinde Avrupa’da kısa zaman
içinde güvenliği sağlayan güçler hâline geldiler. İmdi merkezî
idâresi zayıf olan devletlerde ordunun karşılayamadığı güvenlik
gereksinmelerini bu şövalyeler karşıladı. Şövalyelerin görevleri de
sınırları belirli bir toprak parçası üzerinde geçerliydi ve bu
sınırları feodal beyler belirliyor, bu sınırlar içinde yaşayanların
tüm sorumluluğunu da onlar üstleniyordu.
*
Bu noktada medeniyetlerin doğuşunda önemli bir rol üstlenen
bâzı keşif ve îcâtları biraz daha yakından inceleyelim, ilk olarak
da ateşin keşfinden başlayalım: ateşin keşfi hakkında farklı
kaynaklarda farklı açıklamalara rastlarız. Söz gelişi Yunan
mitolojisi ateşin Olimpos’tan çalındığını ve insanlara hediye
edildiği anlatır:
Tanrıların tanrısı Zeus, Promethe’yi ateş tanrısı olarak
görevlendirir. Dünyâ üzerinde insanlar mağaraların içinde
kapkaranlık ve çok ilkel bir yaşam sürdürmekte, hayvan etini
pişiremedikleri için kanlı kanlı yemekte ve daha çok meyvalarla
beslenmektedir. Bu insanlar yırtıcı hayvanlara karşı da oldukça
korunmasızdır. İşte Promethe onların bu hâline acıyarak bir insan
yaratmaya ve onun aracılığıyla insanlara ateşi hediye etmeye karar
verir. Bunun için önce çamurdan bir insan yapar, sonra ateş
aracılığıyla onu canlandırır ve adını da Epimithes koyar ve onu
dünyâya yollar. Epimithes’in yanında Promethe’nin Hephaestos
ocaklarından çaldığı ateşten bir parça kıvılcım vardır. Bu kıvılcım
bir değnek içinde korunuyordur. Sonunda bu, insanlara hediye edilir.
İnsanoğlu bu hediye sâyesinde kendi zayıflıklarını aşmayı başarır.
Ne var ki Zeus kendisinden habersiz bir biçimde Promethe’nin bir
insan yaratmasına ve ateş aracılığıyla ona can verip dünyâya
yollayarak insanlığın daha iyi bir yaşam sürdürmesini sağlamasına
öfkelenir ve Promethe’yi cezâlandırır; onu Kafkas dağlarına sürgüne
gönderir. Buraya demir çivilerle çivilenen Promethe’ye yardım
edebilecek hiç kimse de yoktur. Kızgın güneş altında Promethe
kavrulur ve büyük işkenceler çeker. Zeus oldukça iri bir kartala da
Promethe’nin karaciğerini kemirmesini ve ona daha büyük işkenceler
çektirmesini emreder. Promethe’nin karaciğeri gündüzleri bu kartal
tarafından kemirilirken geceleri de eski büyüklüğüne ulaşır;
böylelikle çektiği işkencenin devâmı sağlanır. Bin sene kadar bu
işkence devâm eder ve sonunda Zeus, Promethe’yi affederek Olimpos’a
dönmesine izin verir.
Öte yandan Epimithes ve tüm insanlık da Zeus’un öfkesinden payını
alır: Zeus oğlu İfestos’a bir kadın yapmasını buyurur ve Athene’ye
de bu kadını güzelliklerle donatmasını emreder. Kadının adını da
Pandora koyar ve bir çeyiz sandığıyla birlikte onu dünyâya yollar.
Bu sandığın içinde her türlü kötülük mevcuttur ve bu kötülükler
aracılığıyla Zeus, Epimithes’i ve tüm insanlığı ebedîyen
cezâlandırmak ister. Epimithes karşısında Pandora’yı görür görmez
ondan etkilenir ve birlikte olmak ister. Yanında getirdiği çeyiz
sandığını açar açmaz da tüm kötülükler dünyâya salınıverir. Ne var
ki Zeus bu kutunun içine bir de küçük bir parça umut koymuş ve bu
umut sandığın içinden çıkmamış. Böylelikle çeyiz olarak sâdece umut
kalmış. Epimithes ve onun çocukları ile tüm insanlık târih boyunca
Zeus’tan gelen tüm kötülüklere işte bu bir parça umutla tahammül
etmekteymiş. Ancak insanlık zaman içinde bu kötülüklere tahammül
etmenin verdiği bir tür üstünlük duygusuyla Zeus’a karşı bir
küstahlık girişiminde bulununca Zeus da onları tufânın dalgalarında
boğarak öldürmüş.
