|
Türk Kimliği
Hiç kuşkusuz, aile ortamında, eğitim sürecinde, askerlik hizmetinde,
meslek yaşamı esnasında ve özel hayatımızda, Türk Tarihinin kökeni
ve kültürümüzle ilgili konularda bazı eserler okumuş, incelemiş,
tartışmalara katılmış olmamıza karşın, TÜRK KİMLİĞİ hakkında tutarlı
bir senteze ulaşmada zorluk çektiğimizi de yadsıyamayız.
Ancak, hakkında yazılmış yüzlerce kitap ve makaleden çok azını
okuyabildiği halde, insanın, böyle engin bir konuda yazmaya/takdim
hazırlamaya teşebbüs etmesi, cehaletin yol açtığı bir kahramanlık
olabilir. Bilgiye talip olmak cehalete talip olmaktır ve haklarında
en rahat konuştuğumuz konuların, en az bildiğimiz konular olması da
şaşırtıcı değildir. Yazmayı tasarladığımız konu hakkında bilgimiz
arttıkça, bilmediğimiz alanın sınırlarıyla birlikte cehaletimizin
sınırlarının da genişlediğini rahatlıkla görebiliriz.
Bu bağlamda, kendi öz varlığımız, yaklaşık dört bin yıllık bir
tarihi -TÜRK KİMLİĞİNİ- yansız ve cesurca araştırarak, bir roman
akıcılığıyla yazan Prof. Bozkurt GÜVENÇ'in
TÜRK KİMLİĞİ yapıtını baz almakla birlikte, bu konu
hakkında yazılan değişik kaynaklardan da esinlenerek, konunun
çarpıcı bölümlerini toparlamaya çalışacağım.
Biz
Türkler
Asyalı mıyız, Avrupalı mı?
Şaman mı, Müslüman mı, Laik mi?
Yerleşik köylü müyüz, göçebe Türkmen mi?
Fatihin torunları mı, Atanın çocukları mı?
İslam'ın kılıcı mı, Hıristiyanlığın cezası mı?
Osmanlının yetimi mi, T.C. vatandaşı mı?
Savaşçı asker miyiz, barışçı siviller mi?
Ordu muyuz, millet miyiz, ulus mu?
Batılı mıyız, Batının koruyucusu mu?
Çağdaş toplum mu, tarihi bir köprü mü?
Doğulu mu, Anadolulu mu, Batılı mı?
Kimiz Biz?
Gerek kendi ülkemizde farklı
kültürel kimliklerin varolduğu bilince çıktıkça, gerekse bizi
çevreleyen dış dünyayla ilişkilerimiz arttıkça, kimlik sorununun
önem kazanması hiç de şaşırtıcı değildir.
Evrensel tarih içindeki yerimizi ve hangi uygarlığa mensup
olduğumuzu, kendi kendimizi ikna edecek ölçüde halihazırda ortaya
koyabilmiş değiliz. Gözlerimizi geçmişe çevirerek tarihimizle
hesaplaşmaya çalışıyoruz. "Biz kimiz?" sorusu bugün de kolay
yanıtlanabilecek bir soru değil. Çünkü, sorunun yanıtı yalnızca
geçmişte ve bugünde değil daha çok GELECEKTE YATIYOR. Asıl yanıt,
geleceğe yönelik olarak bugünden yapacağımız tercihlere göre
belirlenecektir.
Kimlik Kavrami Türklerin Irk ve Kimliği
Kimlik
Önce kimlik kavramını açıklığa kavuşturarak bu sorunun cevabını
bulmaya çalışalım.
Kimlik; kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların "Kimsiniz,
kimlerdensiniz?" sorusuna verdiği yanıt ya da yanıtlardır.
Çeşitli dokümanlarda değişik şekilde tasnif edilen KİMLİK
1. Kişisel kimlik (Ben kimim?)
2. Psikososyal kimlik (Biz kimiz?)
3. Ulusal/kültürel kimlik (Bizler hangi kültür yada ulusa aidiz?)
veya
1. Temel/tabii kimlikler (Aile,
aşiret soy ve din esaslarından kaynaklanan)
2. Sonradan yaratılmış sosyo-politik kimlikler (millet, sosyal
sınıf, vatandaşlık gibi sosyo - politik)
olarak sınıflandırılmaktadır.
Aile dışındaki toplulukların "Kimsiniz, kimlerdensiniz?" sorusuna
verdiği yanıtlar, o grubu, toplum ya da topluluğa yaklaştıran ya da
ondan uzaklaştıran bir soy sop ya da tarih bilinci olabilir. Kişi ve
grupların bu tür sorulara verdiği yanıtlar; kültüre, toplum yapısına,
dünya görüşüne bağlıdır. Kimi Altaylı, kimi Müslüman, kimi Alevi,
kimi aslen İstanbullu, kimi Çerkez, Gürcü, kimi Türkmen ya da Yürük
olduğunu söyler. Bunların hepsi birden kişilerin tarihi ya da "KÜLTÜREL
KİMLİK"leridir.
Bireysel kimlikler kişiyi ötekilerden ayırdığı için önemli sorunlar
yaratmaz. Çağımızın sorunu, kişi, grup ve toplulukların resmi-ulusal
ve tarihi-kültürel kimliklerinde ortaya çıkmaktadır. Yani, insanları
ayırdığımızda değil de birleştirmeye çalıştığımızda...
Devlet, millet, toplum ya da kültür varlığı açısından KİMLİK,
topluluğu oluşturan bireylerin ortak varlıkla özdeşleşmeleri, ortak
ülkü ve simgelerde birleşmeleri, ortak tasa ve kıvançları paylaşma
olgusudur.
Toplum yaşamında ulusal ülkünün görevi, ortak kimlikle onun tarihi
temellerini sakınmaktır. Bu yüzden devletler, resmi tarih yazdırır,
okuturlar; vatandaşlarından resmi tarihe inanmalarını, kendilerini o
tarihle özdeşleştirmelerini beklerler. Ancak resmi tarihler yeni
kimlik simgelerini üretirken, kültür boşluklarına da yol açarlar. Bu
boşluklar, toplum ve bireylerde geçmişteki köklerini arama özlemleri
yaratır. İşte! KİMLİK BUNALIMI denen olay budur.
Bugün çağdaşlaşma çabası içinde olan ülkelerde KÜLTÜREL KİMLİK
SORUNU ise, kişi düzeyinde yapay bir sorun olarak, ülke düzeyinde
ise tepkiden kaynaklanan bir sorun olarak görülmektedir.
