|
Cumhuriyette
Bilim Kültürünün Oluşması, Prof. Dr. Erdal İnönü
Sayın Başkan, değerli bilim insanları, katılımcılar ve değerli
dinleyenler. Hepinize saygılarımı sunuyorum. Bana bu fırsatı verdiği
için Atatürk Kültür Merkezine teşekkür ederim. Biliyorsunuz ben
fizik konusunda dünyanın ve Türkiyenin çeşitli yerlerinde öğretim
ve araştırma yaptım ve çocukluğumuzdan aldığımız hedefler
doğrultusunda Türkiyenin bir an evvel dünya çapında bilim insanları
yetiştirmesi için kendi gayretimle uğraştım. Öğrencilerimizin ve
hocalarımızın gayretiyle. Bir takım sonuçlar da elde ettik. Fakat
sonunda bu sonuçların bir ömür boyu çalışmalarla
karşılaştırıldığında, dünya ülkeleriyle karşılaştırıldığında
istediğimiz kadar olmadığını da farkettim. Acaba niçin bütün
gayretimize rağmen istediğimiz noktaya varamadığımızı sorduk. Orada
bilim ve kültür arasında önemli bir ilişki olduğunu görerek şimdi
size sunacağım konuyu hazırladım. Demek istiyorum ki ben bu konuya
sonradan geldim. Başlangıçtan beri kültür değişmeleri üzerinde
uzmanlık yapmış değilim. Ama fizik, matematik gibi temel bilim
dalında araştırma yaparken de insanların dünyadaki düzeye bazen
yetişmesi bazen yetişmemesi vardıkları, karşılaştıkları güçlüklerde
onların yetiştikleri ortamın ve kültür birikiminin etkili olduğunu
gördüm. Burada kültürden ne kastettiğimi de söyleyeyim. Sınırlı
anlamda almıyorum. İnsanın bütün yetişmesi sırasında çocukluğundan,
ailesinden tabiî mensup olduğu dinden, bağlı olduğu toplumdan,
eğitimden edindiği bütün bilgiler, görüşler, ortaya çıkardığı bir
birikim var. Bunu kültür olarak alıyorum. Tabi bu kültürün güzel
sanatlar, teknik, bilim siyaset, ekonomi vs. kısımları var. Hepsinin
biriktirdiği bir davranış var. Dolayısıyla ileriki yaşlarda bu
birikimin ilerlemesinde önemli bir rolü var. Böyle yaklaştığımız
zaman bilim kültür ilişkisi netleşiyor. İki yönlü bir cephe var.
Aslında son yıllarda çalışan insanlar var. Bilimin gelişmesinde
kültür ortamının, sosyal yapının etkisini araştıran pek çok sosyal
bilimci var. Cephelerden biri bilimin içeriği ile ilgili. Ortaya
atılan teorilerde sosyal yapının etkisi nedir? Ben onun üzerinde
duruyorum. Benim burada incelediğim konu, bilimsel düzeyin
ilerlemesine, o toplumun kültür birikiminin etkisidir.
i
Giriş
Bir ülkede bilim düzeyinin yükselmesinde, ya da daha açık bir
deyimle, o ülkedeki insanların araştırma ve geliştirme çabalarıyla
bilim ve teknolojiyi ileri götürmelerinde rol oynayan bir çok sosyal
ve ekonomik etken vardır. Ülkenin ekonomik gücü, halkın refah düzeyi,
araştırmaya ayrılan ödeneğin miktarı ve insan kaynağının bolluğu ilk
akla gelen etkenlerdir. Nitekim araştırma verimi açısından yapılan
dünya sınıflandırmalarında ekonomileri güçlü, zengin devletler başta
yer alıyor. Yalnız daha dikkatli bir inceleme ekonomik etkenler
yanında kültürel etkenler diye nitelendirilebilecek başka etkenlerin
de bulunduğunu gösteriyor.
Örneğin, zenginliğini petrol yatakları gibi doğal kaynaklara borçlu
olan varlıklı ülkeler, bilim düzeyi sınıflandırmasında ileride
değildir. Kişi başına gelirin aynı olduğu ülkeler arasında da
bilimsel düzey farkları bulunabiliyor. Böyle olması da doğaldır.
Ülke zenginliğinin doğurduğu olanakları araştırma ve geliştirmeye
ayırmak ve bu çabalardan verimli sonuçlar beklemek için özel bir
ulusal iradenin varlığı gereklidir. Bu irade, ancak ülkede uygun bir
kültürel ortam varsa oluşabilir.