Yunan mitolojisinde ateş hakkında karşımıza çıkan bu anlatının
izlerine Yunan filozoflarında da rastlarız. Bu izler de Yunan
mitolojisinin Uzakdoğu mistisizmine veya Zerdüşt dînine uydurulmaya
çalışıldığını düşündürüyor. Söz gelişi Herakleitos’un ve
Empodokles’in kozmogonyalarında veya Platon ile Aristoteles
öğretilerinde karşımıza çıkan ateşle ilgili anlatılarda bunu açık
bir biçimde görebiliriz.
Ateşin kökenine ilişkin anlatılara tek tanrılı dinlerde de
rastlarız: örneğin Tevrat’ta şöyle bir açıklama var: Rab günlerden
bir gün yerin toprağından Âdem’i yaratır ve ona kendi nefesinden
üfler. Rab onu Aden bahçesine yerleştirir. Bu bahçede tadı ve
görünüşü güzel birçok meyva ağacı vardır. Bahçenin ortasında da
bilgi ağacı. Bu ağacın meyvalarından yiyenler iyilik ile kötülüğü
bilen; böylelikle gözleri açılan kimseler olup çıkarmış. Rap, Âdem’e
her ağacın meyvasından yiyebileceğini; fakat bu ağacın meyvasından
yememesi gerektiğini, yiyecek olursa ölüm cezâsıyla
cezâlandırılacağını söylemiş.
Âdem’in yalnız yaşamasını iyi bulmayan Rab ona yardımcı olsun diye
Havvâ’yı yaratmış. Havvâ da günlerden bir gün bir yılanın
söylediklerine kanarak ve Âdem’i de kışkırtarak birlikte bilgi
ağacının meyvasından yemişler. Bunun üzerine birden bire gözleri
açılmış ve çıplak olduklarını anlamışlar. Birbirlerinden utanarak
incir yapraklarıyla örtünmeye başlamışlar. Rab, Âdem’e seslendiğinde
Âdem utancından gizlenmiş. Bunun üzerine Rab, Âdem’in bilgi ağacının
meyvasından yediğini anlamış ve Âdem kendisini Havvâ’nın
kışkırttığını söylediğinde Rab ona yaptığının hesâbını sormuş, Havvâ
da yılanın oyununa geldiğini söylemiş. Bunun üzerinde Rab yılanı ve
tüm nesillerini karnı üzerinde sürünmekle ve toprak yemekle
cezâlandırmış. Havvâ’yı ve tüm nesillerini de çocuk doğururken çok
büyük bir sancı çekmelerini sağlayarak cezâlandırmış. Âdem’e de
toprağı lânetlediği için topraktan yeme cezâsı vermiş. Rab, Âdem’in
bir de hayat ağacının meyvasından yiyerek ölümsüz olmasına fırsat
vermemek için onu Aden bahçesinden kovmuş. Hayat ağacına giden yolu
korumak için de Aden bahçesinin girişini alevlerle koruma altına
almış. Daha sonra Havvâ’yı da Âdem’in yanına yollamış. Böylelikle
Âdem ile Havvâ’nın sürgün hayâtı başlamış. Âdem ile Havvâ
yiyeceklerini pişiremeden yiyor ve geceleri de yırtıcı hayvanların
saldırılarından çok korkuyormuş. Bunun üzerine Rab onlara acıyarak
ateşi göndermiş. (Tekvin 2-3)
Görüldüğü gibi ateşin keşfi hakkında Yunan mitolojisi ve ilk tek
tanrılı din olan Musevîlik bu açıklamaları yapmakta. Öte yandan bâzı
antropologlara ve araştırıcılara bakılırsa ateş ilk defâ Kenya’da tâ
M.Ö. 1.500.000’lerde kullanıldı. Ancak bu iddiâyı destekleyebilecek
yeterli bir bulgu da ortaya koyamadılar. Ne var ki ateşin ilk defâ
M.Ö. 500.000’lerde Pekin insanı tarafından kullanıldığını gösteren
birçok bulgu mevcut. Pekin insanının kullandığı ateşin kaynağının da
bu bölgeye düşen bir yıldırımın yol açtığı bir yangın olduğu
sanılmakta. Yaygın kabûl şudur ki bu yangın sonucu oluşan ateş odun
parçalarıyla taşınarak mağaralara getirildi ve Pekin insanı henüz
yapay yollarla kıvılcım elde edip ondan da ateş yakmayı bilmediği
için bu ateşi mağaralarda sürekli canlı tutmaya çalıştı. İmdi bu
mağaralarda bulunan metrelerce uzunlukta ve genişlikteki kül
kalıntıları buna yoruluyor.