Şöyle ki; Bir kişi, bu bakımdan "Ben kimim?" ya da "Benim insan ve
değerlilik anlayışım nedir?" diye sorduğunda, bu sorusunu o anda
kendine bakarak yanıtlayabilir. Ne var ki, aynı soruyu bir grup "Biz
kimiz?" ya da "Bizim insanlık ve değerlilik anlayışımız nedir?" diye
sorduğunda işler karışıp, çetrefilleşmektedir. Çünkü böyle bir soru
ancak bir grup hakkında sorulabilir; yanıtı da ancak bilimsel
araştırmalarla verilebilir. Böyle araştırmalar ise, bugün birçok
ülkede genellikle birkaç kültürün -çoğu zaman ikiye indirgenebilen
birkaç insan ve değerlilik anlayışının- aynı anda orada bulunduğunu,
aynı anda yan yana ya da çatışarak yaşadığını göstermektedir.
Irk
Şimdi de "Türkler hangi ırktandı?" sorusuna yanıt aramaya çalışalım.
İnsanları, canlılar aleminin bir türü olarak sınıflayan İsveçli
Bilgin Linnaeus (1735) "İri yapılı, beyaz tenli, güzel Osmanlı'yı"
beyaz (Kafkas) ırkından -yani Avrupalı saymıştı. Ama bu konuda
çelişkili görüşler vardır.
Amerikalı MORTON (1839) "Soyca Moğol ırkından gelen Türkler; Çerkez,
Gürcü, Rum ve Araplarla karışarak fiziki özelliklerini yitirmiş;
güzel bir ırk olmuşlardır." demektedir.
Bazı antropologlara göre de Türkler üç büyük ırk grubundan (1.
CURPOPİD 2. MONGOLİD 3. NEGRİD) CURPOİD'İN TURANİD koluna dahil
gösterilir. Eski TÜRK tipinin; uzuna kaçan orta boylu, beyaz tenli,
koyu renk badem gözlü, mutedil burunlu, uzun saçlı ve sağlam vücutlu
olduğunu söylemek mümkündür.
WEİNER (1971), Anadolu ırkının küçük Asya'dan Pamir'e kadar uzanan
vadilerde yaşadığını, Ermeni veya Kafkas ırkının alt gurubu olan
Dinarik ırkla benzerlikleri nedeniyle Avrupa kökenli sayıldıklarını
söylemektedir.
Afet İNAN ise, yaptığı çalışmada; Anadolu (TÜRK) ırkının %75
oranında Brakisefal, düz ince burunlu, kahverengi saçlı, sonuç
olarak "Dinarik" ile karışmış Alpli yani "Beyaz-Ari" olduğu sonucuna
varmıştır. Moğolların oranı % 5'ten azdı. Gerçi fenotipik (görünür)
özellikler böyleydi; ama kan grupları gibi genotipik (laboratuarda
saptanan görünmez) bazı özellikler Türklerin, Sarı Asyalılarla,
Beyaz Avrupalılar arasında bulunduğu görüşünü desteklemektedir.
Bütün bu bilimsel araştırmalardan açık, seçik ya da kesin bir ırk
tablosu ortaya çıkarmak mümkün değildir.
Türk Adı ve Kimliği
Tarihte ilk "TÜRK" adı Orhun yazıtlarında TÜRÜK olarak geçer. Anlamı;
Devletine bağlı halk, teb'a, güçlü-kuvvetli ulustur.
Tarihçi BERNARD LEWIS, Osmanlı ile Türk'ün ilişkilerini dışardan
daha net görmektedir. Şöyle ki;
"Osmanlı düşüncesinde Osmanlı=Türk özdeşliği yoktur" diyordu. Çünkü
Osmanlı sıfatı yalnız hanedan için kullanılırdı. Osmanlılar, TÜRK
adını önceleri göçebe Türkmenlerle, Yürükler için; daha sonraları,
kaba-saba Türkçe konuşan Anadolu köylüleri ile taşralılar için
kullandılar. Osmanlı efendisine TÜRK demek hakaret sayılır;
Türklerin algılama ve anlama yeteneğinden yoksun " idraksiz Türkler"
olduğu söylenirdi.
Türkçe konuşan Anadolu halkına, TÜRKİYE (TURCHİA) adı, Haçlı
seferleri sırasında Batılılarca verilmişti. Anadolu Türkleri ise
1920 yılına kadar, bu adı hemen hiç kullanmamıştır. Osmanlı devleti
fiilen dağıldıktan sonradır ki Türk politikacılar ve milletvekilleri,
biraz da batı ağzıyla "TÜRKİYA" dan söz etmeye başladılar.
Türk Kültür Tarihi
Kimlik bunalımı kavramının ana tezi, kimlik konusunun KÜLTÜR TARİHİ
sorunu olduğudur. Öyle bir kültür Tarihi ki, bundan 4-5 bin yıl önce
küçük Asya'da, 2-3 bin yıl önce Orta Asya'nın ALTAY ve PAMİR
yaylalarında başladı; birbirinden bağımsız olarak gelişen iki
gelenekten birincisi Hıristiyanlığı, ikincisi Müslümanlığı kabul
etti. Günümüzden bin yıl kadar önceleri, küçük Asya yaylasında
karşılaşan iki kültürün özgün sentezleri yapıldı, yaşandı. Türkçe
konuşan Oğuz Boyları toprağa yerleşip Anadolululaşırken, yerlilerden
Müslümanlığı kabul edenler, Türkleşenler oldu. Selçuklu ve Osmanlı
döneminde başlayan kültürleşme sentezi günümüzde de halen
sürmektedir.
Türk'ler bugün Dünya üzerinde varlığını sürdüren milletler arasında
tarihi, coğrafi, siyasi alanda kendi kimliğini ön plana çıkarabilmiş
milletlerin başında gelmektedir. Tarihi bakımdan köklü bir geçmişe
sahip, coğrafi bakımdan üç ana kıtaya yayılmış ve yüzyıllar boyu bu
geniş coğrafyada hakimiyetini her gittikleri yere, her ulaştıkları
beldeye kendi kültür değerlerini taşımasını bilmiş kendi
varlıklarını derinden hissettirmiştir. özellikle Çin Seddinden
Avrupa içlerine kadar kültür değerlerini ve Türk kimliğini taşırken
bir anlamda doğu ve batı arasında KÖPRÜ-KÜLTÜR niteliğini de
kazanmışlardır.
