Mandacılık
Manda bir yönetim biçimidir. Birinci Dünya Savaşıyla ortaya çıkmıştır.
Savaştan yenilmiş olarak çıkan devletlerden ayrılacak ülkelerin kendi
kendilerini idare edebilecek duruma gelinceye kadar yenmiş devletler
tarafından yönetilmesidir. Fiili sömürgecilik döneminin sona erdiğini
bilen Birinci Dünya Savaşının galip devletleri, Osmanlı İmparatorluğu
ile Almanyadan alacakları toprakları manda yönetimi altına sokmanın
uygun olacağını düşünmüşlerdi. Dünyaya yeni bir düzen vermek isteyen
İtilaf devletleri, dünyada barışı sağlayabilmek için Milletler Cemiyeti
adıyla bir örgüt kurmayı kararlaştırdılar. Bu cemiyetin misakının, 22.
maddesinde de manda sisteminin tanımını yaptılar. Buna göre, savaşın
sonunda kendilerini yöneten devletlerin egemenliği altından çıkan ve
özellikle çağdaş dünyanın güç koşulları içinde henüz kendi kendilerini
yönetmek yeteneğine ulaşamamış durumda bulunan halklar kendi kendilerine
yönetecek düzeye gelinceye kadar Milletler Cemiyetinin gözetiminde bir
gelişmiş devletin koruması altında bulunacaktı. Halkın gelişmişlik
düzeyine, ülkelerin coğrafi konumuna ve ekonomik koşullarına göre
uygulanmak üzere A, B, C gibi değişik üç çeşit manda yönetimi
saptanmıştı. A grubu eski Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altındaki Irak,
Filistin, Ürdün, Suriye ve Lübnana, B grubu Almanyanın Afrikadaki
sömürgelerine, C grubu da Güneybatı Afrika ile bazı Güney Pasifik
adalarına uygulanacaktı. Sömürgeciliğin ad değiştirmiş biçimi olarak
niteleyebileceğimiz manda yönetiminin bu durumu ortada iken; birçok
Osmanlı aydınının ve devlet adamının kötülüklerin en az kötüsü olarak
gördüğü bu yönetim biçimini benimseyip bu doğrultuda kamuoyu oluşturmaya
çalıştıkları dikkati çekmektedir. İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika
Birleşik Devletleri hatta Japonya gibi bir büyük devletin mandası
altında yaşamayı isteyenler vardı. Ancak, bunlar arasında İngiliz ve
Amerikan mandacılığını savunanlar en kalabalık ve en etkin grupları
oluşturuyordu.
İngiliz Mandacılığı
Padişah, 24 Kasım 1918de Daily Mail muhabiri ile yaptığı bir söyleşide
İngiltereye duyduğu hayranlık ve sevgiyi babasından miras olarak
aldığını, eski dostluğu yineleyip, güçlendirmek için elinden geleni
yapacağını, imparatorluğun kurtuluş umudunu Allahtan sonra
İngiltereye bağlılıkta gördüğünü belirtmişti. Saray ve çevresinin
düşüncelerini yansıtan Alemdar ve Sabah gazetesi de İngiliz himayesinden
söz ediyordu. Örneğin Refi Cevat Bizim yaşamamız için mutlaka bir yol
izlememiz gerekiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu yol bizi
İngiltere politikasına ulaştıracak bir yol olmalıdır. diyordu.
Mantıksız politikaların sona erdiğini de belirten Refi Cevat, Osmanlı
Devletinin İngiltere ile işbirliği ettiği sürece sürekli kazandığı
mesajını veriyordu. Adım adım Osmanlı toprakları İtilaf devletlerince
işgal altına alınırken, bunlar hâlâ, Bugün hepimizin çok iyi bilmesi
gerekir ki İngiltere ve müttefikleri bize düşman değildir.
diyebiliyorlar, Türklerin kendi güçleri ile adam olmalarına imkân yok.