M.Ö. 7000’lere gelindiğinde ise insanoğlu kuru dalları birbirine
sürterek, bir dal parçasını kuru bir odun parçası üzerinde
döndürerek; yâni ateş delgileri kullanarak, demir piritleri taşlara
veya çakmaktaşına sürterek, ateş pistonu kullanarak, önce sarmaşık
dallarını ağaç dallarına sürterek kıvılcım oluşturmayı sonra da bu
kıvılcımların üzerine yanıcı maddeler dökerek ateş yakmayı başardı.
Bunlar doğal yollarla sağlanan ateşin sürekli canlı tutulması
zorunluluğunu da ortadan kaldırıyor, artık ateşi elde etmek
kolaylaşıyordu. Böylelikle insanoğlu ateşi sürekli canlı tutmak için
harcadığı enerjiyi ateşten başka hangi alanlarda
yararlanılabileceğini araştırmada harcadı: erken dönemlerde yemek
pişirmek, et ve balıkları dumana tutarak bozulmadan saklamayı
başarmak, mağaraları aydınlatmak ve yırtıcı hayvanlardan korunmak
için kullanılan ateş daha sonraları savaşlarda düşmanı geri
püskürtmek, botanik ormanlarda gereksiz çalı çırpıyı yok ederek
buraları tarıma elverişli bir alan hâline getirmek ve en çok da
zaman içinde gelişen dînî törenlerde kullanılmaya başlandı:
Bu dönemlerde insanlar artık salt doğa karşısında değil; aynı
zamanda da birbirleriyle savaşa başlamıştı ve savaşlarda ateş
düşmanı istenilen yöne doğru püskürtmede vazgeçilemez bir unsur
hâline gelmişti. Savaşlar aynı zamanda da kavimlerin kendi
aralarındaki bağları güçlendirici bir unsur oluyor, bu yolla da
birlikte yaşam kutsanıyordu. Yerleşik hayâta geçen kavimler tarım
faaliyetleri için elverişli topraklar ararken de botanik ormanlarda
çalı çırpıları yakarak sonra da onların küllerini bir tür gübre
olarak kullandı. Böylelikle yiyecek çeşitlerini arttırdılar ve
giderek daha kuvvetli bir beden yapısına sâhip oldular. Değişen bu
beden yapısı kimi kavimlerde diğer kavimlerden daha güçlü oldukları
hissini yarattı ve onlara rahatlıkla saldırabilecekleri inancını
doğurdu. Böylelikle diğer kavimlerin ellerindeki yiyecekler,
mâdenler ve av silâhları alınabilecek, bu yolla kendi insanlarının
daha iyi bir yaşam sürdürmesi sağlanabilecekti. İmdi neolitik çağda
kavimler arasındaki savaşlar giderek çoğaldı ve gelecek endişesi hem
nitelik hem de nicelik bakımından arttı. Bu endişe erken dönemlerde
salt ateşin korunması ve yârına aktarılabilmesine ilişkindi,
neolitik çağda ise işler değişti ve gelecek endişesi aynı zamanda da
birtakım dînî inançların doğmasını ve gelişmesini ve günlük hayat
içinde daha fazla yer işgâl etmesini sağladı.