TÜRK varlığı ve TÜRK kültürünün kaynakları
nerelere uzanmaktadır?
Bu soruya yanıt olarak:
a. Türklerden önceki küçük Asya
(ANADOLU) kültürleri ve insanlarına,
b. Anadolu'ya gelip yerleşmeden önceki Orta Asya Türk boylarına,
c. Anadolu'yu fethedip, yerleşen Müslüman, Türkmen veya Oğuzlara,
d. Anadolu'da fethedilen, Müslümanlığı kabul ederek Türkleşen
yerlilere,
e. Batılı, çağdaş ve laik Türklere, kadar uzanıyordu demek
mümkündür.
Biz bunlardan hangisiyiz? sorusu
ise yersiz ve gereksizdir. ÇÜNKÜ, BUNLARIN HEPSİ BİZİZ, BİZ HEPSİYİZ.
Nasıl ayırabiliriz birini ötekinden? Kültür tarihinden alınacak asıl
ders de bu olmalıdır.
Kimlik sorunu (bunalımı) bu gerçeklerden yalnız birisini doğru kabul
edip, ötekini yanlış saymaktan, kültür tarihimizi tek bir tarih
görüşüne indirgemekten kaynaklanmaktadır.
Türk tarihinde belli başlı dört KÜLTÜR DEĞİŞİM EVRESİ mevcuttur.
Bunlar
1. Türk'lerin İslam dinine
geçmeleri kültür değişmesinde bir evredir.
2. Türk'lerin Anadolu'ya yerleşmeleri, bu topraklarda daha önce
yaşamış ya da o sıralarda bu uygarlıklarla kültür alışverişi
ikinci evredir.
3. Osmanlı İmparatorluğunun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik
ayrımlarda değişik halkları yönetmesi de, gene karşılıklı kültür
alışverişi çerçevesi içinde diğer bir evredir.
4. Batılılaşma isteği ve bu yoldaki denemeleri ise geçirdiğimiz
değişim evrelerinin son halkasıdır.
İlk üç evre sonuçta OSMANLI
KÜLTÜRÜNÜN kişiliği de bir İSLAM-TÜRK bireşimine ulaşmıştır. ANADOLU
ise bu bireşimin yurdudur.
Türklerden Önceki Küçük
Asya
Amasralı coğrafyacı STRABON, Samsun-Tarsus çizgisiyle KIZILIRMAK
nehrinin batısında kalan bölgeye ASYA adını vermiştir. ASYA, Elence
Asia sözcüğünden gelmektedir.
Yarımadanın yönetimini Lidyalılarla, Bergama Krallığından devralan
Romalılar, ona Asya Vilayeti adını verdiler (MÖ. 130) Ancak "yeni
vilayetin" Kızılırmak'ta bitmediğini, İskender'in keşfettiği Pers,
Hitit ve Çin ülkelerine kadar uzandığını öğrenince, alçakgönüllü
davranıp şimdi ANADOLU olarak adlandırdığımız yarımadaya Küçük Asya
adında karar kıldılar.
Ege adalıları, Asya'ya doğudan yükselen güneşin yönü/yurdu anlamında
ANATOLIA (Doğunun Işığı) derlerdi.
Romalılar gelinceye değin (MÖ. 190 - MS. 330) Küçük Asya'ya
sırasıyla Hititler (MÖ. 1300 - Tunç Çağı), Pers'ler, Atina-Isparta,
yeniden Pers'ler (MÖ. 375) sonra Makedonyalı Büyük İskender (MÖ.
323), Selefkiler, Bergama-Batlamyus Kralıkları egemen oldular.
Hititlilerden Bizansa Küçük Asya'dan gelip geçen bütün toplum ya da
topluluklarda, kültürlerin büyük çoğunluğu aynı dili değilse bile
aynı kökten gelen dilleri konuşuyordu. Bu kuralların dışında
kalanlar Araplar ile Türk'lerdir. Arapça Semitik karakterde Ortadoğu
dili, TÜRKÇE ise Altay kökenli Orta Asya dilidir. Gerçi, Türkçenin
ölü dil Sümerce'ye benzerliği üzerinde duranlar varsa da, sonuçları
açısından önemli değildir. Mezopotamya ile Küçük Asya kültürlerini
yaratanlar, Türk soyundan gelmedikleri gibi, kültür tarihi açısından
böyle bir zorunluluk da yoktur. Ekrem AKURGAL'ın çeşitli vesilelerle
anımsattığı gibi, Hititler kuşkusuz Türk değildi; ama biz Türkler
biraz Hititli, biraz Frikyalı, biraz Lidyalı, Kapodakyalıyız.
Turan'dan Rum Diyarina Türk
Göçünün Öyküsü
Türklerle ilgili ilk yazılı belgeler Çince olup MÖ. 300 yıllarına
kadar uzanmaktadır. Buna göre en eski Türkler, Çinlilerin HİUNG-NU
adını verdikleri Hunlardır. MÖ. IV yüzyıldan MS. III yüzyıla kadar
kültürel varlıklarını sürdüren Hun'ların, Moğol mu yoksa TÜRK mü
oldukları kesinleşmiş değildir. Biz Hun lideri Attila'yı TÜRK olarak
benimseriz, adını kullanırız ama kimliği ya da Türklüğü hakkında çok
şeyler bilmiyoruz.
Ancak Cumhurbaşkanlığı forsunda Türk devletleri olarak simgelenen 16
Devletten ilki, Büyük Hun İmparatorluğu olarak belirlenmiştir. Diğer
İmparatorluk ve devletler ise
Büyük Hun İmparatorluğu (MÖ.
1230-MS. 93)
Batı Hun İmparatorluğu (MS. 100-376)
Avrupa Hun İmparatorluğu (MS. 375-453)
Akhun Devleti (MS. 424-652)
Göktürk İmparatorluğu (MS. 552-630)
Avar İmparatorluğu (MS. 65-835)
Uygur Türk Devleti (MS. 740-845)
Hazar Türk Devleti (MS. 602-1016)
Gazneliler Devleti (MS. 962-1183)
Karahanlılar Devleti (MS. 932-1212)
Büyük Selçuklu İmparatorluğu (MS. 1040-1157)
Harzemşahlar Devleti (MS. 1077-1231)
Altınordu Devleti (MS. 1241-1502)
Büyük Timur İmparatorluğu (MS. 1369- 1512)
Babür İmparatorluğu (MS. 1507-1530)
Osmanlı İmparatorluğu (MS. 1299-1920)
Eğer HUN'ları saymazsak ilk kurulan
TÜRK birliği GÖK veya KÖKTÜRK'dür.
