’Liberal sağ’ diye ortaya
çıkanların hiç birinin ‘liberal’ olmadıkları bellidir. Aslına bakarsanız
Türkiye’de liberal demokrasiyi kurmaya ‘mevzuat müsait değil’dir. Çünkü
Anayasa ve yasalar örnekleri batıda görülen çoğulcu demokrasiye izin
vermemektedir. Türkiye’de bugüne dek hiç ‘liberal sağ’ parti olmadı ki
bundan sonra olsun!.. Kendilerine cömertçe ‘liberal’ adını takanlar,
‘liberal demokrasi’ yanlısı değiller ki böyle bir kavgaya girsinler…
Aynı biçimde, ‘sosyal demokrat’ nitelikli parti kurulmasına da mevzuat
müsait değildir. Olmadığı için örnekleri Batı’da görülen bir ‘sosyal
demokrat parti’ kurmaya olanak bulunmaz. Gerçi, Türkiye’de sosyal
demokrat görüşlü insanlar vardır; vardır ama bunların kuracakları parti
sosyal demokrat partilerin Batı’daki örneklerine hiç benzemeyecektir.
Batı’daki sosyal demokrat partiler işçi sendikaları ile beraber ve bu
sendikalarla özdeş örgütsel yapılara sahiptirler. Bizde ise bu tür
örgütlenmelere ‘mevzuat izin vermemektedir.’ … O zaman … liberal olmayan
ve hiçbir zaman olmayacak sağ partilerle, sosyal demokrat olmalarına
izin vermeyecek sol partiler arasında bir çeşit geçici ve yapay denge
oluşması sağlanacaktır. Böyle bir dengenin toplumun bütün kesimleri için
uzlaşma ortamı yaratması olası değildir. Değildir, çünkü liberal olmayan
sağ ile, sosyal demokrat olmayan sol, toplumsal birikimleri
derinlemesine kucaklayamaz. Kucaklayamayacakları gibi, bir süre sonra
liberal olmayan sağ partileri dinsel sağ, sosyal demokrat olmayan,
olamayan sosyal demokrat partileri de sosyalist sol etkileyecektir. …
sağ partiler liberal olamadıkları için Batı’daki liberal partilerin
işlev ve katkıları da sosyal demokrat partilere düşecektir. (Uğur Mumcu,
Cumhuriyet, 8 Mayıs 1983).
CHP PROGRAMI
ÜZERİNE...
SUNUŞ
GİRİŞ
LAİKLİK
DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ – Bağımsız,
Etkin ve Hızlı Yargı
ETNİK DUYARLILIKLAR = ULUS DEVLETİN,
ÜNİTER DEVLETİN ZENGİNLİĞİ
YEREL YÖNETİMLER, YERELLEŞME
KÜRESELLEŞMEDEN YARARLANILACAK,
ÜNİTER YAPI KORUNACAK
SOSYAL PİYASA EKONOMİSİ
KAMU HİZMETİ, DEVLET, ÖZEL SEKTÖR
VE ÖZELLEŞTİRME
SAĞLIK ve EĞİTİM
SİYASİ ETİK, SAYGIN TBMM
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Cumhuriyet
Halk Partisi Program ve Tüzük Kurultayı'na hazırlanıyor...
Bu konuda
Genel Başkan Deniz Baykal’ın geçen Mayıs’ta yapılan 32’nci Olağan
Kurultay sonrasında bu yönde talimat verdiğini biliyoruz.
Öğrenebildiğimiz kadarıyla bu hazırlık, Genel Merkez’in ortaya attığı
yeni bir program taslağından hareketle değil, 1993 tarihli mevcut
program üzerinden yürütülüyor; ilgilenen partililer mevcut programda
yapılması gerektiğini düşündükleri değişiklikleri, ekleme ve yenilikleri
Genel Merkeze, bildiriyor. Anlaşılan, görevli komisyon bu görüş ve
düşünceleri toparlayıp bir metin halinde Genel Başkana sunacak. Onun
onayladığı metin de Kurultay’da tartışılacak.
Dünyanın
ve Türkiye’nin içinde bulunduğu adeta cehennemi koşullarda, Mustafa
Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet’le birlikte kurduğu bir örgüt olarak
Cumhuriyet Halk Partisinin, AKP gibi bir felaket karşısında ana
muhalefet ve çok daha önemlisi mutlaka bir seçenek olması gereken
Cumhuriyet Halk Partisinin hayati konumunu izaha gerek yok.
En başta,
CHP gibi son derece önemli bir partinin programı kapalı kapılar ardında
hazırlanıp değiştirilmemeli. Ülkenin geleceği açısından CHP programı, en
az Anayasa kadar önemli! CHP’ye oy vermeyenlerin dahi biteviye CHP
tartıştıkları, AKP iktidarının her yenilgisinden “CHP yapıcı muhalefet
yapmadı; bizi yeterince uyarmadı” diye CHP’yi sorumlu tuttuğu bir
ortamda, sade bir CHP seçmeninin de PROGRAM üzerinde söz hakkı olmalı.