İnsanoğlunun gelecek endişesi birtakım kimselerin geleceği
belirleyebilecek tanrısal bir güce sâhip olduğunu düşündürtmeye
başladı. Bu kimselerin tanrılarla özel bir iletişim kurduğuna
inanılıyor ve onların yönetiminde düzenlenecek olan âyinlerde
tanrılara yapılacak yakarışlar sâyesinde geleceğin güven altına
alınacağı sanılıyordu. İmdi bu kimseler de tanrılarla ateş
aracılığıyla iletişim kurmaya çalıştı; çünkü ateş ancak tanrısal bir
kökene sâhip olmalıydı. Böylelikle ateşe artık mistik bir anlam
yüklenmeye başlandı. Örneğin Doğuda başta Zerdüştler olmak üzere
birçok kavim zaman içinde geliştirdikleri dînî törenlerde ateşe çok
büyük bir yer verdi. Zerdüştler ateşin tanrısal bir kökeni olduğuna
inanıyor; onu tanrıların bir hediyesi olarak görüyordu. Ateşin
tanrısal bir kökeni olduğu inancı Zerdüştlerde ateşe çok büyük bir
hürmet gösterme zorunluluğu doğurdu ve Zerdüşt râhiplerin de
etkisiyle ateş daha sonraları bir tanrı hâline getirildi. Artık
nerede olursa olsun ateş suyla söndürülmemeye ve yakınlarındaki
yerlerde küfürlü sözler sarf edilmemeye başlandı; ateş tanrısı
tarafından cezâlandırılmaktan sakındılar.
Ateş tanrısı inancının Sibiryalı kavimlere de bâzı savaşlarda esir
düşen birtakım Zerdüşt râhipler aracılığıyla geçtiği sanılmakta.
Buna benzer inançlara ilk Brahman kavimlerde de rastlarız:
Brahmanlar da kendileri ile tanrılar arasındaki iletişimi sağlamak
ve tanrıların buyruklarını anlamak için ateşi kullanıyordu. Öte
yandan Eski Türklerde de ateşten ilk önceleri doğal gereksinmeleri
karşılamak için yararlanıldığı, sonraları ise ateşin dînî törenlerde
aslî bir unsur olarak kullanıldığını görüyoruz. Şaman inançlarının
hâkim olduğu bu dönemlerde Eski Türkler ateşi tanrısal bir güç
olarak gördü; ateşin doğası onun dünyevî bir kökene sâhip olduğunu
düşünmeye imkân veremezdi; ateş ancak tanrıların verdiği bir
hediye olabilirdi. Zaman içinde de şaman râhipler ateşin tanrıların
bir hediyesi olduğu inancını ateşin kendisinin bir tanrı olduğu
inancına dönüştürdü ve ateşi kendisinden medet umulan, kötü ruhları
kovan bir tanrı hâline getirdiler. Ateş tanrısı inancı en çok da
Göktürkler tarafından benimsendi. Söz gelişi Göktürk hükümdarları
kendilerine yollanan elçileri iki tarafı ateşle çevrili
koridorlardan geçirerek huzurlarına alıyor, bu yolla elçilerin
yanlarında getirebilecekleri kötü ruhların ateş tanrısı tarafından
etkisiz hâle getirileceğine inanıyorlardı. Göktürk hükümdarları
şaman râhiplerinden de ateşi kullanarak bir dizi kehânette
bulunmalarını istiyor, pek çok önemli kararlarını bu kehânetler
eşliğinde alıyordu. Söz gelişi savaş kararları bu cümleden. Şaman
râhiplerinin hükümdarlar üzerindeki bu etkisi onlara halk arasında
da îtîbâr artışı sağladı ve zamanla toplumsal yaşam ve ilişkilerde
oldukça etkin bir konuma yükseldiler. Söz gelişi evlilik ve cenâze
törenlerinde halkı ateşle kutsamaya başladılar, hastaları ateşle
iyileştirmeye çalıştılar, yeni doğan çocukları da kötü ruhlardan
ateşle korumaya başladılar.
Ateş ilk önceleri doğal gereksinmeleri karşılamada, sonraları
da dînî törenlerde ve toplumsal yaşam ve ilişkilerde kullanılmaya
başlanmış. Buna da en temelde insanoğlunun gelecek endişesi yol
açmış. Öte yandan bu endişe aynı zamanda da insanlar arasında
birtakım ortak bağların gelişmesini sağlamış.
*
M.Ö. 3000’lerde tekerleğin ilk defâ Sümerler tarafından
taşımacılıkta kullanıldığını belgeleyen duvar kabartmalarına ve
piktografik figürlere rastlanılmakta. Tekerleğin îcâdından önce
taşımacılıkta öküzler kullanılıyor, bu da pek verimli olmuyordu.
Tekerleğin îcâdı bu verimi sağladı; hem üstelik kısa zamanda
tekerlek pek çok alanda kullanılmaya başlandı. Söz gelişi çanak
çömlek yapımı, savaş arabaları ve değirmenler bu cümleden.