Çoğu kaynaklara göre Türkler tarih boyunca dört imparatorluk
kurmuştur. Bunlar sırasıyla
1. Hun İmparatorluğu (MÖ. 1230 -
MS. 93)
2. Göktürk İmparatorluğu (MS. 552-745)
3. Büyük Selçuklu İmparatorluğu (MS. 1040-1157)
4. Osmanlı İmparatorluğudur. (MS. 1299-1920)
Orta Asya steplerinin kültür
tarihini değerlendiren Halil BERKTAY Karahanlılar devletiyle,
İrandaki Selçuklu devleti dışında sözcüğün doğru anlamında bir Türk
devleti kurulmadığı tezini savunmaktadır. Bu iki devlete belki kısa
ömürlü GAZNE, HARZEM ve Babür Şah'ın Hindistan'da kurduğu Müslüman
TÜRK devletleri de eklenebilir. Tarihi belgeler ne kadar zorlansa da
Türk devletlerinin sayısını 10'un üzerine çıkarmak mümkün
olmamaktadır.
Türkçe konuşan boylar Mançurya'dan Balkanlara hatta şimdilerde Atlas
Okyanusuna kadar yayılmış olsalar da, Türklerin Anayurdu olarak
kabul edilebilecek topraklar doğu da ALTAY dağları ile batıda Hazar
denizi veya Aral gölü ile güneyde PAMİR yaylası arasında kalan
üçgenle sınırlı görünür. Bu bölge bugün TÜRKİSTAN, KIRGIZİSTAN,
ÖZBEKİSTAN olarak, bir bölümü Çinin SİNCAN bölgesi olarak bilinen
stepler ve bozkırlar ülkesidir.
Bu bölgede Türkçe konuşan toplumlar Batılılarca, TURAN olarak da
sınıflanır. İranlılar Türkçe konuşan Orta Asyalılara TURANÎ adını
verdiğine göre TURAN ülkesi buralarda yakın bir yerlerde olmalıdır.
Şemseddin Saminin (1898) "KAMUS-U TÜRK-İ" sindeki TURAN ve TURANÎ
Sözcükleri; Ziya Gökalp'in Genç Kalemler'de yayımlanan ünlü TURAN
şiiriyle 1910'da Türkçenin malı olmuştur.
Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan
Velidi TOGAN, Turan'ın Türk'ten geldiğini; İranlıların TÜRK yurduna
verdiği ad olduğunu açıklar. GöKALP'de "Turan, kuzey, güney, doğu,
batı ve merkezi olmak üzere beş Türkistan'ın toplamından oluşur"
diye tanımlar.
Ancak Türklerin tarihi kökleri gibi yurtları da kesin değildir.
Kuzeyden Sibirya'dan inmiş, güneyden, doğudan veya batıdan göçerek
bu yörelere gelmiş olabilirler. Söylentiler değişiktir. Bu yönlerin
hepsi de tarihi Türk varlığına katkıda bulunmuş olabilir. Ancak
bilindiği gibi TÜRKLÜK; bir ırk değil, bir DİL-KÜLTÜR sentezidir.
Türklerin tarihini yazan Fransız ROUX "Türklerle ilgili olarak kabul
edilebilecek tek tanımlama ölçütü TÜRK DİLİDİR, Türk Dilini
konuşandır. Başka tanımlar geçersizdir" demektedir.
Göçebe Oğuz boyları, toprağa yerleşip Anadolulu oldular ama,
Türklüklerini yitirmediler; Anadolu'yu Türkleştirdiler. Anadolu
yerlileri ile Türkler günümüze değin süren bir kültürleşme süreci
yaşadılar. Bağımsızlık savaşı veren Çağdaş Anadolu insanı, OSMANLI,
İSLAM, ANADOLU seçenekleri arasında Türk kalacağını dünyaya duyurdu.
Tarihi kararını bu yönde verdi; çünkü TÜRKÇE konuşuyordu. Doğrusu da
buydu. Toplumun kültürel kimliği DİLİYDİ, dilindeydi.
Halihazırda TÜRK DİLİ, Dünyada en çok konuşulan diller arasında
5'inci sıradadır.
MS. 712 tarihinde yazılan ORHUN YAZITLARI okunduğunda (son yapılan
araştırmalarda, bulunan yeni belgelerin tarihinin MS. 5. yüzyıla
kadar uzandığı ileri sürülmektedir). Türkçe'nin ulaştığı seviye
yüksekliği ve zenginliği karşısında bütün Avrupa hayretler içinde
kalmıştır. 8. yüzyılda bütün Avrupa'da tek dil olan Latince
konuşulmakta, Dünya düşünce tarihine Latincenin egemen olduğu kabul
edilmekteydi. Latince dışında son derece etkin, zengin ve edebi bir
Türk dilinin mevcudiyeti, düşünce ve kültür tarihi uzmanlarını da
şaşırtmıştır. Batı dillerinden Fransızca'nın en eski yazılı
belgesinin 15. yüzyılda, Almanca'nın 14. yüzyıl, Rusça'nın ise 13.
yüzyıla ait olduğu göz önüne alınırsa, TÜRK dilinin eskiliği çarpıcı
biçimde ortaya konur.
Batıya doğru göç eden Türk boylarının ilk karşılaştığı Semavi (kitabi)
dinler, İslamiyetten çok önce kurulan Musevilikle, Hıristiyanlık
olmuştur. Türk boylarının batıya doğru göçleri sırasında İranlı
Mani'nin 3üncü yüzyılda başlattığı Manicilik (Evreni iyilerle
kötülerin savaş alanı olarak gören, insanın mutluluğunu bu tür
karşıtların değerlendirmesinde arayan) dini ile tanıştıkları
bilinmektedir.
Bütün din-devlet gelenekleri arasında Türk göçmenlerini en çok
etkileyen inanç akımı İslamiyet akımıdır. İslam dünyasına ilk ayak
basanlar Uygurlardan ayrılan Oğuz Türkleriydi. Oğuzlar ise Avar ve
Göktürk dönemlerinden bu yana Türk yurdu olarak bilinen Turandaki
Türk birlikleri içinde yaşayan, batıya doğru göçleri sonrasında
toprağa yerleşerek tarımcılığa başlayan, yerli halklarla karışarak
kentleşen, İslamiyeti önce Sasanîlerden öğrenen, İran'daki Selçuklu
devletini kuran göçebe TÜRK boylarıdır. Bugün Batı ya da ön Asya'da,
Türkistan'da, Afganistan'da Azerbaycan, İran, Irak, Suriye ve
Anadolu'da yaşayan bütün Türkler, ortak ataları olan OĞUZ soyundan
gelmektedir.