Ayrıca,
CHP’nin niye iktidar olamadığı konusundaki tartışmalarda ileri sürülen
“Deniz Baykal gitsin de kim gelirse gelsin” lafazanlığı da asıl böyle
ciddi bir tartışmaya terk etmeli yerini.
CHP’nin
iktidar olması veya olamaması, liderle değil, ancak ilkelerle
açıklanabilecek bir sorunudur. İlkeler ise PROGRAM’dır, PROGRAM’da
“mündemiç”tir. Oysa, “ortanın solu” tartışmalarından bu yana, CHP içinde
kurultaylara, programa yansımış bir ilke tartışması hatırlamak çok
güçtür.
İsmet
İnönü’nün yerine Bülent Ecevit, İsmet İnönü beğenilmediği için, İsmet
İnönü sevilmediği için, İsmet İnönü arka arkaya seçim kaybettiği için,
“hizipçilik yaptığı için” vs. vs., seçilmiş değildir.
İsmet
İnönü’nün yerine Bülent Ecevit, “ortanın solu” gibi son derece mülayim
bir deyimle de olsa, olunandan daha solda bir yaklaşım önerdiği için
İnönü’nün yerine seçilmiş; “TOPRAK İŞLEYENİN; SU KULLANANIN!!..” dediği
için de Parti’yi yüzde 42’ye taşımıştır. Dünya ve Türkiye konjonktürünün
bu yaklaşıma çok elverişli olduğunu da elbette unutmamak gerekir.
O dönemde
dünya konjonktürü, Sovyetler Birliği’nin var olduğu bir ortamda sosyal
devlet anlayışının zirvede olmasına son derece uygundur. Türkiye, 1961
Anayasasının getirdiği demokratik sosyal devlet anlayışının,
planlamacılığın, üretim atılımlarının, buna paralel olarak sol düşünce,
sanat, kültür akımlarının en parlak dönemini yaşamaktadır.
O günlerin
CHP’si için bu koşullar, özüne uygun bir “sol” parti olmasını son derece
kolaylaştırmıştır.
Ama aynı
Ecevit, zaman, koşullar değişip, genel başkan seçildiği yıllarda olduğu
gibi değişen zamana ve koşullara uymaya kalkıp, “ne yapalım oturmuşuz
bir kere IMF’nin kucağına” diyerek Dünya Bankasından Kemal Derviş’i
“İktisat Vekili” olarak getirtince; öteki partilerin tabanındaki
“mütedeyyin Müslümanları”, dine saygılı laiklik edebiyatıyla devşirmeye,
bu amaçla Vahdettin’e, Fetullah Gülen’e gülücükler, mavi boncuklar
göndermeye kalkınca önce yüzde 18-20’lere, sonra yüzde 1,5’lara
gerilemiştir.
Çünkü bu kez
dünya konjonktürü ile CHP’nin olması gereken “sol çizgi çakışmamış, ters
düşmüştür. İyi kötü sol bir parti, dünyanın da iyi kötü, isteye istemeye
sosyal devleti uygulamak gereğini duyduğu bir ortamda, dünyaya uymakla
hata yapmamıştır; ama dünyanın Sovyetleri yok ederek küreselleşme adı
altında vahşi kapitalizme yeniden döndüğü ortamda bir yandan “sol” olmak
iddiasını devam ettirirken öte yanda dünyaya uymak, hadi kendi kafasına
demeyelim ama, en azından kendi ayağına kurşun sıkma sonucunu
doğurmuştur.
Evet!..
Kemal Dervişi getirip, o gülücükleri, mavi boncukları dağıtınca 60 küsur
milletvekiliyle hükümet kurmasında sakınca görülmeyen Ecevit; “ortanın
solu”, “Toprak işleyenin, su kullanın” dediği dönemlerde bizzat dönemin
başbakanı Demirel tarafından uyarıldığı suikast girişimlerinden başını
alamayan Ecevit’tir. Veya tersi…
İki tane
örnek, iki farklı isim verdik. Ecevit… Baykal… Buna Erdal İnönü’yü de
eklemek mümkün. Erdal İnönü de tek başına iktidar getiren seçim
kazanamamıştı.
Demek isim,
adam değiştirmek, temelde tek başına hemen hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Yukarıda
“CHP’nin iktidar olması veya olamaması, liderle değil, ancak ilkelerle
açıklanabilecek bir sorunudur. İlkeler ise PROGRAM’dır, PROGRAM’da
“mündemiç”tir. Oysa, “ortanın solu” tartışmalarından bu yana, CHP içinde
kurultaylara, programa yansımış bir ilke tartışması hatırlamak çok
güçtür” denilmişti.