Böylelikle günlük hayâtı sürdürmeyi sağlayan araçların serî üretimi
de sağladı ve bu araçların teminine ilişkin sorunlar azaldı. Ayrıca
yüksek mîmârînin gelişmesinde ve artı-ürün birikiminin artmasında da
etkin bir rol üstlendi. Bu birikim de zamanla ticârî faaliyetlere
katıldı ve bölgedeki değerli mâden miktârını arttırdı. Bu gelişmeler
de pek çok göçebe kavmin gözlerini kamaştırıyor, giderek savaşlar
kaçınılmaz bir hâle gelmeye başlıyordu. Bunun üzerine tekerleğin bir
de savaş arabalarında kullanılmasına başlandı ve bu tekerleklerin
îmâlâtında da erken dönemlerde ahşap, geç dönemlerde de çeşitli
metâller kullanıldı. İmdi tekerleğin îcâdı da medeniyetlerin
doğuşuna bu gibi katkılar yaptı.
*
Neolitik çağda ilk toplu yerleşim bölgelerinde evler genellikle
kerpiçten yapılıyordu. Mısır’daki gibi kullanıma elverişli taşlar
özellikle de Mezopotamyada yoktu ve en çok da güneyde kamışlar
kullanılıyor, evlerin çatıları da bir tür hasırla kapanıyordu. Ancak
yerleşik hayâta geçiş berâberinde birçok değişimi ve dönüşümü
sağladığı gibi insanları daha sağlam evler yapmaya da sürüklerdi.
Böylelikle başta Mezopotamya olmak üzere çeşitli coğrafyalarda
kerpicin kullanımı yaygınlık kazanmaya başladı ve zamanla kerpiçten
de sağlam bir yapı malzemesine ihtiyaç doğdu ve birtakım arayışlara
başladılar. Bu arayışlar sırasında kili güneşte kurutmak yerine
fırınlamayı denediler ve böylelikle tuğlayı îcât etmeyi de
başardılar. Kısa zamanda tuğla kullanımı yaygınlık kazandı ve
tuğlayı daha sonraları da tapınakların inşâsında kullanmaya
başladılar. Böylelikle tapınaklar da artık çok daha sağlam bir
biçimde inşâ ediliyor, bu tapınaklarda geliştirilen dînî törenler de
nesilden nesile aktarılarak ortak kültürel bağların sürekli canlı
tutulması sağlanıyordu. Tuğlanın îcâdı da medeniyetlerin
doğuşuna bu gibi katkılar yaptı.
*
Yazı en genel anlamıyla dili görselleştirmeye yarayan göstergeler
sistemidir. Bu sistemin temel bileşenleri de harfler, karakterler
veya figürlerdir. İmdi farklı yazı sistemleri vardır, bunlar:
piktografik sistemler, ideografik sistemler ve fonetik sistemler.
Fonetik yazı sistemlerinde en küçük alt birim ses birimleri veya
hece birimleridir. Harflerin veya figürlerin belirli bir
anlambirimini temsil ettiği yazı sistemleri ise ideografik yazı
sistemleridir ve bu sistemlerde en küçük alt birim de
anlambirimleridir ve göstergeler nesneleri değil; anlamları
gösterir. Bu sistemlerde salt ideogramlar kullanmaz; ses veya hece
birimlerine de yer verir. Söz gelişi Çince bu cümleden. Piktografik
yazı sistemlerinde ise nesnelere göndermede bulunulur ve bu
sistemlerde nesneler kendi kendilerini açıklayıcı göstergelerle
gösterilir. Söz gelişi Sümerlerin kullandığı ilk yazı sistemi de bu
cümleden. Piktografik figürler nesneleri birebir temsil eden
figürlerdir. Bu figürlerde nesneler basit çizgilerle gösterilirken,
sayılar da birbirinin peşi sıra konuşlandırılan çizgilerle veya
oyuklarla gösterilir. Sümerlerin kullandığı bu yazı sistemi bugün
bilinen en eski yazı sistemidir. Bu sistemi çözmeyi başaran ilk
arkeolog da Denise Schmand-Besserat oldu. Sümerler bu sistemi
sürekli olarak geliştirdiler ve daha işlevsel kılmaya çalıştılar.
Yazılarını erken dönemlerde güneşte kurutulmuş kil tabletler
üzerine, geç dönemlerde de fırınlanmış kil tabletler üzerine
yazdılar.
