| 
		Bir kere geçmişi 
		itibariyle Batının, Batı olmayana karşı en küçük bir üstünlüğü yoktur. 
		Başkalarına atfedilebilecek her türlü vahşet, ilkellik, iğrençliği 
		Roma’da da, Yunanistan’da da, Hıristiyanlıkta da, Yahudilikte de; yahut 
		Batıya atfedilen üstünlük, zeka veya yeteneği başkalarında da gör¬mek 
		mümkündür. Batı uygarlığı, kendi içinde bile muazzam bir kan seli¬nin ve 
		iğrençliğin üzerine kuruludur. İsa’yı Yahudiler öldürtmüş, Roma yüz 
		binlerce Hıristiyan’ı, Katolikler ve papalar yüz binlerce Protestan’ı ve 
		söz¬de inanmayanı, Hitler milyonlarca Yahudi’yi, Avrupalılar Birinci ve 
		İkinci Dünya Savaşı’nda birbirlerini kesmiştir. 
		  
		Batı için, asıl 
		kötü sicil Batı dışındaki tutumudur. Öyle yüzlerce yıl geri¬ye gitmeye 
		de gerek yok. İngiltere’nin, kendisi için büyük bir gelir kaynağı 
		oluşturan afyon kullanımının Çin hanedanınca yasaklanması üzerine Çin’e 
		karşı başlattığı ünlü Afyon Savaşlarının tarihi 1895’tir. Fransa, Henri 
		Chariere’nin Kelebek romanına konu olan, bir Okyanus adasındaki ünlü 
		hapis¬hanesini ancak 50 yıl önce 1952’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan 
		sonraki ba¬rış, demokratikleşme modası sırasında mahcup olmamak için 
		kapatmış, ama Cezayir hegemonyasını 1962’ye kadar bırakmaya 
		yanaşmamıştır. Fransa ve ABD’nin Vietnam macerası henüz 40 yıllık, 
		Batının kışkırtmaları ile yaşanan 1980-1989 İran Irak Savaşı veya 
		Irak’ın 1991’de Ku-veyt’e sal¬dırısı henüz 1020 yıllık hikayelerdir. 
		Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hen-ri Kissinger, 4 fiubat 1985 tarihli 
		International Herald Tribune gazetesin¬de İranIrak Savaşı konusunda 
		büyük bir pervasızlıkla "Bizim amacımız İran ve Irak’ı, ya da bunlardan 
		birini tamamen yok etmek değil, kollarını kanat¬larını kırıp 
		güçsüzleştirmektir" diyebilmiş; aynı Kissinger, Başkan Allen-de’nin 
		öldürüldüğü 1974 fiili darbesinden sonra, gazetecilerin "Egemen, 
		bağımsız bir ülkenin seçilmiş başkanının ölümüne yol açan bir darbenin 
		baş aktörü olmayı ahlaki buluyor musunuz" sorusuna "Başkaları bunu 
		ah¬laki bulmayabilir. Benim için önemli olan Amerikan halkının 
		değerlendir¬mesidir. Biz Amerika’nın çıkarlarına göre hareket ediyoruz. 
		Amerikanın ulusal çıkarlarına uygun olan, aynı zamanda ahlakidir" diye 
		karşılık vere¬bilmiştir. Bugün de, 11 Eylül sonrası ABD ve Batı 
		politikalarını, Filistin kıyımını (ya da Batı ABD destekli İsrail 
		Vahşetini), Irak senaryolarını yaşıyoruz. 
		  
		Batıya atfedilen 
		"üstünlük"leri Norman Davies, "dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik 
		yönetim, hukuk devleti, bilimsel gelenek, toplumsal modernizasyon, 
		kültürel çoğulculuk, serbest piyasa ekonomisi ve yüksek Hıristiyanlık 
		erdemleri sayılan iyilikseverlik, bireye saygı" olarak özetlemişti. 
		  
		Bunlar, kısmen 
		ve göreceli olarak doğrudur. Hangisinin ne kadar doğru olduğu 
		tartışılabilir. Serbest piyasa ekonomisinin gerçekten herkesçe 
		benimsenmesi gereken bir erdem mi, yoksa Batı sömürüsünün bir aracı, 
		Batının işine yarayan bir silah mı olduğu sorgulanabilir. 
		  
		Ama, bunların 
		hepsi saygı değer erdemler olsa, Batı da hepsini gerçek¬ten hak etmiş 
		olsa bile, Batının bunları nasıl edindiği ve günümüzde bu de¬ğerlerin 
		niçin sadece Batıda bulunduğu önemlidir. Niye Müslüman toplumlarda bu 
		değerler genellikle yoktur? Batı uygarlığının en önemli unsuru 
		Hıristiyanlık ise, hiçbiri Müslüman olmayan Güney Amerika ülkelerinde 
		niçin bu değerler gelişmemiştir? Norman Davies’in hayranlıkla söz ettiği, 
		o sırada uygarlığın çok gerisinde darma dağın derebeylikler halindeki 
		Avrupa’nın ortasına kadar ilerleyen Arap Emevi Müslüman uygarlığı, ne 
		olmuştur da "dinsel hoşgörü, insan hakları, demokratik yönetim, hukuk 
		devleti, bilimsel gelenek, toplumsal modernizasyon, kültürel çoğulculuk, 
		serbest piyasa ekonomisi" vb.ni geliştirememiştir? "Avrupalıları 
		matematikle birlikte portakalla, limonla, ıspanakla, kuşkonmazla, 
		patlıcanla, enginarla, makarnayla, diş macunuyla tanıştıran" Araplar, 
		daha sonra zekalarını, bilgilerini, ruhlarını mı yitirmiştir? Bilimsel 
		gelenek, neden ilkel Avrupalıya bin beş yüz yıl önce matematik, cebir, 
		kimya öğreten, makarna, diş macunu üretecek teknolojiye sahip Müslüman 
		Arap’ta değil de Avrupa’da gelişmiştir? Bin beş yüz yıl önce koskoca bir 
		imparatorluk örgütleyebilmiş MüslümanArap niçin toplumsal modernizasyona 
		uzanamamış da tam tersi¬ne gerilemiştir? Çapulcu İspanyol istilacılara 
		adeta küçük dillerini yutturan Aztek, Maya, İnka uygarlıkları yer 
		yarılıp içine mi girmiştir? Hele Afrika, hep bugünkü sürünme noktasında 
		mıydı? 
		  