Yatağımıza serilmeden önce bir kere daha İngiltereye elini uzatması
gerekir. diye yazıyorlardı. 22 Mayıs 1919da toplanan Saltanat
Şurasında Hürriyet ve İtilaf Partisi temsilcisi kadim dostlardan
birinin dostluğunu elde etmekle ülkenin kurtulacağından söz ederken, bu
dostun en kötü zamanlarda bile ulusal duygularımızı, onurumuzu rencide
etmeyen İngiltere olduğunu Refi Cevat, gazetesinde açıklıyordu. İngiliz
yanlıları ilk zamanlar İngiliz mandacılığı yerine, İngiliz dostluğundan,
İngiliz yardımından söz ederek insanları ürkütmek istememesine karşılık;
başta Osmanlı padişahı olmak üzere, saray ve çevresi, Hürriyet ve İtilaf
Partisi mensupları İngiliz mandacılığını savunuyorlardı. Oysa İngiliz
başbakanı, Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi konusunda, bağlaşık
devletlerin sorumluları olan yandaşlarıyla yaptığı toplantılarda
Türkler yüzyıllardır Avrupadadırlar. Hep bir bela, bir baskı öğesi,
bir karışıklık kaynağı olagelmişlerdir. Türk, hiçbir zaman Avrupalı
olamamış, Avrupa uygarlığını içine sindirememiş ve sürekli savaş nedeni
olmuştur. diyerek, Türklerin tarih sahnesinden silinmesini istiyordu.
Bir yandan devlet yönetiminde bulunanların çabası, öbür yandan Sait
Mollanın öncülüğünde kurulan İngiliz Muhibleri Cemiyetinin çalışmaları
sonucu, İngiliz himayeciliği düşüncesi giderek güçlendi. Zira İngiliz
Muhibleri Cemiyetinin kurucularından ve önde gelen kişilerinden olan
Sait Molla, tüm belediye başkanlarına gönderdiği bir yazıda vilayet
ahalisinin hemen İngiliz Muhibleri Cemiyetine katıldıklarını ve
İngiliz müzahereti talep ettiklerini belirtmelerini istedi. Bu isteğe
bazı yöneticiler olumlu cevap verirken bazıları kuşkuyla karşıladı.
İngiliz Muhibleri Cemiyeti, hükûmetin de desteğini alarak zabıta ve
belediye memurlarını kapı kapı dolaştırarak mandacılık konusunda
propaganda yaptırdı. Amaçları ilerde bu konuda bir halkoyuna başvurulur
ise halkın İngiliz mandacılığı yanında yer almalarını sağlamaktı. Saray
ve çevresi, İngiliz himayeciliği sayesinde Panislamizmi gerçekleştirmeyi
de ümit ediyordu. O nedenle de kendilerine karşı çıkanları -özellikle
ulusalcıları- Osmanlı halkı arasına nifak tohumları atmakla suçluyor,
milli olarak görülen her şeyi düşman sayıyordu. Ancak, İngiliz
mandacılığı ulusçu düşünceye yenik düşecek yandaşı Osmanlı yönetimiyle
birlikte tarihin derinliklerine gömülecektir.