Türkiyede, Osmanlı İmparatorluğu döneminde araştırmaya yönelik bir
kültür birikimi ne yazık ki oluşmamıştır. Bilimsel devrim orta ve
batı Avrupada onyedinci yüzyılda ortaya çıktı ve o yöredeki ülkeler
her yıl çeşitli alanlarda buluşlar yaparak, sonra buluşlarını
yararlı biçimlerde uygulayarak güçlendiler, zenginleştiler. Buna
karşılık ülkemizde, araştırmayla yeni bilgi üretme yolunun bir
eğitim politikası olarak benimsenmesi ancak Cumhuriyet döneminde,
1930lu yıllarda gerçekleşti:
Atatürkün, Onuncu Yıl Nutkunda Cumhuriyet kuşaklarına çağdaş
uygarlık hedefini göstermesi, aynı yıl İstanbul Üniversitesinde
köklü bir reform yapılması, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsünün
açılması, bilimsel düzeyi yükseltme kararlılığını açıkça gösteriyor.
Ancak, ülke çapında bir ilerleme olması için liderlerden başka
halkın, kamuoyunun da bilime yönelik bir kültür anlayışına
erişmeleri gerekiyordu. Bu ise bir kültür değişmesi demekti ve böyle
bir değişim kısa zamanda, bir günde, ya da bir yılda olamazdı. Bu
değişimi sağlamak için Cumhuriyet hükümetleri geçen seksen yılda
sürekli çaba sarfettiler ve önemli ilerleme sağladılar. Ne ölçüde
başarı kazandığımızı, bu konuşmamda, bilim kültürünün çeşitli
ögelerini ele alarak ortaya koymaya çalışacağım.
Önce bir genel gözlemimi söyleyeyim. Öyle görünüyor ki, herhangi bir
toplumsal sürece yönelik bir kültür değişimi gerçekleştirebilmek
için en az üç kuşak boyunca uğraşmak gerekiyor. Birinci kuşakta
liderin gösterdiği hedefe inanarak, ya da kendi kendilerine zaten bu
hedefe yönelmiş oldukları için bazı öncüler ortaya çıkıyor ve yaşam
boyu çalışarak o hedefe varılabileceğini gösteriyorlar. Ama bunlar
bir kaç kişiden ibaret. Kamuoyu, halkın büyük kitlesi onların
varlığından, yaptıklarından habersiz kalıyor, ilgi göstermiyor.
İkinci kuşaktan büyük bir genç kitlesinin sözkonusu hedefe
yönelmesini sağlayacak alt yapı çalışmalarına girişiliyor. Bu
hazırlıklarda birinci kuşaktaki öncüler yol gösteriyor. İkinci
kuşakta, daha fazla genç, hedefe yönelirken bu çalışmaları da
yürütüyorlar. Böylece alt yapı tamamlanırken hedefe yaklaşan, ya da
varan insanların sayısı çoğalıyor, halkın konuya ilgisi artıyor.
Üçüncü kuşakta artık bir çok genç, önlerindeki başarılı örneklerden
esin ve cesaret alarak, alt yapıdan yararlanarak aynı hedefe
yöneliyorlar ve söz konusu süreçle ilgili bir kültür değişimi büyük
ölçüde gerçekleşmiş oluyor.
Kuşkusuz bu çok basit bir şema. Toplumsal olaylar daha karmaşık,
sürecin yapısına, başlangıçtaki kültür birikimine ve toplumdaki
öteki süreçlerin etkilerine göre değişimin süresi üç kuşaktan daha
çok zaman alabilir, ya da her kuşak için gerekli zaman kısalabilir.
Bilimden bir örnek vereyim. Cumhuriyet kurulduğunda Türkiyedeki
yüksek öğretim kurumlarında araştırma çalışmaları yok denecek kadar
azdı. Üniversite reformuyla gelen yabancı profesörlerle yurt dışına
doktora yapmaya gönderilen gençlerin dönmesiyle, 1933ten sonra
İstanbul Üniversitesinde, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsünde sürekli
araştırma etkinliği başladı. Bir kaç bilim insanımız dünya çapında
etkisi olan ara.tırmalar yaptı. Ama bunlar bir avuç kişiydi ve
yaptıklarından Türk kamuoyu habersizdi. Tıpta bir ölçüde adımızı
duyurabildik. Ama belirli çığır açan köklü okullarımız olmadı.