		Bu soruları cevaplandırmadan Batının 
		üstünlüğünü adeta kutsallaştırmak, kutsallaştıran Avrupalı ise bir 
		küstah uyanıklık, Avrupalı değilse en azından aptallıktır. 
		  
		Avrupa’nın sahip 
		olduğu üstünlüklerin temelinde teknolojik gelişme, bunun altında da 
		kaçınılmaz olarak para, kaynak yatar. Bu kaynağın tamamı "öz kaynak" 
		değildir. Avrupa’da petrol yoktur; kömür ve demir dışında dikkate değer 
		madeni yoktur. Olsa bile o dönemde varlığı bilinmiyordu, ihtiyaç yoktu; 
		bilinseydi ve ihtiyaç olsaydı bile işleyecek teknoloji ve sermaye 
		birikimi söz konusu değildi. O zaman, kendisindekinden çok daha fazla 
		kaynağı Avrupalı nereden bulmuştur? 
		Bu birikimin başlangıcı, Amerika 
		kıtasının keşfi, tapınaklarının merdivenlerini bile altından yapan Aztek, 
		Maya ve İnka uygarlıklarının büyük zenginliğinin Avrupa’ya 
		aktarılmasıdır. Kuzey Amerika’nın Kızılderilileri gibi, atının üstündeki 
		İspanyol’u bir bütün, dolayısıyla doğaüstü bir güç sa¬nıp, tapınma 
		anlamında yere kapanan Güney Amerika yerlileri de silahı,sa-vaşı 
		bilmemektedir. Dolayısıyla, bu insanları önce kandırıp sonra kesmek zor 
		olmamıştır. 
		  
		Nitekim 
		Schumpeter de, her ne kadar "kapitalist işletmelerin gelişmesin¬den ayrı 
		olarak" vurgusunu yapsa da kapitalizmin gelişmesindeki beş ana faktörü "devletin 
		rolü", "altın"ın henüz ekonomiyi belirleyecek güce erişmemiş olması, "nüfus 
		artışı", "coğrafi keşişer ve fetihler", "teknolojik gelişme" olarak 
		sıralamaktadır. Schumpeter’in coğrafi keşişer ve özellikle "fetihler" 
		yerine "emperyalizm" demeyişini, önceki bölümlerde aktardığımız militan 
		kapitalizmseverliği, hatta kapitalizmtapınısı karşısında anlayışla 
		karşılamak gerekir. Ama o bile, "iktisatçıların coğrafi keşişer ve 
		fetihlere daha fazla önem verdiklerini" kabul etmekte, kendisinin de 
		geç¬mişle ilgilendiği sürece bunları göz ardı etmeyeceğini belirtmekte 
		ve şunları söylemektedir: 
		  
		"Yeryüzünü ekonomik yönden de 
		geliştiren, bir çok hammadde, yiyecek maddesi, tarımsal ve endüstriyel 
		malı ortaya çıkaran, yeni şehirlerin, merkezlerin kurulmasını sağlayan 
		bu gelişme, aslında üretimi önemli ölçüde geliştiren bir unsur değil 
		midir? Böyle bir koz, başka ekonomik sistemler için de bir zenginlik 
		sebebi teşkil etmez mi? Bu düşünceye katılan sosyalistler bile vardır. 
		Bunlara göre, Marx tarafından bir determinizm sistemi içinde ortaya 
		atılan «fakirleşme» teorisi ve bunun halk kitlelerine yayılması fikri, 
		ancak yeni bölgelerin keşfi sayesinde gerçekleşmemiş; eski kıtalardaki 
		işsizlik yoğunlaşması yeni ülkelerden yararlanılarak önlenmiş, böylece 
		proletarya hiç değilse «bir nefes alma» imkanı bulmuştur. 
		  
		Yeni ülkelerin 
		bulunmasının kapitalizme sunduğu şans küçümsenemez, ama bu şansların da 
		ancak bir defa için ortaya çıktığı bir gerçektir. Ancak, her türlü 
		toplumsal organizasyondan bağımsız olarak oluşan şanslar ilerlemenin ön 
		koşuludur ve tarihte ancak bir kere gerçekleşebilirler. ... kapitalist 
		gelişme de bu tip şansların kullanılması ve girişimcinin faaliyet 
		alanına girmesi demektir. ... yeni ülkelerin değerlendirilmesinin, 
		demiryollarının yapımı, deniz ulaştırması, tarım makineleri v.b. gibi 
		bütün araçları sağla¬yan girişimciler kanalıyla olmuştur. Gelişme, 
		tamamen kapitalist gelişmeye paraleldir. ..." 
		  
		fians, tamamen 
		insanın iradesi dışında ve fakat tesadüfen onun çıkarına, iyiliğine 
		gelişen olay demektir. Peki, "devletin rolü", "altın"ın henüz ekonomiyi 
		belirleyecek güce erişmemiş olması, "nüfus artışı", "coğrafi keşişer ve 
		fetihler", "teknolojik gelişme"... Bunların hangisi şans eseridir? 
		Hangisi insan iradesi dışındadır? Devleti insan oluşturmamış, değişik 
		alanlardaki rolünü o tayin etmemiş midir? Altını insan bulmuş, 
		ekonomide¬ki rolünü insan belirlemiş değil midir? İnsanlar kendi 
		iradeleri ve keyişeri dışında mı çocuk yapmış, üremiştir? Coğrafi 
		keşişer, fetihler, teknolojik gelişme, insan iradesinin dışında mıdır? 
		  