Amerikan Mandacılığı
Mondros Silah Bırakışması sonrasında Osmanlı Devletinin artık tek
başına varlığını ve bağımsızlığını sürdüremeyeceğini düşünen eski
Almanya yanlısı kimi aydınlar da Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü
korumak, azınlıkları bahane edilerek büyük devletlerin Osmanlı
Devletinin iç işlerine karışmasını önlemek, adaletli ve sürekli bir
yönetim kurarak ülkenin geliştirilmesine katkıda bulunabilmek, bunun
için yabancı sermayeden ve yabancı uzmanlardan yararlanabilmek amacıyla
Wilson ilkelerine sarıldılar. Çoğunluğunu gazeteci ve hukukçuların
oluşturduğu bir kısım aydın Wilson Prensipleri Cemiyeti adı altında bir
örgüt kurdular (4 Aralık 1918). Cemiyetin kurulmasından sonra kamuoyu
oluşturmak için büyük bir kampanyaya başladılar. Vakit, Yeni Gün başta
olmak üzere birçok gazete de bu konuda onları destekledi. Wilson
Prensipleri Cemiyeti başlangıçta Amerikan mandacılığı yerine Amerikan
yardımından, Amerikan müzaheretinden söz etti. Fakat daha sonra açıkça
Amerikan mandasını savundu. Örneğin Ahmet Rauf son amacın bağımsızlık
olmasına karşın, bu amacın gerçekleştirilebilmesi için mali, ilmi,
sınai ve hatta idari yardımın zorunlu olduğunu belirterek, Cemiyet-i
Akvamın kefaleti altında büyük devletlerden birinin Osmanlı
topraklarını siyasi ve idari yönden hiçbir bölünmeye izin vermeyecek bir
biçimde manda yönetimi altına almasını istedi. Sözü edilen büyük
devletin de genç, dinç ve mefküreperest bir devlet olan Amerika
olmasını belirtti. Ahmet Emin Bey ise ülkenin ekonomik ve toplumsal
koşullarının çok kötü olması nedeniyle tam bağımsızlık elde edilse bile
bunun uzun süre sürdürülemeyeceğini, Amerikan mandacılığı benimsenmez
ise, Türk ulusunun her taraftan kendini tehdit eden tehlikeler
nedeniyle, yalnız bağımsızlığını değil bütünlüğünün de kaybedileceğini
iddia etti. Halide Edip de gelecekte tüm halk kesiminin katılacağı
çağdaş, ulusal ve bağımsız güçlü bir devlet olabilmek için, Türkiyeyi
bir bütün olarak korumanın, tüm halkı gelişmekten alıkoyan engelleri
kaldırarak, ülke halkını ahenk ve sükûn içinde yaşatmanın zorunlu
olduğunu, bunun da, doğuda toprak tutkusu olmayan, Filipinleri, Kübayı
çağdaş bir yönetime kavuşturan Amerikanın müzaheretiyle elde
edilebileceğini yazdı. Amerikan mandacıları İzmirin işgalini,
bırakışmadan sonraki sınırlar içinde kalan toprakların da
parçalanacağına somut bir kanıt olarak gösteriyorlardı. Bunlar,
kurtuluşun bir büyük devletin mandası altına girmekten başka yolu
olmadığı tezini işlediler. Anadoludaki tam bağımsızlıkçıları yanlarına
çekebilmek için büyük gayret gösterdiler. Halide Edip başta olmak üzere
birçok kişi Amerikan mandasının benimsenmesi için Erzurumda bulunan
Mustafa Kemal Paşa ile ilişkiye geçtiler. Sivas Kongresinde
temsilcileri aracılığıyla Amerikan Mandacılığını açık açık savundular.
Fakat mütareke sınırları içindeki toprakları bölünmez bir bütün sayan ve
tam bağımsızlıkla çelişen Amerikan mandacılığının benimsenmesi Mustafa
Kemal Paşanın ince politikasıyla engelledi. Amerikan mandacılığını
savunanların büyük bir kesimi İttihat ve Terakki yanlısı kişilerdi.
Mondros Bırakışması sonrasında siyasal iktidarı ele geçiren Hürriyet ve
İtilafçılar, İttihatçılara karşı sert bir politika yanlısı olmuşlardı.
Osmanlı Devletini, Almanyanın yanında savaşa soktukları için İngiltere
ve Fransa, İttihatçıları sevmiyordu. Bu nedenle İttihatçılar, Amerikan
mandacılığını savunarak hayatlarını ve bulundukları konumu korumak
istiyorlardı. Amerikan mandacıları, Sivasta istedikleri başarıyı elde
edememeleri ve Amerikanın, Türkiyenin tümü veya bir bölümü üzerinde
mandacılığı benimsememesi üzerine mandacılık düşüncesini bir yana
iterek, ulusal tam bağımsızlıkçı düşüncenin yanında yer aldılar. Böylece
tam bağımsızlıkçılar, ulusal bütünlüğü sağlamada önemli bir engeli daha
aşmış oldular (aa).
(aa).ataturkansiklopedisi.gov.tr
|