Mesela bir Nobel ödülü kazanan çıkmadı. Halbuki Batının bir
ülkesinde 10-15 sene sürekli çalışma yapıldığında bizdekinden daha
önemli sonuçlar çıkabiliyor. Neden Türkiyede böyle oldu? Bu sorunun
cevabını aramamız lazımdır. Toplumdan gelen bir desteğin bilime
verilmesi gerekiyor. İkinci kuşakta yeni üniversiteler, İstanbulda,
Ankarada, İzmirde, Erzurumda, Trabzonda kuruldu, devletin
araştırma kuruluşları ortaya çıktı. Aynı zamanda ilk öncülerden
örnek alan gençler araştırma yaşamına girdiler. Bu ikinci kuşaktan
bir çok araştırıcı yurt dışında, özellikle ABDdeki üniversitelerde
çalıştılar ve bu yoldan Türkiyedeki ünleri de arttı. Bütün bu
örneklerden etkilenen ve hizmete sunulan burslardan yararlanan
üçüncü kuşaktan daha çok kimse bilimsel çalışmaya girdi ve bu sayede
Türkiye bir iki bilimsel alanda dünya düzeyini yakaladı. Bundan
sonra gelişmenin aynı yolda hızlanarak sürmesini bekleyebiliriz.
Şimdi, daha ayrıntılı biçimde, bilime yönelik bir kültür birikiminin
çeşitli ögelerini ele alarak her birinde Cumhuriyet yönetimi boyunca
ne kadar değişim olduğunu görmeye çalışalım. İlk yaklaşıklıkta bu
kültürel ögeleri, doğal çevreye ve olayların meydana geliş şekline
merak duymak, aletlerle oynamayı sevmek ve yeni aletler icat etmeye
çalışmak, nedensellik ilkesine inanmak, yaşamını araştırmaya
adayabilmek, özgür düşünmek ve fikir alanında girişimci olmak,
toplum olarak araştırmaya değer vermek şeklinde düşünüyorum.
i
0.Giriş
7.
Sonuç:
1. Merak duymak:
Her bilimsel çalışma önce insanın bir olayın nasıl meydana geldiğini
merak etmesiyle başlar. Hatta bunlar da önce nasıl bir ortamda
yaşandığını, etrafta neler bulunduğunu anlamak için yapılan
gözlemler bir takım olayların meydana geldiğini haber verir ve
merakı uyandırır. Onun için, bir ülkede bilime yönelik bir kültür
birikimi olup olmadığına karar vermede, o ülke insanlarının kendi
yurtlarının doğasını, bitki ve hayvan varlıklarını ne kadar
incelemiş olduklarını görmek önemli ipuçları verir. Türkiyenin
jeolojik yapısını, bitki ve hayvan varlıklarını, arkeolojik
kalıntıları ilk inceleyen hep yabancı bilim insanları oldu. Ancak
son dönemde Osman Hamdinin yürüttüğü arkeolojik kazılar bir
uyanmanın başlangıcıydı. Çevreyi merak etme duygusu Cumhuriyet
döneminde güçlendi. Atatürkün gözetiminde girişilen kazılar bir
kültür değişiminin başladığını gösteren önemli kanıtlardır. Ama
değişimin topluma yayılması epey zaman aldı. Son yıllarda bir çok
olumlu örnek gördük. Bizim bilimsel tavır alışımız Cumhuriyetle
birlikte başlıyor. Bunlardan birinci kuşaktan iki öncüyü
örnekleyebiliriz. Ord. Prof. Dr Aydın Sayılı ve Cahit Arf. Ama bu
birinci kuşaktakiler tek tek örneklerdir. İkinci kuşakta alt yapıyı
güçlendirmeye başlıyorlar. Bu kuşakta hem örnekler var, hem alt yapı
var. Bu dönemde üniversiteler artırılıyor, burslar bulunuyor. Bu
durum en az 70 sene alıyor. Şimdi biz bu aşamaya geldik ve yeterli
sayıda da insanımız var. Gözüme çarpan bazılarını söyleyeyim:
a) Türkiyenin bitki örtüsü yıllarca önce İngiliz botanikçisi Davis
ve arkadaşları tarafından incelenmiş ve on ciltlik bir eserde
yayımlanmıştı. Bir kaç yıl önce bir Tübitak projesinde bir araya
gelen Üniversitelerimizin botanikçileri tüm Türkiyeyi kapsayan bir
araştırma sonunda bu eserde adı geçmeyen bir çok bitki türü buldular
ve Davisin eserine bir cilt daha eklendi. Yalnız yurdumuzun hayvan
varlığı için benzer büyüklükte bir çalışma bildiğim kadar, henüz
yapılmadı.
b) Türkiyenin jeolojik yapısı üzerindeki araştırmalar, İhsan
Ketinin Kuzey Anadolu Fayını levha tektoniği kuramına göre
açıklamasıyla dünya çapında ilgi topladı. Yeni kuşaktan bir çok
araştırıcı Anadolunun jeolojik yapısını ayrıntılı olarak inceledi.