		Schumpeter anlamsız, akıl dışı bir "savunma 
		psikolojisi" içindedir. Nite¬kim hemen aşağıda kapitalizmin gelişmesinin 
		beşinci unsuru olarak tekno¬lojik gelişmeyi değerlendirirken "Bazı 
		çevrelere hakim olan, kapitalizmin gelişmesinin, büyük ölçüde üretim 
		metotlarını baştan aşağı yenileyen icatlara, keşişere dayandığı 
		şeklindeki düşünce yanlıştır. Çünkü teknik yeniliklerin uygulanması, 
		esas olarak iş adamlarının «kazanç avı» sayesinde mümkün olmuştur. ... 
		İcat edici, keşfedici, yaratıcı çalışma da kapitalizmin bir eseridir. 
		... kapitalist etkinlik ve teknolojik gelişme, üretimdeki gelişmenin iki 
		ayrı faktörü değil, birbirini tamamlayan iki bileşik unsurdur. Hatta 
		kapitalist faaliyet, teknolojinin itici gücü niteliğindedir. Yeni 
		ülkelerin değerlendirilmesi ve teknolojik gelişme, uzun vadede 
		birbirleriyle çelişir görünmektedir: Oysa bunlar kapitalizmin mutlak 
		başarıları olmakla birlikte, tekrar edilemeyen olaylar ve uygulamalardır" 
		(Schumpeter, 1974: 170, 177) diyerek hem kendisiyle çelişkiye düşmekte, 
		hem de genel olarak kapitalist sistem açısından yine bir "merdi kıpti" 
		olarak "şecaat" arz edeyim derken "sirkatin" söylemekte; üstünlük, 
		başarı dediği şey, sonunda hırsızlığa çıkmaktadır. 
		  
		Schumpeter, yeni ülkeler keşfini, 
		sanki Antarktika’nın keşfi gibi, hiç kan dökülmemiş, hiç yağma, talan 
		yapılmamış, tamamen bilimsel ve insani amaçlar güdülmüş gibi 
		anlatmaktadır. Antarktika’nın keşfinin bile iyi niyetle yapılıp 
		yapılmadığını, orada insanla, insan yerleşmeleriyle, bir uygarlıkla, bir 
		zenginlikle karşılaşılsaydı, Kolomb ve haleşeri gibi davranılmaz mıydı 
		bilemiyoruz. 
		  
		Ama daha 
		önemlisi, "yeni ülkelerin keşfi"nin tarihte ancak bir kez yaşandığı 
		iddiasıdır. Sanki Amerika’nın keşfi ilk ve son keşiftir. Oysa 
		Amerika’nın keşfi bile Güney Amerika ile bitmemiş, onu Kuzey Amerika 
		izlemiş¬ken, Batının Senegal’i, Kongo’yu, Tanzanya’yı, Zimbabwe’yi, 
		Angola’yı, Afganistan’ı, Hindistan’ı, Pakistan’ı, Çin’i eskiden beri 
		bildiğini nasıl varsayalım? Önemli olan yeni bir keşif değil, bir yerin 
		daha sömürgeleştirilmesidir. Sömürgeleştirilen yerin varlığının önceden 
		bilinip bilinmemesinin hiçbir anlamı yoktur. Amerika’nın keşfi sadece 
		öğretici, uyandırıcı, tetikleyici ve alt yapıyı oluşturan bir 
		başlangıçtır. Batı Amerika’yı keşfettikten sonra "aa, bilinmeyen yerleri 
		keşfetmek ne güzel, ne heyecanlı" diye başka yerler keşfetmiş değildir. 
		Hatta Amerika’ya da bilinmeyen yerleri keşfetmenin keyfi nedeniyle değil, 
		tam tersine bilinen bir yerin, Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmak 
		isterken gelmiştir. Dünyada keşfedilecek, yani varlığı bilinmeyen başka 
		yer yoktu; maksat keşifse orada durmak gerekirdi. Asya ve Afrika’nın 
		varlığı biliniyordu, keşfedilmelerine gerek yoktu; oralara neden gidildi? 
		  
		Schumpeter, bir düz mantık oyunu ile "Amerika 
		bir kez keşfedilir" demek istiyor. Bir "bilinmeyeni" ortaya çıkarmak 
		açısından bu doğrudur. Ama asıl keşfedilen, "bilinen" Afrika ve Asya’nın 
		da sömürülebileceğidir, yani Schumpeter’in iddiasının tersine tarih 
		tekerrür etmiştir. Asıl amaç, kendi deyimiyle "kazanç avı"dır. Bu avın, 
		tarihte bir kez cereyan eden bir olay ol¬ması mümkün mü? 
		  
		Özetle Avrupa 
		sermaye birikiminin, kapitalizmin temelinde bu talan ve soygun vardır. 
		Sonraki gelişmelerin tetikleyicisi budur. 
		  
		Kuşkusuz Osmanlı 
		İmparatorluğunun zayışamaya başlamasına kadar bu gelişme çokça dışarı 
		açılma olanağı bulamamıştır. Kristof Kolomb’un, her ne kadar yanlışlıkla 
		Amerika’ya gitti ise de, Batı, Ümit Burnunu dolaşıp ipek ve baharat 
		kaynağı Hindistan’a ulaşmayı, bu Osmanlı engeli nedeniyle göze almıştır. 
		Güney 
		Amerika’dan Avrupa’ya akan zenginlikler, yani sermaye, teknolojik 
		gelişmeyi ateşlemiş, bu da ulaşım ve haberleşmeyi etkilemiş, askeri 
		teknolojiyi oluşturmuştur. Bu gelişmeleri ciddiye almayan ve o zamana 
		kadar topun dışında kılıç gücüyle Avrupa’yı dize getiren Os-manlı, 
		askeri teknolojide geri kalmış, coğrafya üzerindeki kontrolünü yitirmiş, 
		böylece dünya, önemli bir engeli ortadan kaldıran Avrupa’nın önüne 
		açılmıştır. 
		  