Oğuz ili, gönül rızası (?) ile Müslüman olduktan sonra TÜRKMEN adını
aldılar. Azerbaycan Türkleri, Irak, Anadolu ve Rumeli Türklerinin
hepsi Oğuz Türkü, Türkmendirler. Batı Türkistan'da Sovyetler
tarafından kurdurulmuş sözde Türkmenistan Cumhuriyeti halkı da
Türkmendir. Göçebeliğe devam edenlere Türkmen denilmekle birlikte,
bu tabir daha ziyade yarı göçebeler için kullanılmıştır. Göçebelere
ise YÖRÜK denmiş olup, bu kelime "YÖRÜMEK'den" gelmektedir.
Katolik kilisesi Kardinallerinden NEWMANN'ın (1845)
değerlendirmesine göre; "Vizigotlardan Sarasenlere değin,
Hıristiyanlık dini ile temasa geçen bütün ırklar, kavimler er geç
Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu genel kuralın tek istisnası
Türklerdir" demektedir.
Türk'lerin Orta Asya'da gelişen kültür yapıları ve Asya Türk
uygarlıklarının İslam Uygarlığı ile uyumu güç olmamıştır. Bunun üç
temel nedeni vardır:
Türk töresinin İslam ilkeleri
ile çelişmemesi, uyumu kolaylaştırmıştır.
İslam uygarlığının dini temele dayalı oluşu nedeniyle, büyük
ölçüde kurum, düşünce tarzı ve davranışların aynen ve çok kısa
süre içerisinde kabul edilmesi, benimsenmesi ve uygulanmasının
kolaylaştırmıştır.
Askeri başarılar; batıya doğru gelişen Türk akınlarının İslam
uygarlığının temsilcilerini yenmesi, olarak belirtilebilir.
Anadolunun Türkleşmesi
Çini fethedip Çinlileşen, Batı Asya'yı fethederken İslamiyeti kabul
eden, Balkanları fethedip Bulgarlar gibi Slavlaşan veya Hıristiyan
olan Mısır'da, Suriye'de yerli halkla karışıp Araplaşan Türk
fatihler, Küçük Asya'da Türk kimliklerini nasıl korudular? Bin
yıllık Hıristiyan Rum diyarından Müslüman bir Türk ülkesi yaratmayı
nasıl başardılar? Amerikalı Linton çeşitli nedenler ya da
varsayımları arasından bu konuyla ilgili olarak seçilmiş şu
görüşleri vurgulamaktadır.
a. Türkler ve Türkmenler devlet
kurdular ama kurdukları devletlerin tam sahibi olamadılar,
yerleşik hayata geçmeye razı olmadıkları için de yönetim dışında,
devletin karşısında kaldılar.
b. Yitmediler, çünkü Türk ve Türkmen göçleri yüzyıllar boyu sürdü.
Yeni ve arkadan gelen göç dalgaları, yerleşik kültürde özümsenen
boyların yerini alarak Türk töresini, dilini ve bağımsızlık ruhunu
canlı tuttular.
c. Dünya görüşlerinde de önemli gelişmeler oldu. Türk dünyası,
artık Türk olmayanı talan etmeye değil, onu fethedip yöneterek
haracını almaya yöneldi.
Anadolunun
Fethini Kolaylaştıran Nedenler
Anadolunun fethedilmesinin ana nedenleri olarak
a. Yeni kurulan Selçuklu Devleti
(1077) karşısında yıpranmış bir Bizans İmparatorluğu vardı.
b. Selçukluların güçlü, Süvarilerden oluşan ordular olmasına
karşın, karşısında savaşan Bizans ordusu ise gönüllüler ve ücretle
yabancılardan tutulmuş askerlerden meydana geliyor ve çoğu zamanda
isteyerek savaşmıyordu.
c. Anadolu, Bizanslıların kanunsuz vergilerinden dolayı sefalet
halindeydi. Halk Bizans idaresinden memnun değildi.
d. Anadolunun doğusunda, Fırat dolaylarını da içine alan BÜYÜK
ERMENİSTAN Krallığı mevcuttu. Selçuk akınları başlamadan önce
Bizans İmparatoru 9. Konstantin (1042-1055) bu Krallığı parçaladı.
Ermeni Krallığının kaldırılması Bizanslılar için bir felaket oldu.
Çünkü bu Krallık, Selçuklularla Bizanslılar arasında tampon
vazifesini görüyordu. Selçukluların Anadolu içlerine girebilmesi
için ilk mücadeleyi Ermenilerle yapması gerekiyordu. Bu yönüyle
BÜYÜK ERMENİSTAN krallığının parçalanması Selçukluların işini
kolaylaştırmıştır.
Osmanlılar ve Türkler
Osmanlı Devleti yerini aldığı Roma gibi, çeşitli din, millet, dil
kültürlerden oluşan Dünya İmparatorluğu olarak kurulmuştu, öyle de
kaldı. Osmanlı hem Selçuklu ile Bizans'ın, hem de Doğunun (yani
Karahanlıların, İranlıların, İlhanlıların, Arapların) devamıydı
denilebilir. Bizans ülkelerini fetheden Osmanlılar, Bizans ile iç
içe yan yana yaşadı, yüzyıllar süren ortaklık boyunca, Bizans
kültürü Osmanlı'dan etkilendiği gibi; Osmanlı'nın de Bizans'tan
etkilenmesi kaçınılmazdı. Batılı olsun, Türk olsun, tarihçiler, bu
etkileşimi çoğu kez yalnız üst yönetimde, bürokraside, devletin
varlık felsefesinde aradılar. Oysa, sözgelişi, kara veya renkli
çarşafla, peçeyle örtünmesi geleneğinin, saray ve konaklardaki harem
ve kızlar ağası kurumunun, eski İstanbul evlerindeki pencere
kafeslerinin, Dünyanın "Türk Hamamı" olarak tanıdığı "Roma
Hamamı'nın" hatta İslam Dinindeki "Suret" (resim / heykel) yasağının
bile Bizans'tan alınmış olabileceğini gösteren kanıtlar vardır.