Son
kurultaydan geriye doğru bakıldığında Deniz Baykal ve Genel Merkezin bu
yönde en küçük bir rahatsızlık duymadığı ortada. Ama, Eşref Erdem’den
Haluk Koç’a, hiçbir muhalifinin de…
CHP içinde
ister iktidarda ister muhalefette olsun, bir tek Allah’ın kulu, “bir sol
parti IMF karşısında, ABD’nin, AB’nin edepsizlikleri karşısında bu kadar
mı pasif kalır; küreselleşmeye, özelleştirmeye bu kadar mı teşne olur,
hele hele bir yandan sözde durmadan ‘emek en yüce değerdir’ diyip
dururken, öte yandan canla başla ‘esnek üretimi’ savunmanın ötesinde,
bir sosyal politika olarak benimsemeye kalkar mı? Hilafeti kaldırıp
laikliği getirmiş bir parti olarak nasıl olur da ‘inanç dünyasının sivil
topluma’ bırakılmasından söz eder?.. Nasıl olur da PKK terörüne maske
olarak kullanılan Kürt sorununu tartışırken, Atatürk’ün 70, 75 yıl önce
tespit ettiği TOPRAK REFORMU’nu hiç hatırlamaz?..” diye sormamıştır.
Deniz
Baykal, ev ve nasıl olsa iktidar sahibi olarak sormamıştır hadi; ama
muhalifler de onu bu sorularla asla sıkıştırmamışlardır..
“Biz
emperyalizme ve kapitalizme karşı mücahede eden bir mesleğin erbabıyız”
diyen, saltanatı ve hilafeti, şer’i mahkemeleri, Evkaf Vekaletini
kaldıran, Latin alfabesini, Medeni Kanunu, Cumhuriyet’i, Tevhid-i
Tedrisat’ı, tam bağımsızlığı getiren Atatürk’ün bu düşüncelerle kurduğu
partide O’nun yerine oturan, IMF’ye Dünya Bankasına, Amerika’ya, AB’ye,
Kemal Derviş’e bel bağlarsa, Moon Tarikatı’na, Fetullah Gülen’e,
Vahdettin’e mavi boncuk gönderirse, iktidar olamaması veya anca
koalisyonlarda stepne olması çok doğaldır. Hele bir yandan bunları
yapıp, öte yandan da ABD’nin Kıbrıs, Irak projelerine karşı koymaya
kalkınca çok güvendiği hastanelerde ölümlerden dönmesi kaçınılmazdır.
Şimdi de CHP
gibi son derece önemli, koskoca ve dünyanın devlet kurma niteliğine
sahip en eski partilerinden biri neredeyse bir tek kişinin eline,
aklına, fikrine bıraktığı Parti Programı gibi çok önemli bir konuyu,
adeta tüzük değişikliğinin kenar süsü olarak bir gün içinde sözüm ona
tartışıp karara bağlayacağı bir Kurultaya daha hazırlanmaktadır.
“Ya olduğun
gibi görün; ya göründüğün gibi ol!...” Yani kendin ol; neysen o ol!..
CHP nedir?
“Sol…” Öyleyse CHP, sözlüklerin, literatürün tanımladığı doğru dürüst
sol olmalıdır.
Bu çalışma
bu düşünce ve tespitler çerçevesinde hazırlanmıştır.
2009 yerel
seçimlerinden önce bir Tüzük ve Program Kurultayı acelesini anlamak
güçtür. Ne ki bu noktanın daha ziyade Parti’nin bir iç sorunu olduğu,
sade vatandaşı, kamuoyunu fazlaca ilgilendirmediği söylenebilir.
Ancak 1993
tarihli mevcut Program’ın Türkiye ve Dünya’daki son derece hızlı ve çok
önemli gelişmeler karşısında vakit geçirilmeden yeniden ele alınıp,
ciddi bir biçimde gözden geçirilip yeniden yazılması gereği kesinlikle
yadsınamazdı.
Çünkü 1993
Programı, Sovyetler Birliğinin ve Berlin duvarının yıkıldığı, dünya
sahnesinin küreselleşme adı altında sömürgeci kapitalist sistemin ve
onun felsefesi diyebileceğimiz post modernizmin, neo liberalizmin
başıboş keyfiliğine kaldığı tek kutupluluk koşullarının etkisine çok
fazla açılmış, dolayısıyla “sol”luğu, “sosyal demokrat”lığı, hatta
Türkiye Gerçekleri açısından “CHP’liliği” epeyce tartışmalı bir metindi.