		Yine aynı 
		sermaye sayesinde başta İngiltere olmak üzere Avrupa, Afrika’ya ve 
		Asya’ya ulaşmıştır. Çünkü okyanus dalgalarına dayanıklı güçlü gemileri 
		ancak bu kaynaklarla yapabilmişler, böyle uzun ve masraşı yolculukları 
		ancak bu sayede finanse edebilmişlerdi. Ve Afrika’dan yüz, yüz elli yıl 
		içinde köle olarak Batıya götürülürken ölen ve öldürülen insan sayısı 
		hakkındaki en iyimser rakam 50 milyondur. 
		  
		Kısaca eski 
		Amerika uygarlıklarının talanıyla başlayan gelişme, yeni talan ve sömürü 
		olanakları, yani kapitalist emperyalizm ile devam etmiştir. Batının, 
		kendisi dışındaki uygarlıkları birer birer, ya fiilen, ya da 
		köleleştirerek, kişiliksizleştirerek yok ettiği açıktır. Batı uygarlığı 
		"tek"liğini buna borçludur. 
		  
		"Zengin arabasını dağdan aşırır, fakir 
		düz ovada yolunu şaşırır" mış. "Dinsel hoşgörü, insan hakları, 
		demokratik yönetim" vb. de aynı sermayenin eseridir. İlk talanın 
		sağladığı ilk teknolojik gelişme ve sanayileşmeyle oluşan ve sömürü 
		canına tak ettiğinde makineleri balyozlarla kırarak isyan eden Avrupalı 
		işçiler, öyle hemen sağlanıveren toplu sözleşme ve grev hakkı ile, 
		kuruluveren işçi partileri ile sakinleşmiş değildir. Batı kapitalizmi, 
		kendi işçisini, silah zoruyla sömürdüğü başka uygarlıklardan gelen 
		kaynaktan verdiği sus payı ile sakinleştirmiş, demokrasi, insan hakları, 
		hukuk devleti ve saire de bunun üzerine kurulmuştur. Yoksa Fransa’da 
		1789 devriminin, 1830 ayaklanmasının, 1848 Paris Komünü isyanının 
		yaşandığı, Eliot’un mantığıyla ancak Batı uygarlığının yaratabileceği 
		bir Victor Hu-go’nun hapislerde yattığı, siyasal baskılar yüzünden 20 
		yıl Belçika’da sür¬günde kaldığı dönem ile, Fransa Krallığının Afrika’da 
		sömürge fethi peşin¬de olduğu dönem aynıdır. Hugo ve elbette hemen bütün 
		benzerleri, sözde Batı uygarlığının değil, tam tersine Batının en vahşi 
		dönemlerinin ürünüdür. 
		  
		İnsanlara 
		insanca yaşayacak geliri grev yapmadan, isyan etmeden verir¬seniz toplu 
		sözleşme hakkı tanımak, kültürel hak tanımak kolaydır, hatta 
		gerekmeyebilir bile. İşveren bu parayı kendi kârından ödemediği için, 
		onun tepkisiyle karşılaşmak da söz konusu değildir. Yani para olunca 
		uygar olmak da, demokrat, hoşgörülü olmak da kolaydır. Arabalar kolayca 
		dağları aşar. Ama dış sömürü olanağı bulunmayan, kendi kaynaklarıyla 
		yetinmek zorunda olan toplumlarda, bir de mevcut kaynaklar dengesiz ve 
		adaletsiz dağıtılıyorsa (ki yine önemli ölçüde Batının etkisiyle böyle 
		olmaktadır), egemenlerin pastanın çoğunu yemeleri ancak baskıyla, 
		şiddetle mümkün olmakta, bu da toplumsal barışın etnik, dinsel vb. her 
		türlü nedenle hemen zedelenebileceği hassas bir ortam yaratmakta, bunun 
		karşısına yeni baskı tedbirleri çıkmakta ve bu böyle sürüp gitmektedir. 
		  
		Beş yüz yıldır 
		sömürdüklerini bir an için helal edelim ve Batıya soralım: Bugün bile, 
		sömürü olanaklarınızı yitirdiğiniz anda, sözünü ettiğiniz dinsel hoşgörü, 
		insan hakları, demokratik yönetim, hukuk devleti, vb.den ne kadarı 
		kalacaktır?  
		  
		Küreselleşme de 
		bu sorudan duyduğunuz endişeden kaynaklanın bir yeni sömürgecilik değil 
		midir? Küreselleşmenin de kurtaramadığı kapitalizmin tık nefes hale 
		gelmesinin toplumlarınızda yarattığı sorunlar (işsizlik, yabancı 
		düşmanlığı vb.), bu endişeyle örtüşmüyor mu? Yani sorun, sermaye 
		birikimini sürdürecek yeni sömürü olanaklarını, kendi dışınızdaki bütün 
		uygarlıkları, bütün dünyayı yoksullaştırarak yok etmiş olmanız değil mi? 
		  