Osmanlı bütün kültürel kaynakların yaşayan bir bileşkesiydi. Ama
kendini yenileyemedi. Bir yere geldi durdu varlığını yeniden
yaratacak gelişmeleri izleyemediği için tükendi. Bu sonuç hemen
bütün İmparatorlukların başına gelmiştir. İki Dünya Savaşını kazanan
Büyük Britanya bitti; Sovyet İmparatorluğu dağıldı. A.B.D'de ise
dünya egemenliğinin ne kadar süreceği konusu, dışarıya fazlaca
yansıtılmadan tartışılıyor.
Osmanlı Devleti, tarım ekonomisi ile savaş (haraç) gelirlerine bağlı
bir devlet olarak doğdu, öyle de kaldı. Gelişen sömürgeci endüstri
ekonomisinin boy hedefi olarak yıkıldı. Ekonominin önemini anladı
ama verimini arttıracak önlemleri alamadı. Türkolog Melikoff'un
söylediği gibi: "Toprağa toprak kattı ama değere değer katamadı.
Sömürgeci değil, varlığı koruyan (Statükocu) oldu. Çok sıkıştığında
kendi insan kaynaklarını (Anadolu'yu) zorladı; toplumdan gelen
tepkilerle, ayaklanmalarla uğraştı durdu. Akdeniz'e bir süre egemen
oldu. Hint Okyanusu'na ulaştı; ama haraç için çıktığı çoğu savaşlara,
denizle deryayı ekonomik amaçla ya da ticaret maksadıyla kullanamadı.
Piri Reis gibi bir denizciyi yetiştirdi ve öldürdü; onun
geliştirdiği deniz haritacılığından faydalanamadı."
Cevdet Paşaya göre; "Toplumlar ya da kültürler, canlılar gibi doğar,
gelişir ve göçerler. Devlet örgütü, bu canlı varlığın hekimi ya da
ilacı gibidir; kaderini değiştirmese bile ömrünü uzatmaya çalışır."
Oysa doğup göçenler, toplum ya da kültürler değil, devlet kurumları/yönetim
örgütleridir.
Her uygarlık, zirveye veya sona ulaştığında, kaygılanır, öz
kaynaklarını araştırmaya başlar. Bu çaba Osmanlı'nın Tanzimat
döneminde de görülmüştür. Türk tarihi yani ilk kimlik araştırmaları
da böyle başlamıştır. Kendi köklerini arayan Osmanlı yüzyıllardır
Osmanlı kimliğinde- veya gölgesinde- yaşayan göçebe Türk'ün
varlığını da böyle keşfetmiştir. Temel soruya dönersek; "Kim kimin
kimliğinde idi?" Osmanlı mı Türk'tü, yoksa Türkler mi Osmanlı?
Dünyanın Osmanlı'yı "TÜRK" olarak gördüğü ama Osmanlı'yı "Devlet-i
Aliyye" (Yüce Devlet veya Devletlerin yücesi) olarak adlandıran
Osmanlı Ulemasının, Türk ve Türkmenleri küçümsedikleri, hizmet
ettikleri Devlet-i Aliyye ile onun kullarını yani kendilerini "TÜRK"
saymadıkları aşikar bir şekilde anlaşılmaktadır.
Kimliğni
Arayan Türk Devrimi
J. Arnold Toynbee'nin vurguladığı gibi; "Osmanlı tarihi gelişme ve
değişmeyi durdurmaya, üzerinde yaşadığı toprakları, yönettiği
toplumları değiştirmemeye çalışmıştı."
Birinci Dünya Savaşı sonunda (1920) imzalanan Sevr Antlaşması ile
İmparatorluğa son verilerek, Küçük Asya'nın etnik bölge halkları,
bağımsız olarak yeniden yaratılmak isteniyor, Türk'lere Orta Anadolu
ile Kuzeyinde geleceğe hiç de güven vermeyen bir sığınma bölgesi
bırakılıyordu. M. Kemal Paşa'nın öncülük ettiği AMASYA GENELGESİ (22
Haziran 1919) birçok tarihçi tarafından Milli Mücadele ve Türk
Devriminin başlangıcı olarak görülür.
Uzun uğraşıdan sonra Cumhuriyet kurulmuştur ama Osmanlı'dan miras
kalan yapısal-kurumsal çelişkiler Cumhuriyet döneminde sürmekte, su
yüzüne çıkmaktadır. Buradaki temel güçlük, yeni Türk insanını
yaratmak kararını veren devrimci önderin, yeni TÜRK insanını
yetiştirmek üzere çağdaş bir kültür yaratmaya girişmesi; bu ülküsünü,
çağdaş Batı örneklerinden esinlenerek, din veya kan birliği üzerine
değil de, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerinde
gerçekleştirmek istemesinden kaynaklanıyordu. "Türkiye
Cumhuriyeti'nin temeli kültür olacaktır." ama "geleneksel İslam
kültürü değil, ÇAĞDAŞ/LAİK Türk kültürü olacaktır." şeklindeki
söylevi ile ATATÜRK bu konuya açıklık getirmiştir.
Atatürk'ün yenileşme ve kültür değiştirme programı kısa sürede
uygulamaya konularak gerçekleştirildi. Ancak bu uygulamaya geçiş
esnasında, Sovyetler Birliği'ndeki 1917 Ekim devriminden başka örnek
alınacak model bilinmiyordu. Bu yenileşme programı liderin kararlı
ve ödün vermeyen inanç ve iradesi doğrultusunda uygulandı; ama bir
tarih/kültür boşluğu da yarattı. Bu bir kimlik değiştirme
denemesiydi. O güne değin "Müslüman olduğuna ve doğduğuna şükredip",
"padişahım çok yaşa" diye haykıran Osmanlı tebaası Türklerden, şimdi
"Ne mutlu Türküm" ya da "Yaşasın Cumhuriyet" demeleri isteniyordu.
Atatürk'ün,
Ne mutlu Türküm diyene!
Türk, övün, çalış, güven!
sloganları, bu ülküye yönelik yatırımlar olup, Osmanlı'ya "Osmanlılığı
unut kendine dön, Türk ol" demekteydi. önderin yakın çevresinden
başlayıp yayılan dalgalar halinde, Türkler bu gidişe ayak uydurmaya,
geride kalmamaya çalıştılar.
Atatürk 1932 tarihinde TÜRK TARİH KONGRESİNİ Ankara'da topladı. Bu
kongrede Ortaya konulan teori: "Türklerin bütün insan uygarlığının
beşiği olan ORTA ASYA'dan çıkmış, beyaz ve ariyen bir ulus olduğuydu".