Celal Şengör ve başkaları dünyanın değişik yerlerindeki jeolojik
oluşumlara ışık tutan gözlemler yaptılar ve onları açıklayan
kuramlar geliştirerek ün kazandılar.
c) Bir amatör sporu olarak dağcılığın gelişmesi de merak duygusunun
oluştuğunu gösteren önemli bir işarettir. Türkiyedeki dağların
doruklarına ilk tırmananlar genellikle yabancı gezgin ya da
sporculardı. İlk önce Bursada Uludağa kayak yapmak için gitmeye
1930larda başlanmıştı. Dağcılık Federasyonunun doğuda Cilo Dağına
düzenlediği ilk çıkış Asım Kurt başkanlığında 1945 yılında olmuştu.
İkinci kuşaktan gençler Erciyese, Aladağlara, Ağrıya ve öteki
dağlara çıktılar. Üçüncü kuşakta ise Nasuh Mahruki ile dünya
dağlarına çıkış başladı, Himalayalara, Evereste ulaşıldı. Bunlar
merak duygumuzun epey geliştiğini gösteriyor. Ama hâlâ yeterli değil.
Henüz Antartikada Türkiyenin bir araştırma bölgesi yok. Uzay
çalışmalarında da dünya basınında adımız geçmiyor.
i
2. Yeni aletler yapmak:
İnsanın doğal gücünü arttırarak doğaya egemen olmasına yardım eden
bir yöntem, yararlı aletler yapmaktır. Aletlerin nasıl çalıştığını
düşünmek ise eninde sonunda bazı bilimsel gerçekleri meydana
çıkarır. Bu nedenle, küçük, büyük aletler icat etmekteki başarı bir
toplumun bilimsel araştırmaya yatkınlığını da gösteren bir
işarettir. Alet yapımındaki başarının kanıtı da patentlerdir.
Patent açısından Cumhuriyet döneminde görülen gelişme, bilim ve
sanatlarda görülen genel gelişmeye göre daha yavaş oldu. Şimdi
vardığımız aşamada Türkiyede yılda verilen patentler 1000
mertebesinde olmasına karşılık Batı Avrupada 50,000 ile 100,000
arasında, ABDde 200,000 civarındadır. Öte yandan umut verici bir
gelişme son yıllarda Üniversite öğretim üyeleri arasında da
araştırmaları sonucunda patent alanların çoğalmasıdır. Ancak tekrar
edeyim ki, toplam patent sayısı henüz çok azdır ve bu durum
ülkemizde teknikler, zenaatlar ile bilim ve üniversite arasında, ya
da uygulama ile kuramsal çalışma arasında yakın bir ilişkinin henüz
kurulamamış olduğunu, bu açıdan bilim kültürümüzde bir eksikliğin
devam ettiğini gösterir.
3. Nedensellik ilkesine inanmak, kadercilikten uzaklaşmak:
İnsanların başlarına gelenlerden doğa üstü güçlerin, ya da
önlenemeyecek bir kaderin sorumlu olduğunu düşünmek, buna karşı hiç
bir şey yapılamayacağına inanmak eski çağlardan gelen bir tutumdur
ama bazı toplumlarda, bu arada Osmanlı uygarlığında hüküm sürmeye
devam etmiştir. Böyle bir anlayışın egemen olduğu ortamda olayların
nedenlerini araştırma ve onları denetleme girişimleri ciddiye
alınmaz, yardım görmez, hatta zaman ve para israfı diye düşünülerek
engellenir.
Cumhuriyet yönetimi, kuruluşundan beri insan aklı ve iradesinin doğa
olaylarını kontrol edebileceğine, gerçek yol göstericinin bilim
olduğuna inanarak çalıştı. Vatandaşlara da bu inancı aşılamaya
uğraştı. Ama hâlâ toplum olarak kadercilikten kurtulmuş değiliz.