		Nitekim ABD’ye yönelik 11 Eylül 
		saldırısı sadece Avrupa’ya özgü olduğu ileri sürülen değerlerin, başta 
		dinsel hoşgörü, kültürel çoğulculuk olmak üzere, insan hakları, 
		demokratik yönetim, hukuk devleti dahil birçoğunun nasıl birer kağıttan 
		kaplan olduğunu, sindirilmemiş olduğunu ortaya koymaya yetmiştir. Gerek 
		Amerika’da gerekse Avrupa’da, 11 Eylül’den sonra özgürlükler kısıtlanmış, 
		ulaşım, haberleşme, toplanma hakları sınırlanmış, internet haberleşmesi 
		bile izlenmeye başlamış, yabancılar ve azınlıklar üzerinde hem devlet 
		güçleri hem sokaktaki adam ağır baskılar uygulamaya başlamış, sorgusuz, 
		yargısız hapse atılmış, sınır dışı edilmişler, ciddi bir Müslüman 
		düşmanlığı başlamış, Amerika terörle mücadele bahanesi ile dünya 
		haritasını yeniden çizmeye girişmiş; ABD’nin hınk deyicisi İngiltere 
		hükumeti hemen basına neyi yayınlayıp neyi yayınlayamayacağını dikte 
		et¬miş, Blair, Irak savaşının en hararetli yandaşı kesilmiş; kısaca 11 
		Eylül tıkanan kapitalizme oksijen işlevi görmüştür. 
		  
		Bu arada Batının "Avrupa" kanadı, 
		Amerika’nın muhtemel Irak operasyonuna karşı çıkar görünmektedir; ama bu 
		karşı çıkışta bir çifte standardın, hatta bir iki yüzlülüğün 
		bulunmadığını, 11 Eylül hadisesine de PKK terörüne baktığı gibi 
		bakmadığını söylemek zordur. Çünkü Avrupa’nın kendisine dokunmadığı, 
		hele rakiplerine, hasımlarına dokunduğu sürece bütün yılanlarla barışık 
		olmak, kendisine dokunmadıkça başkalarının teröristlerine özgürlük 
		mücadelecisi saymak gibi bir sabıkası vardır. Başta Almanya, Belçika, 
		Hollanda olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinin, tıpkı PKK’lıların, Milli 
		Görüşçülerin, Cemalettin Kaplanların, ülkücü militanların olduğu gibi 11 
		Eylül saldırısını düzenleyen El Kaide militanlarının da ana üssü 
		olduğunu bu ülkelerin kendileri bile yadsımamıştır. Alman İstihbaratının, 
		Muhammed Atta’nın Almanya’daki varlığından ve faaliyetlerinden haberdar 
		olmaması mümkün müdür? 
		  
		Aynı şekilde, Amerika’nın bugün baş 
		düşman ilan ettiği El Kaide ve Usame Bin Ladin, vaktiyle Sovyetler’e 
		karşı özgürlük mücadelecisi olarak doğrudan veya dolaylı olarak besleyip 
		büyüttüğü El Kaide ve Usame Bin Ladin; Saddam ise daha otuz yıl önce 
		krallığa karşı darbe yapan Baas hareketi olarak ve 20 yıl önce Humeyni 
		İran’ına karşı kışkırtarak desteklediği Saddam’dır. 
		  
		Avrupa’nın Irak konusunda Amerika’ya 
		karşı çıkmasında da söz konusu üstün değerlerin yeri yoktur. Birincisi, 
		sözde BM ambargosuna rağmen hepsinin Irak’la şu veya bu düzeyde ticari 
		ilişkisi vardır. Belki daha önemlisi de, Kosova harekatından sonra 
		Balkanlara, Afganistan operasyonuyla Orta Asya petrollerinin ortasına 
		yerleşen Amerika’nın bir de Irak petrol va¬nalarının başına tek başına 
		yerleşmesi olasılığı karşısında canları sıkılmak¬tadır, o kadar. 
		  
		Kısaca, beş yüz yıldır başkalarını 
		sömürerek sağladıkları sermaye birikimi olmasaydı, onlar da bu değerler 
		açısından, küçümsedikleri bölge veya toplumlardan hiç farklı olmazlardı; 
		onların da arabaları düz ovada yolunu şaşırırdı! 
		  
		*** 
		  
		Bu çalışmanın ilk cümlesi, 
		"Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, gerçek¬ten çok tuhaf biçimde 
		tartışılmakta, en iyi niyetli yandaşları, ‘Avrupa Birli¬ği üyeliğe kabul 
		etmese bile, bu sayede hiç olmazsa Avrupa, yahut Batı de¬ğerlerine 
		olabildiği kadar yaklaşmış oluruz; çünkü başka türlü bizim de¬mokrat, 
		insan haklarına saygılı, uygar bir ülke olmamız mümkün değil’ gi¬bi bir 
		yaklaşım sergilemektedir" idi. 
		  
		Bu mantığın sahipleri arasında, Mesut 
		Yılmaz gibi, Türkiye’nin son yir¬mi yılında başbakanlık dahil hep 
		sorumluluk mevkilerinde bulunmuş, bu kadar istiyor idiyse Türkiye’yi 
		demokrat, insan haklarına saygılı, uygar bir ülke yapmak, ölüm cezasını 
		kaldırmak, Kürtçe eğitim hakkı tanımak için, belirli bir dönemde de olsa 
		Meclis çoğunluğu dahil her türlü güç ve yetkiyi elinde bulundurmuş; 
		Bülent Ecevit gibi tam üyelik fırsatı ayağına kadar gelmişken, şimdiki 
		ısrarına hayret ettirecek biçimde kaçınmış olanların bu¬lunması hayli 
		şaşırtıcıdır. 
		  
		Bugün idam cezasının kaldırılması için 
		"yoksa AB trenini kaçırırız; bu da bölünmemize yol açar" gibi garip 
		iddialarla cansiperane mücadele eden o Mesut Yılmaz ki, Öcalan’ın 
		İtalya’da yakalanmasından sonra, ortağı bu¬lunduğu koalisyonun yine 
		ANAP’lı Adalet Bakanı Hasan Denizkurdu’nun gündeme getirdiği "sıcak 
		kestane önümüze getirilip konmadan şu idam me¬selesini halledelim" 
		önerisine karşı çıkanların başında gelmiştir. 
		  