Sümerlerin en önemli yerleşim bölgelerinden olan Lagaş ve Nippur’da
yapılan kazılarda çok sayıda kil tablet bulundu. Bu tabletlerde
birtakım oyuklar ve mühür olduğu sanılan girinti ve çıkıntılar vardı
ve bunlar birer tapınak kayıtıydı. Bu kayıtlar yaklaşık olarak M.Ö.
3100’lere âitti ve Sümerli râhipler tarafından tutulmuştu. Bu tür
kayıtların tutulması ve bunların korunması bu dönemlerde Sümerlerde
muhasebecilik faaliyetlerinin sürdürülmekte olduğu anlamına
geliyordu. İmdi yazının îcâdı da bu faaliyetlerin bir sonucuydu.
Nitekim tabletler üzerindeki piktografik figürler tapınaklara giren
mallar ile onların miktârını gösteriyordu. Bu mallar da tanrılara
sunulan hediyeler ve şükran belirteçleriydi. Sümerli köylüler
ve çiftçiler ürettikleri ürünler oranında tanrılarına hediyeler
sunardı. Tüccarlar da tanrılarına şükranlarını bildirmek için yine
aynı çabaların içine girerdi. Böylelikle tapınaklara çeşitli
yiyecekler, süs eşyâları, çanak çömlek, dokuma ürünleri vb. getirir,
bunların kayıtları da râhipler tarafından tutulurdu. Zamanla artan
nüfusa bağlı olarak bu kayıt işleri de zorlaştı. Hâl böyle olunca
râhipler kil tabletler üzerine bâzı şekiller çizerek bu kayıtları
tutmaya başladı. Böylelikle ilk piktografik yazı sistemi de doğmuş
oldu.
Zamanla kayıt işlerinde bir dizi güçlükle karşılaştılar ve bâzı
râhipler piktografik figürlerle gösteremedikleri kimi nesneleri
ideografik bir gösterge sistemi geliştirerek göstermeye başladı. Bu
sistemde piktografik figürlerden farklı olarak geliştirilen
figürlere çeşitli anlamlar verilmeye başlandı. Ne var ki zamanla hem
piktografik figürlerin hem de ideografik figürlerin sayısında müthiş
bir artış ortaya çıktı ve bu da kayıt işlerini yokuşa soktu. Zamanla
bu figürlerde kimi ayıklamalar yaptılarsa da yine de bu işle baş
edemediler ve yeni arayışlar içine girdiler. Böylelikle fonetik bir
yazı sistemi geliştirmeyi denediler; imdi ucu sivri bir kamışın
yumuşak bir kil tabletine bastırılıp çekilmesiyle oluşan bir
gösterge sistemi olan çivi yazısı işte bu şekilde doğmuş oldu. Bu
sistemde göstergeler birer çiviyi andırdığı için bu sisteme çivi
yazısı adı verildi. Sümerler bu yazı aracılığıyla birtakım ses
işâretçileri geliştirdiler ve en küçük alt birim olarak da
sesbirimlerini aldılar. Böylelikle harflerin doğuşu da sağlanmış
oluyordu. Kısa zamanda bu yazı sistemi başta Âsurlular olmak üzere
pek çok kavim tarafından da kullanılmaya başlanacaktı.
Yazının îcâdının toplumsal yaşamı ve ilişkileri nasıl
etkilediğine bakmak gerekirse: köylüler ve çiftçiler tapınaklara
sundukları hediyeleri belgeliyor, tanrılarına karşı görev ve
sorumluluklarını yerine getirmiş olmanın yarattığı saygıyı toplumsal
yaşam içinde kullanıyorlardı. Ticârî kayıtlar da tüccarlar
arasındaki hemen tüm anlaşmazlıkları çözüme bağlıyor, hesap
hatâlarının önüne geçilmesi ticârete güven getiriyordu. Öte yandan
kent-devletlerinde ticâretle ilgili ortaya çıkan bâzı anlaşmazlıklar
da kralları kânunları yazıya geçirmeye zorladı: tüccarlar önceleri
kendi aralarında, sonraları da krallarla bir dizi anlaşmazlıkla
karşılaştılar, söz gelişi zamânında ödenmeyen borçlar ve alınan
keyfî vergiler bu cümleden. Hâl böyle olunca krallar ilk önce
ticârete ilişkin bir dizi yeni kânunu kabûl etmek zorunda kaldı. Bu
kânunlar da yazıya geçirildi. Böylelikle kânunlar lâfzî olma
niteliğinden çıkarak gerektiğinde kendisine başvurulacak bir belge
niteliği kazandı, bu da toplumsal yaşam içinde adâlet mekanizmasının
işlerlik kazanmasına ve adâlete duyulan güvenin artmasına imkân
tanıdı. Zaman içinde de tüm kânunlar yazıya geçirildi. Artık
yöneticiler (krallar ve râhipler) ile üreticiler (köylüler ve
çiftçiler) arasındaki tüm anlaşmazlıklar da güvenilir ve meşru
yollarla çözüme bağlanacaktı. Böylelikle kânunlardan haberi
olmayanların da bilgilenmesi ve hak arama özgürlüklerini kullanması
da sağlanıyordu. Nitekim kânunlar cadde üzerlerinde büyük taş
bloklar üzerine yazılıyor ve halkın bilgisine sunuluyordu. Zaman
içinde kahramanlık hikâyeleri, dînî törenlerin uygulama esasları vb.