Bu bölgenin gittikçe kuraklaşması sonucu TÜRK'ler uygarlık
sanatlarını da birlikte götürerek, dalgalar halinde ASYA ve
AFRİKA'nın çeşitli yerlerine göç etmişlerdi. ÇİN, HİNT ve ORTADOĞU
uygarlıkları hep bu şekilde kurulmuştu. Son zikredilen uygarlıkların
öncüleri her ikise de TÜRK budunları (kavimleri) olan SÜMERLER ve
ETİLER'di. Bu gerçek, yarı gerçek ve yanlışlık karışımı, resmi
doktrin olarak ilan edildi ve araştırma ekipleri bunu kanıtlama
işine koyuldular. Türk gururunun ve özsaygısının şevklendirilmesi
şüphesiz Mustafa KEMAL'in bu teorideki amacının esas bölümü olmakla
beraber birinci maksadı (ereği); TÜRK'lere Anadolu'nun gerçek
vatanları, çok eski zamanlardan beri millet olma niteliklerinin
merkezi olduğunu öğretmek ve bu suretle ULUS ile ÜLKE arasındaki (yani
Batının egemen ulus- devletlerindeki vatancılık temellerini)
gelişmesini hızlandırmaktı. Ondan sonraki yıllarda fazla tutarlı
olmayan tarih teorileri sessizce terk edilip nezihçe tarihe
gömülmüştür. Ancak, kuvvetlenmesine hizmet ettikleri VATAN bağlılığı
da durmaksızın büyümüştür.
Türkiye'de Kimlik Arayışları
Türk toplumundaki değişmelerin yarattığı kültür boşluğunu, yani
kimlik arayışını ilk görenler yabancı gözlemciler olmuştur. 27 Mayıs
1960 Milli Birlik müdahalesinden hemen sonra, TACHAU (1962-63), "Türk'lerin
ulusal bir kimlik arayışında olduğunu" söylemiştir. Türk Aydınının
soruna ilgi duyması ise Fransa'daki "kimlik bunalımı"
tartışmalarından(1980) sonradır. Türk aydın ve düşünürü, aslında
GÜLHANE HATTI VE TANZİMAT FERMANI'ndan bu yana en az yüzyıldır
kimlik arayışları içindeydi.
1980-1990 döneminde (Prof.Dr. Cengiz GÜLEÇ) yapılan çalışmalarda "Türkiye'de
kültürel kimlik krizi" kapsamında saptanan eğilimleri 5 TÜR KİMLİK
SEÇENEĞİNDE toplayabiliriz. Bunlar;
1) ANADOLUCULAR (ANADOLU HUMANİZMİ)
Anadolu öncesi Türk kültürünü ve Selçuklu/Osmanlı kültürünü reddeden
bu görüş; Anadolu'da değişik ırk, din, dil, etnik özellikler
gösteren toplulukların bir potada eriyerek ortak bir kültürü
oluşturdukları savını destekler. Bu görüşün savunucuları olarak;
M.Cevdet ANDAY, Vedat GÜNYOL, Suat SİNANOĞLU'nu gösterebiliriz.
2) TÜRK-İSLAM SENTEZCİLER (Aydınlar Ocağı)
Milli kültürün iki ana damarı; Orta Asya'dan getirdiğimiz öz
değerler ve İslamiyet olup, Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşmak için
Batının sadece teknik ve medeniyetini almak yeterlidir, Ulusal
kültürün özünü korumak için Batı kültürünü almaya gerek olmadığını,
ulusal kültürün tarihsel kaynaklarının Orta Asya Türk kültürü ile
Selçuklu ve Osmanlı kültürü olduğunu iddia eden bu grup, Türklerden
önceki Anadolu uygarlıklarını reddederler. (İbrahim KAFESOĞLU, İsmet
ÖZEL).
3) ATATÜRKÇÜLER
Bu grup, Batılılar karşısında güvensiz, ezik, neredeyse aşağılık
duygusu içinde olan Türk halkının onurunu yükseltmek, olumlu bir
kimlik imgesi sağlamakla mümkündür, Türk kültürü Cumhuriyetle
başlamıştır, ulusal kimliğin yerleşmesi için Osmanlı kültürünün
reddedilmesi gerekir savını desteklemektedir (Emre KONGAR, Anıl
ÇEÇEN, Atilla İLHAN).
4) ÇAĞDAŞ KÜLTÜR SENTEZCİLER
Çağdaş ulus olma; gelişmiş bir tarih ve ulus bilinci
gerektirmektedir, kültür tarihimiz; Türklerden önceki ANADOLU tarihi,
Anadolu'dan önceki Türk tarihi, Anadolu'nun İslamlaşması ve
Türkleşmesi, Osmanlı tarihi ve Türk Devrim tarihini kapsamalıdır
savını ileri sürmekte olan bu grubu destekleyenler: Taner TİMUR,
Bozkurt GÜVENÇ, Mete TUNCAY, İlber ORTAYLI'dır.
5) GÖÇEBE KİMLİĞİ
Kimlik Sorununa; Yerleşiklik-Göçebelik bağlamında yaklaşan bu görüşe
aydınlar fazla itibar etmemişlerdir (Demirtaş CEYHUN).
Dünyadaki Türk İmgeleri (İmajı)-Algılar
Kimlik ile İmge aynı toplumsal kültürel varlığın iki yüzü gibi olup,
Kimlik konusu nasıl bir tarihi ya da kültürel bir olgu ise, imgeler
olgusunun da, tarihi ya da kültürel kökenleri vardır.
Örneğin; Japon ulusuna beslediğimiz özel hayranlık ya da saygının
gerisinde Ertuğrul faciası (1889) ile birlikte Japonların bu olayda
gösterdiği ulusal duyarlılığın payı büyüktür.
Çözemediğimiz olaylarda aradığımız "İngiliz parmağı" nın gerisinde
ise, yıkılan; Osmanlı mirasına sahip çıkan İngiliz Siyasetinin
başarısına karşı duyduğumuz hiddetle karışık kıskançlığın tortuları
vardır.
Fotoğraf örneğindeki gibi, hemen hiçbir ülkenin kimliği ile imgeleri
birbirine tıpatıp uymaz. Her toplum kendisini dünyanın hatta evrenin
merkezine koyar. ötekileri genellikle kendisinden aşağı yerlerde
görür, değerlendirir. Etnosantrizm (Biz-Merkezcilik) adı verilen
evrensel eğilim, ülkelerin imgelerini de etkiler.