		İnandırıcılıktan ve içtenlikten uzak 
		bu iddia ve saçmalıklara, Batının ekonomik ve sosyal diktelerine hiç 
		sesini çıkarmaz hatta imzasıyla iç hukuk haline getirirken, Öcalan’ın 
		idamı ve ana dilde öğretim konularında birden aslan kesilen MHP 
		itirazlarını da; Adnan Menderesler, Deniz Gezmişler ası-lırken, 12 
		Martlar, 12 Eylüller olurken, değil Türk generallerini aşağılamak, 
		etkisiz hale getirmeye çalışmak, sırf solu yok ediyorlar diye keyişe 
		kadeh kaldıran Batının iki yüzlülüğünü de eklemekte sakınca yoktur. 
		  
		Demek Batı için 60’lardaki, 
		70’lerdeki, 80’lerdeki askeri darbelerin, idamların hiç öne-mi yoktur ve 
		sanki önemli olan sadece Öcalan’ın idamı-dır. Türkiye’nin, o zamanki 
		adıyla Ortak Pazar’la imzaladığı anlaşmanın ta¬rihi 1963’tür. 1990’lara 
		kadar Batı tam üyelik koşulu olarak demokrasi, in¬san hakları, idamın 
		kaldırılması, herkese ana dilinde eğitim hakkı, hele hele Kıbrıs ve Ege 
		sorunlarından söz etmemiştir. Bu arada değişen tek şey ise Sovyetler 
		Birliği’nin yıkılmasıdır. Demek Sovyetler yıkılmasa Batı da bu kadar 
		uygarlaşmayacakmış; AB Türkiye’yi tam üyeliğe belki yine kabul 
		et¬meyecek, ama hiç değilse başka hiçbir talip için düşünmediği şartlar 
		bizim için de aklına gelmeyecek, belki yine ekonomik gerekçelerle 
		oyalamayı sürdürecekmiş. Nitekim Türkiye’nin 1987’deki başvurusu, 
		1989’da ekono¬mik gerekçelerle reddedildi. 
		  
		Türkiye sadece Sovyet tehdidi 
		karşısında et ve kandan oluşturduğu canlı set nedeniyle Batı için önemli 
		idi; içerdeki sol akımların yok edilmesi, bu yolda gerekirse darbeler 
		yapılması, insanların idam edilmesi, zindanlarda çürümesi Bati için bu 
		nedenle gerekli idi; bu nedenle aynı Türk generalle¬rin, aynı sağcı, 
		gerici, ırkçı siyasetçilerin sırtı sıvazlanıyordu. 
		  
		Eğer günümüzde uygarlığın ölçüsü 
		Kopenhag Kriterleri ise, demek Av¬rupa’nın kendisi de 1990’lara kadar 
		uygar filan değilmiş. 
		  
		Buna rağmen, Avrupalının kendini 
		beğenmişliğini, onaylamasak bile an¬lamak mümkündür. Ama ya Türkiye 
		gibi, asırlardır "Avrupalılık", yahut "Avrupalı sayılma" tutkusuyla, 
		olmadık zilleti göze alanlara ne demeli? Hem de onlar, İspanyol’u, 
		İrlandalıyı bile Avrupa, yahut Batı saymazken!.. 
		  
		Dünya tarihine baktığımızda 
		Avrupalılık iddiasındaki toplumlar olarak Türklerle Rusları görüyoruz. 
		Rusların Avrupalılık iddiası veya tutkusu bizimkinden daha eskidir ve 
		çok ilginç bir şekilde aynı argümanlarla yaşanmıştır. 
		  
		Rusya’nın Avrupa’ya dahil olup 
		olmadığı beş yüz yıllık bir sorun, Rusya Avrupalı ve Avrupacılar için 
		bir sara nöbetidir. Batılılar sık sık onu dışlamak için gerekçe aramış, 
		Ruslarsa kabul edilmek istenip istenmediklerinden hiç bir zaman emin 
		olmamışlardır. fiu tespit, o dönemde Rusya’daki tartışmaların bizim 
		bugünkü tartışmalarımıza ne kadar benzediğini göstermektedir: 
		  
		"Rus entelektüelleri, ... Rusya’nın 
		Avrupalılık derecesinden emin değil¬dirler. Slavcı Nikolay Danilevski, 
		1871’de yazdığı «Rusya ve Avrupa» adlı eserinde, Rusya’nın Asya ile 
		Avrupa’nın ortasında kendi belirgin Slav kül¬türüne sahip olduğunu 
		savunmuş; Dostoyevski ise, bir konuşmasında, «Av¬rupa ulusları, bizim 
		için ne kadar değerli olduklarını bilmiyorlar» diye Av¬rupa’ya övgü 
		düzmüş; sadece küçük bir «doğucu, Asyacı» grubu, ... Rus¬ya’nın 
		kesinlikle Avrupalı olmadığında ısrar etmiştir." (Davies, 1995: 10) 
		  
		"Bolşevikler, dışarıda büyük ölçüde, 
		... ölüm ve yıkım saçan vahşi Asya¬lılar çetesi olarak kabul edilmiş; 
		içeride ise, genellikle Yahudiler tarafın¬dan yönetilen, Batı parasıyla 
		desteklenip Alman gizli servisince yönlendiri¬len bir Batı tohumu olarak 
		suçlanmışlar; güçlü bir resmi görüş çizgisi de Devrimin, «çökmüş» Avrupa 
		ile bütün bağları kopardığına inanmıştır. 
		  