de yazıya geçirilmeye başlandı ve tüm bunlar da kavimlerin
kültürleşme ve kültür aktarım süreçlerine onsuz olunmaz katkılar
yaptı.
Kent-devletlerinin sınırları içinde bunlar olup biterken bir de
sınırlar dışında olup bitenlere şöyle bir bakalım: etrafları
surlarla çevrili ve hayvan otlaklarının ortak mülkiyete dayalı
olduğu kent-devletleri arasında birtakım anlaşmazlıklar vardı. Söz
gelişi otlakların kullanım süreleri hakkındaki anlaşmazlıklar bu
cümleden. İşte bu gibi konularda belirledikleri esasları da yazıya
geçirmeleri bu anlaşmazlıkları da ortadan kaldırdı ve zamanla
kavimler arasında sıcak ilişkiler kurulmaya başlandı. Öte yandan
kent-devletleri arasındaki postacılık hizmetleri de bu bağlamda
önemliydi. Nitekim birbirleri arasında yaptıkları yazışmalarla da
birbirlerinin kültürlerini daha iyi tanıyor ve ortak kültürel bağlar
geliştiriyorlardı.
*
Böylelikle paleolitik çağdan îtîbâren ortaya konan ve geliştirilen
bâzı keşif ve îcâtlara da bakmış ve bunların da medeniyetlerin
doğuşuna ne gibi katkılar yaptığını görmüş olduk. İmdi tüm bunların
ardından medeniyetlerin doğuşunu sağlayan temel unsurları şu
başlıklar altında toplayabiliriz: a) doğal gereksinmelerini
karşılayabilen bir insan kitlesinin varlığı, b) coğrâfî ve iklimsel
bir dizi handikabın üstesinden gelmeyi sağlayacak yeterli sayıda
uzman ve bu uzmanların kullanımına sunulan yeterli miktarda araç ve
gerecin temini, c) bunlarla artı-ürün sağlanması ve bu ürünlerle
birtakım kurum ve ilişki biçimlerinin oluşturulması, d) bu insan
kitlesinin toplumsal bir huzur ve güven ortamı içinde bu kurumlar ve
ilişki biçimleriyle kültürleşme ve kültür aktarım süreçlerini
kuşatıcı bir biçimde sürdürmesi ve e) bu insan kitlelerinin
birbirleriyle şu ya da bu şekilde ortak kültürel bağlar kurmaları.
***
Dr. Alkım Saygın, Ankara, Ağustos 2004
Kaynakça
1. Mehmet Ali Ağaoğulları; Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge
Kitapevi Yayınları, Ankara 1994
2. Ekrem Akurgal; Anadolu Kültür Târihi, Tübitak Popüler Bilim
Kitapları, Ankara 1997
3. Jeremy Black/Anthony Green; Mezopotamya Mitolojisi Sözlüğü, Aram
Yayıncılık, İstanbul 2003
4. Will Durant; Medeniyetin Temelleri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul
1996
5. Roger Garaudy; İnsanlığın Medeniyet Destânı, Pınar Yayınları,
İstanbul 1995
6. Altay Gündüz; Mezopotamya ve Eski Mısır, Büke Yayınları, İstanbul
2002
7. Erik Hornung; Mısırbilime Giriş, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004
8. Samuel Noah Kramer; Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
2001
9. Aydın Sayılı; Mısır ve Mezopotamya’da Bilim, A. Ü. DTCF
Yayınları, Ankara 1966
10. Server Tanilli; Uygarlık Târihi, Say Yayınları, İstanbul 1981
|
|