Trafik kazalarının sıklığı, depremlerde uğranan kayıpların çokluğu
bunun kanıtlarıdır.
Zamanla ilerleme olduğunu gösteren işaretler de var. Çeşitli
toplumsal sorunları izlemek, çözüm yolları önermek için kurulan
sivil toplum örgütlerinin, dernek ve vakıfların sayılarının artması
böyle olumlu bir işaret. Çünkü kaderciliğe inanan insanların tipik
davranışı, toplumda beğenmedikleri süreçleri kendi aralarında
eleştirmek, ama bu süreçleri değiştirmek için hiç bir toplumsal
eyleme girişmemek, çözümü kadere bırakmaktır. Son yıllarda bu
kaderci davranıştan kurtulmaya başladığımızı görüyoruz.
i
4. Yaşamını araştırmaya adayabilmek:
Bilimsel düzeyi yüksek olan ülkelerde zaman zaman önemli buluşlar
yapan insanlar ortaya çıkar. Bilimde çığır açan ilerlemeleri
gerçekleştiren bu kişilerin yaşam öyküleri incelenince, küçük
yaşlarından itibaren araştırmaya meraklı oldukları, yenilikler
bulmaya uğraştıkları ve daha gençken tüm yaşamlarını araştırmaya
adamaya karar verdikleri görülür. Bu ülkede bilimsel düzeyin
yükselmesi için yaşamını araştırmaya adayacak gençlerin sayılarının
artması şarttır. Gençlerin bu yola gitmesi ise ancak kendi
ülkelerinde görecekleri örnekler sayesinde olur.
Batı Avrupada gelişen bilimsel araştırma yöntemi Türkiyeye üç yüz
yıllık bir gecikme ile geldiği için, imparatorluk döneminde böyle
bir örnek bulamayız. Cumhuriyet döneminde ise Cahit Arf, Feza
Gürsey, İhsan Ketin, Sırrı Erinç, Gazi Yaşargil, Aydın Sayılı, Sedat
Alp, Ekrem Akurgal, Hulusi Behçet, Muzaffer Aksoy, Talat Erben,
Bahattin Baysal, Ratip Berker, Mustafa İnan, Atıf Şengün, Muzaffer
Şerif, Mübeccel Kıray ve başkaları gibi örneklerin sayılarının
yıllar geçtikçe arttığını görüyoruz. Saydığım insanlar kendi
alanlarında yaşam boyu araştırma ve öğretim yapmışlar, buluşlarıyla
dünyada ün kazanırken öğrencilerine de araştırma sevgisini
aşılamışlardır.
Bu açıdan bilim kültürümüzde bir ilerleme olmuştur. Ancak yeterli
düzeye geldiğimizi kabul edemiyorum. Çünkü hâlâ anneler, babalarda,
geçim sıkıntısı doğuracağı kaygısıyla, yetenekli çocuklarının
araştırma yaşamına girmesini önleme eğiliminin devam ettiğini,
öğrencilerle yaptığım konuşmalardan anlıyorum. Aile büyüklerini ikna
edebilmek için başarılı örnekleri daha çoğaltmak gerekiyor.
i
5. Özgür düşünmek, fikir alanında girişimci olmak, kişisel
yeteneklere güvenmek:
Aslında bu özellikler her alanda başarı için yararlıdır. Ama bilimde
yeni buluşlar yapabilmek için mutlak gereklidir. Ancak özgür düşünen
ve kendi yeteneğine güvenen insanlar, çözümünü kimsenin bilmediği
sorunlarla uğraşmayı göze alabilir ve yılmadan, usanmadan yeni
fikirler üreterek, yeni denemeler yaparak, yıllarca uğraştıktan
sonra mutlu sonuca varabilir.
Böyle bi uğraşta etraftaki kişilerden çok kez destek yerine
engelleyici, en azından umut kırıcı tepkiler gelir. Daha önce benzer
yenilikler yapmak isteyip başaramamış uzmanlar, böyle bir uğraştan
bir şey çıkmayacağına inandıkları için yeni denemeleri iyi niyetle
caydırmaya çalışırlar. İyi niyetli olmayan başkaları ise ya
kıskançlıktan, ya da alıştıkları düzenin bozulmasından çekindikleri
için önlemeye yeltenirler. Bütün bu engelleri aşabilmenin ilk şartı
özgür düşünmek ve kendi yeteneklerine güvenmektir.