		"(...) Bolşevik liderliği açısından 
		Lenin ve çevresi, Avrupa ile çok yakın¬dan özdeştir. Kendilerini, 
		Fransız devrimi ... geleneğinin devamı olarak ka¬bul etmişler; o andaki 
		köklerini Almanya’daki sosyalist harekette görmüş-ler; ... Komintern, 
		komünist önderlikte bir Avrupa Birleşik Devletleri olası¬lığını 
		tartışmıştır. Sovyetler Birliği ancak bütün Bolşeviklerin katledildiği 
		Stalin döneminde Avrupa işlerinden manen uzak kalmış, ... etkili bir 
		göç¬men Rus aydınları grubu Rusya’nın kültür karışımı içerisinde Asyatik 
		un¬surlara yeniden değer kazandırmaya çalışmıştır. ... «Avrasyalılar» 
		olarak bilinenler ise, bir yandan Batı Avrupa’nın üstün niteliklerine 
		özel bir vurgu yaparken, öte yandan Bolşevizme de kökten karşı 
		çıkmıştır. 
		  
		"Buna rağmen, Rusya’nın Avrupalı 
		nitelikleri hakkındaki kuşkuculuk, Rusya içinde ve dışında devam 
		etmektedir. (...)" (Davies, 1997: 10, 1213). 
		  
		*** 
		  
		Son olarak Norman Davies’in Araplar, 
		Türkler ve Müslümanlık konu¬sundaki görüşlerine de kısaca değinmekte 
		yarar var. 
		  
		Davies’in hayranlıkla söz ettiği 
		Muhammed ve Arapların kuşkusuz bu hayranlığı haklı çıkaracak bir çok 
		meziyeti vardır. Ama bir Avrupalı için önünde sonunda bir işgalciden 
		ibarettirler. 
		  
		Buna karşılık, Bulgaristan’da Jivkov 
		dönemindeki baskılarla ilgili yoru¬mu hariç, Davies Türklere karşı hayli 
		mesafelidir. Bizim sadece farklı Türk boyları olarak bildiğimiz 
		Hazalardan Peçeneklere, Hunlardan Avarlara, Alanlara, Tatarlara kadar 
		çeşitli gruplar, değişik ve birbirinden bağımsız, ayrı ulusal 
		birimlerdir Davies’e göre ve bütün bunların dışında "Türkler" diye 
		apayrı bir ulus daha vardır. Hunlar Avrupa’yı tarumar etmiş, taş taş 
		üs¬tünde bırakmamış bir barbar güruhudur. Attila’nın atının geçtiği 
		yerde ot bitmez! Yahudi Hazarlardansa hayli sıcak söz eder. 
		  
		Asıl önemlisi, Sezar döneminde bir 
		Roma gölü haline gelen Akde¬niz’in, Roma imparatorluğundan sonra 
		Müslüman devletlerin Yakın Doğu ve Afrika’da kök tutmaya başlamasıyla 
		bir daha siyasi olarak hiç birleşemediği, on dokuzuncu yüz yılın Avrupa 
		güçlerinin Suriye’den Fas’a kadar sömürgeler kurduğu halde Türkiye’deki 
		en büyük Müslü¬man kaleyi yıkarak genel bir egemenlik kurmalarının 
		rakiplerince en¬gellendiği şeklindeki son derece açıklayıcı görüşüdür. 
		  
		Davies, Akdeniz’in Roma’dan sonra bir 
		daha Avrupa bütünlüğünün merkezi olamamasından "Türkiye’deki en büyük 
		Müslüman kaleyi" sorum¬lu tutmaktadır. Oysa Araplar sadece Müslüman 
		değil, Müslümanlığın kuru-cusudurlar. Onlar da Avrupa’yı istila 
		etmiştir. Türkler Viyana kapılarına da-yanmışsa, Arapların da Paris, 
		hatta Londra kapılarına dayandığını, hatta Hı-ristiyanlığı Avrupa’ya 
		hapsederek Avrupa kavramının oluşumuna neden ol¬duğunu ilginç bir tezle, 
		"Muhammed olmasaydı fiarlman da, Avrupa da ol¬mazdı" diye kendisi 
		anlatmaktadır. Yani Akdeniz’i Avrupa bütünlüğünün merkezi olmaktan 
		çıkaran Türkler değil Araplardır. Ayrıca Araplar da Paris kapılarına 
		herhalde ellerinde buketlerle dayanmamışlardır. Avrupalıların, daha 
		sonraki sömürgeci politikaları ile bunun acısını fazlasıyla çıkardıkları 
		da bir gerçektir. 
		  
		Akdeniz’in bir Avrupa gölü olamayışına 
		bu kadar hayışanmanın altında yatan emperyalist duygu gizlenir gibi 
		değildir. “Gerçekten, Müslüman dev¬letler bir kere Yakın Doğu ve 
		Afrika’da kök tutmaya başladıktan sonra Ak¬deniz, kalıcı siyasi 
		bölünmelerin mekanı olmuştur" sözleri ise, 11 Eylül sonrasındaki 
		Amerikan politikalarında ifadesini bulan, Avrupa’da özellikle Roma’nın 
		varisi İtalya’da etkin biçimde yaygınlaşan haçlı ruhunu 
		anımsat¬maktadır. Bu ifadeler tarihsel gerçeği yansıtsa bile, satır 
		aralarında gizli ha¬yışanma duygusu da, bunun o ünlü dinsel hoşgörü, 
		kültürel çoğulculukla hiç ilgisi olmadığı da açıktır. 
		  
		Bütün bunlara rağmen Davies’in 
		Araplara sıcak bakışına karşılık Türk¬lere mesafeli duruşunun sanırız 
		bir tek açıklaması vardır. 
		  