Biz Türkler nasıl İranlıya "Acem"; Araplar için "Ne Arap'ın
yalellisi ne Şam'ın şekeri" diyorsak; bütün komşularımızın de biz
Türkler için benzer övgüleri vardır. Doğru/yanlış/haklı/haksız-Bizim
"Moskof Gavuru'muza", Moskovalı "Anlayışsız Türk" ile karşılık verir.
Bu tür kanılar, imgeler hızla oluşabilen fakat kolay değişip
silinmeyen, toplumsal değer yargılarıdır. Diğer Batı Toplumları
nazarında Ortaçağdan günümüze değin değişik Türk imgeleri-kuşkusuz
çoğunun reddedip beğenemeyeceğimiz-değişik dokümanlarda çok geniş
bir yelpaze ile sunulmuş olup, bunlardan birkaçını örnek olarak
vurgulamak istiyorum:
12. yüzyılda yaşamış Antakya patriği Süryanî MİKAİL meşhur
VAKAYİNAMESİ'nde eski TÜRK meziyetlerini şöyle anlatılmaktadır :
Garp estetiğince eski Yunan tipi ne ise, Şark estetiğince de TÜRK
tipi o dur. Onun için Avrupa'da her şeyden önce "KUVVET" timsali
olan eski Türk, Asya'da her şeyden evvel "GÜZELLİK" timsalidir.
Türk'lerin teşkilatlanma ve toplum yönetimi konusunda Hz. Muhammet,
"Türk'ler size dokunmadıkça, siz onlara dokunmayın. Ümmetimin
idaresi sonunda Türk'lerin eline geçecektir" demiştir.
Prof. Bozkurt GÜVENÇ'in "Türk kimliği" kitabından da iki örnek
vermek istiyorum. Bunlardan ilki Pritchett'in (1964) "Yüzüyle Oturan
ya da Oturan Yüzlü Türk " tanısıdır.
"Kimse Türkler gibi güzel, rahat, yayılıp gevşemiş olarak, ilik ve
kemiğiyle, ruhu ve bedeniyle oturamaz; otursa da keyfini çıkaramaz.
Oturmak, Türk insanının özgün niteliğidir. Bedeninin her hücresi,
yüzünün çizgileriyle oturur. Sanki hiç kalkmamış ya da
kalkmayacakmış gibi. Bu sanatı, Topkapı Sarayındaki Sultanlardan
öğrenmiştir sanki. Başkalarını,evine, ofisine, odasına, okuluna,
bahçesine oturmaya çağırır. Gelmeyene gücenir. Oturmayan konuğun
ziyaretini saymaz. Resmi toplantılara Oturum derler. Oturumlara Ad
ve Sayı verirler. En ciddi konuşmalar bir köşeye çekilip oturarak
yapılır. Üç-beş hal hatırdan sonra, oturanlar genizlerini temizler,
derin bir sessizliğe gömülür-oturmaya devam ederler."
Aslında hiç kalkmayacakmış gibi oturmak Türkmen/Yürük geleneğine
ters düşmektedir. Yayılıp oturmak, binlerce yıllık göçerliğin
sonrasız ya da Türk tarihini, Türk Kimliğini bu kadar basite
indirgemek ne mümkün, ne de doğrudur. Olgunun başka ve değişik
boyutları olmalıdır.
Diğer bir imge örneği ise, İngiliz Tarihçi Geofrey LEWIS'in TÜRK
PORTRESİ (1974)dür.
Türkler, Çekingen ve saygılı insanlardır. Doğu'nun İngiliz (centilmen)'leri
olarak da tanımlanmışlardır. Sohbet toplantılarında - bizler gibi
şarkı söylemek yerine - şiirler okur, öyküler anlatırlar. (Ortadoğulu)
komşuları kadar gül, güleç kimseler değildirler. Ağırbaşlı ve
ölçülüdürler. Hata yapmamaya çalışırlar. Mahcupturlar. 600 yıllık
dünya imparatorluğunun sorumluluk sahibi,ağırbaşlı varisleridir.
Konuksever ve kibardırlar. "Siz bizim konuğumuz oldunuz"
gerekçesiyle, yabancı müşterisinden para almayan tok gözlü otel
sahibi, dünyanın başka hangi ülkesinde nerede bulunur?
İskoçlar gibi asık yüzlüdürler. Mizah duygusuna sahip olmadıkları
söylenir. Duygusal ve onurludurlar. Kolay alınırlar. Yabancıların
Türkler hakkında neler düşündüğünü merak ederler. "Müthiş" ve "tembel"
Türk yakıştırmaları gerçek, geçerli değildir.
Zor ve giderek zorlaşan dünyamızda yaşamını onuruyla ya da öz
saygısıyla sürdürmeye çalışan ne güzel insanlardır!
Yukarıda arz ettiğim yabancılar nazarında Türk imgesine, son olarak
bizden bir örnek vermek istiyorum. Orhun yazıtlarında (MS. 732) "Türk
doyunca acıkacağını, acıkınca da doyacağını bilmez" ibaresi
mevcuttur. Bununla da denmek istenen "önünü, sonunu düşünmez, o anı
yaşar" ifadesidir.
Bu olumlu/olumsuz imgeler karşısında bizim hareket tarzımız; Dünya
ülkeleri bizi tanımamışsa kendimizi tanıtmalı, yanlış tanımışsa
yanlışlıkları düzeltmeli, doğru tanımışsa da bunu korumak olmalıdır.
Kaynaklar
Türk Kimliği (1. Baskı) - Prof. Bozkurt GÜVENÇ
Türkiye'de Kültürel Kimlik Krizi, Prof. Cengiz GÜLEÇ
Çağdaşlaşma, Kültür, Sinema Üzerine, Nijan ÖZÖN
Yabancıların Gözüyle Türkler Ve Türkiye, Prof.İsmail PARLATIR
Türk Aydını Ve Kimlik Sorunu, Sabahattin ŞEN
Tarihe Hükmeden Millet, Türkler, Prof. Cemal ANADOL
Modern Türkiye'nin Doğuşu, Bernard LEWİS
Irk, Tarih Ve Kültür, Cladue Levi STRAUSS
Çok Kültürcülük, Prof. Charles TAYLOR
Uygarlık Tarihi, Server TANİLLİ
Türk Kültür Tarihine Giriş, Prof. B. ÖCEL
İlk Müslüman Türk Devletleri, M. Çağatay ULUÇAY
Taş Çağından Osmanlı'ya Anadolu, Erhan AKYILDIZ
Derleyen Halit Yıldırım |
|