Çocukların özgür düşünen girişimci insanlar olarak yetiştirilmesi
gerek aile içinde, gerek okuldaki eğitimin önemli bir hedefidir. Ama
ülkemizdeki eğitimin geleneğinde böyle bir hedefin bulunduğu
söylenemez. Ailedeki yaklaşım büyüklere saygıyı ve itaati ön plana
çıkarır. Okuldaki eğitim ise öğrencilerin özgürce düşünüp her
fırsatta sorular sormasını özendirmekten çok, verilen bilgilerin
ezberlenerek öğrenilmesine yöneliktir. Milli Eğitimimizin
reformcuları yıllardır bu tutumun değişmesi, öğrencilerin
ezberlemekten çok düşünmeye, araştırma yapmaya özendirilmeleri için
uğraşıyorlar. Örneğin Köy Enstitülerinde böyle bir eğitim anlayışı
uygulanıyordu. Bugün hizmet yapan bazı deneme okullarında, ya da
özel okullarda araştırmaya yönelik yöntemler etkin. Ancak okulların
tümünde böyle bir eğitim anlayışının yürürlükte olduğunu sanmıyorum.
Kişilerin fikir alanında girişimci olması toplumun yaşam felsefesini
de etkiler. Toplumda böyle bir anlayış olduğunu meydana çıkaran
işaretlerin biri de araştırmayı destekleyen resmi ve özel
kuruluşların varlığıdır.
Üniversiteler dışında bilimsel araştırmaları destekleyen Akademiler
orta ve batı Avrupada on yedinci yüzyılda kurulmuştur. Türkiyede
ise, Osmanlı döneminde kısa bir süre yaşayan ama araştırmaya
girişmeyen Encümeni Daniş gibi örgütleri saymazsak, araştırmayı
destekleyen Akademi tipi kuruluşlar ancak yirminci yüzyılda,
Cumhuriyet döneminde ortaya çıktı. Burada da üç yüz yıllık bir
gecikme yaşandı. Önce Atatürk döneminde dil ve tarih araştırmaları
için Dil ve Tarih Kurumları, daha sonra 1950li yıllarda atom
enerjisi ile ilgili alanlar için Atom Enerjisi Kurumu, tüm temel ve
uygulamalı bilimleri içine alan Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma
Kurumu (Tübitak) ve son olarak da 1998de Türkiye Bilimler Akademisi
(TÜBA) kuruldu. Kültür birikimi açısından henüz tamamlanmayan bir
eksiklik, sosyal bilimler için Tübitak benzeri bir araştırma
kurumunun olmamasıdır. i
6. Toplumca araştırmaya değer vermek:
Ayrı ayrı belirtmeye çalıştığım kültür ögelerinin hep birlikte
toplumu ne ölçüde bilime yönelttiklerini gösterecek sayısal
kriterler de var. Örnek olarak sadece ülkede araştırma geliştirme
çalışmalarına ayrılan ödeneğin gayri safi yurt içi hasıla (GYİH) ya
oranına değineyim. Bu oran batı Avrupa ülkelerinde % 1 ile % 2.5
arasında değerler alıyor. Türkiyede ise 1960larda yapılan ilk
incelemelerde % 0.3 düzeyinde bulundu. Söz konusu oranın batı Avrupa
ülkelerine göre çok düşük olduğu farkedilince araştırma-geliştirme
ödeneklerini arttırma gereği görüldü. O zamandan beri gelip geçen
hükümetler, programlarında hep bu oranı % 1e çıkartmayı vaat
ettiler. Oran yavaş yavaş arttı, ama hâlâ % 1 olamadı. Geçen yılki
değer ancak % 0.6yı bulmuştu. i
Sonuç:
AR-GE/GYİH oranının geçen kırk yıldaki değişim hızı kültürümüzün ne
ölçüde bilime yönelmekte olduğunu, ya da başka deyimle, bilim
alanındaki kültür değişiminin hızını gayet iyi gösteriyor. Kırk yıl
içinde oran % 0.3ten% 0.6ya yükselmiştir. Kültürümüzün bilimsel
ögeleri yavaş yavaş güçlenmektedir. Ama oran henüz % 1 düzeyine,
batı Avrupa düzeyine erişememiştir, çünkü bilim alanındaki kültür
birikimi henüz batı Avrupa düzeyine gelmemiştir. Öyleyse yapılacak
şey, yukarıda sözünü ettiğim kültürel ögelerin her birini
güçlendirecek çalışmalara ağırlık vermektedir.
i
|
|