		Araplar, bir süre sonra Avrupa’dan 
		çekilip geldikleri yere dönmüşler ve hiçbir zaman Avrupalılık iddiasında 
		bulunmamışlardır. Oysa Türkler, coğ¬rafi olarak bir ayakları ile hâlâ 
		Avrupa’da, hem de onun en stratejik nokta¬sında durdukları gibi, bir de 
		Avrupa Birliği diye tutturmuşlardır. Viyana ka¬pılarından ancak 240 
		yılda Edirne’ye kadar uzaklaştırabildikleri Türkler şimdi bir başka 
		türlü yine kapıyı çalmaktadır. İstanbul’un Müslüman Türk¬ler tarafından 
		fethi ve hâlâ onların elinde olması da, Kurtuluş Savaşı da hâ¬lâ 
		hazmedilmiş değildir. Çünkü, özünde tam olarak Batılı yahut Avrupalı 
		sayılmasa da Bizans ve İstanbul, onlara göre Hıristiyan kalmalıydı. 
		  
		Ama, Davies’in Müslüman Araplara karşı 
		hayranlığına bakınca, "acaba Türkler Hıristiyan olsaydılar İstanbul’un 
		sahibi olmaları hoş görülür müy¬dü" sorusuna olumlu bir karşılık vermek 
		de mümkün görünmemektedir. Çünkü satır aralarında, sanki Arapların 
		tercih edileceği izlenimi vardır. 
		  
		Özetle, Avrupa’nın uygarlığın 
		yaratıcısı ve sahibi olduğu iddiası mate¬matiksel olarak olanaksız, 
		gerçek dışı, bencil, haksızdır. Sadece teknoloji olarak alsak bile, 
		uygarlık tüm insanlığın malıdır. Hindistan’ın, Çin’in, Ja¬ponya’nın, 
		Afrika halklarının, Azteklerin, Mayaların, İnkaların, Asurların, 
		Sümerlerin, Babillilerin, Hammurabi’nin, Kızılderililerin, İbni 
		Sinaların, barutu icat eden Çinlinin, Gemici Fenikelilerin, hatta ateşi, 
		tekerleği keşfe¬den ilkel insancıkların da uygarlığa, insanlığa büyük 
		katkıları vardır. 
		  
		Avrupa’nınsa, kendi Hıristiyanlığına 
		da, Arap ve Türk İslamiyet’ine de, genel olarak İslamiyet’e de, hatta 
		Yahudiliğe de belli bir bakış açısı vardır. Bu bakışın hiç de dostça, 
		demokratça, evrensel insan haklarına uygun oldu¬ğu söylenemez. 
		Katar, Umman, Birleşik Arap 
		Emirlikleri, Kuveyt demokrat ülkeler mi¬dir? Pakistan’da hem bir askeri 
		yönetim hem de nükleer güç yok mu? Dün de, bugün de monarşik ve 
		demokrasi ile ilgisi olmayan bir krallık olan Su¬udi Arabistan niye 
		bugün kara listede? Güney Kore’de de, kuzey Kore’de de Avrupa tarzı 
		demokrasi yok; ama Amerika neden Güneye hayran da Ku¬zeyden nefret 
		ediyor? Saddam Halepçe’de hardal gazı ile 5 bin Kürt’ü öl¬dürdüğü zaman 
		demokrat mıydı da Batının çıtı çıkmadı? Amerika’nın has adamı fiah 
		döneminde İran demokrat mıydı? fiah demokrat olmadığı için, Humeyni 
		demokrasi sözü verdiği için mi Batı başlangıçta Humeyni’yi des¬tekledi? 
		Amerika bunun için mi fiah’tan desteğini çekip devrilmesine göz yumdu, 
		hatta zemin hazırladı? 
		  
		Avrupa, kendisi dışındakilerin söz 
		konusu değerlere sahip olmasını iste¬yecek kadar aptal değildir. Ama 
		ister görünecek kadar da kötü niyetle kur¬nazdır. Çünkü Batı, Irak 
		benzeri ülkelerde gerçekten uygar yönetimler de¬ğil, kendi çıkarlarına 
		hayır demeyecek yönetimler ister. 
		  
		Demokrasi, insan hakları, dinsel hoş 
		görü, vb. evrensel, Avrupa’nın te¬kelinde olmayan değerlerdir. Onlar da 
		bu noktaya kolayca, bedel ödemeden ulaşmamıştır. Bu değerleri önemseyen 
		toplumların da, bedelini ödeyerek, kendi iç dinamikleriyle 
		geliştirmekten başka çaresi yoktur. Çünkü kimse kimseyi, halk deyimi ile 
		babasının hayrına uygarlaştırmaz, dökme suyla kuyu dolmaz, elden gelenle 
		karın doymaz, o da vaktinde gelmez... 
		  
		Batının bile ilk tökezlemede (11 Eylül) 
		babası belirsiz çocuk gibi cami avlusuna bırakmakta tereddüt etmediği bu 
		değerlere, yine onların itip kak-masıyla, AB’ne üye oluvererek, on beş 
		günde on beş yasa çıkarıvererek sa¬hip olunmaz. 
		Bizi aralarında görmeyi asla 
		istemedikleri açık!.. Ama bizim bir takım üstün değerlere kendi 
		çabamızla sahip olmamızı da engelleyemezler. 
		  Kaynaklar
		 Ali Tartanoglu, Batı Gerçekleri: 
		Batı Analizi: Antik Yunanistan'dan, Modern Batı'ya: Batının Uygarlığı, 
		Bizim Avrupalılığımız 
		DAVIES, Norman, Europe, A History, 
		Oxford Ünv. Yay., Londra, 1995. 
		SCHUMPETER, A. Joseph, Kapitalizm, 
		Sosyalizm ve Demokrasi, 2 cilt, çev: AKO⁄LU Tunay, TINAZ Rasin, Varlık 
		Yayınevi, Nisan 1974Ağustos 1977. (Schumpeter, A. Joseph, Capitalism, 
		Socialism and Democracy, Üçüncü Baskı, Harper Torchbooks, New York 
		1950.) 
		Mülkiye • Cilt: 
		XXVI • Sayı: 237 
			  
 |