Taslak
halindeki yeni Program ise, bazı noktalarda aynı ölçütler açısından,
yani “sol”luğu, “sosyal demokratlığı”, “CHP’liliği” esas alındığında
gerek teknik açıdan gerekse içerik açısından biraz daha derlenmiş
toparlanmış izlenimi vermektedir.
Teknik
açıdan 1993 programına göre daha zengin, daha özenli, biraz daha
sistematik bir görünüm arz etmektedir.
Ergenekon
Davası ve AKP’nin Kapatılması Davası başta olmak üzere son gelişmeler
karşısında son derece yerinde ve haklı bir tepki olarak yer verilen
“Bağımsız, Etkin, Hızlı Yargı” ve bu başlık altındaki Yargının
Bağımsızlığı, Yargıç Güvencesi, Kuvvetler Ayrılığı İlkesine saygı,
İdarenin Her Türlü Eylem ve İşleminin Yargı Denetimine tabi olması ve
buna saygı, vb., dikkatli ve özenli bir titizlikle yer verilen YENİ
konulardan belki en önemlisidir.
Özellikle
ulusal bağımsızlığımızdan kesinlikle ödün verilmeyeceğinin, kişilikli
bir dış politika izleneceğinin vurgulandığı; Kıbrıs sorunu, ABD ile
ilişkiler, medeniyetler ittifakı, sözde Ermeni soykırımı, Avrupa Birliği
ile ilişkiler konularında isabetli tespit ve değerlendirmelerin yapılıp
aynı isabetlilikte politikaların açıklandığı ve nihayet tam üyelik
olmadan Gümrük Birliği’nin sürdürülemeyeceğinin ve Türkiye’nin
üyeliğinin basit veya ilgisiz gerekçelerle sulandırılması ve
engellenmesi halinde “mevcut taahhütlerimiz gözden geçirilerek ülkemizin
çıkarlarının gerektirdiği adımların kararlılıkla atılacağı”nın; ABD ile
ilişkilerde “Büyük Ortadoğu Projesi, Ilımlı İslam kimliği” gibi
“dayatmaların hiçbir şekilde kabullenilmeyeceği ve bu dayatmalara
kararlılıkla karşı durulacağı”nın açıkça ilan edildiği DIŞ SİYASAL
İLİŞKİLER bölümü, 1993 Programı ile karşılaştırıldığında gerçekten son
derece anlamlı ve etkileyicidir.
1993
Programında bulunmayan “emperyalizm” kavramının bu defa kendisine yer
bulması; “kuvva-i milliye”, “mudafaa-i hukuk”, “misak-ı milli”
kavramlarının, Atatürk devrimlerinin, ilkelerinin ve bunların Partinin
ambleminde somutlaşmış hali olan “altı ok”un, emeğin önceliğinin;
demokrasi ve özgürlükler uğruna laiklikten ve cumhuriyet’ten vaz
geçilmesinin demokrasiye de cumhuriyete de, laikliğe de zarar
vereceğinin; sosyal refah devletinin, kuvvetler ayrılığının, yürütme ve
yasama işlemlerinin yargısal denetiminin, kanun önünde eşitlik
ilkesinin, yargıç güvencesinin, yargı bağımsızlığının, dinin siyasete
alet edilemeyeceğinin; “etnik duyarlılıklara saygı”dan teröre karşı
mücadele ile birlikte söz edilmesinin; ulus devlet ve ulusal bütünlüğün
kuvvetle vurgulanması; isabetlidir
ANCAK, bütün
bu olumlu noktalara rağmen bazı çekinceleri işaret etmek de
kaçınılmazdır.
Eski
programda koşulsuz olarak vurgulanan “inanç dünyasının sivil topluma
bırakılacağı” taahhüdü, bu defa “laikliğe yönelik tehdidin kalıcı olarak
ortadan kalktığı, tarikatların laik eğitim sistemi üzerindeki baskısının
sona erdiği aşamada”, koşuluyla tekrarlanmaktadır.
1993
Programının Laiklik konusunda çok daha düşündürücü olan tezlerinden
buraya gelinmesi kuşkusuz çok önemlidir. Yine de:
Türkiye’nin
2008 sonbaharında içinde bulunduğu, iktidar partisinin “laikliğe karşı
eylemlerin odağı” olmaktan Anayasa Mahkemesince cezalandırıldığı;
Ankara’nın Keçiören’inde, Atatürk’ün Ankara’sının kalbi Çankaya’da içki
satan işyeri sahiplerinin kıyasıya dövüldüğü, içenlerin sözlü, fiziki
tacize uğradığı; AKP’li belediyelere bağlı lokanta vb.lerde içkinin
yasaklanmasına karşı düzenlenen protesto eylemlerinin Başbakan
tarafından “onlar dünyayı içki şişesinden görenlerdir” diye
eleştirilebildiği, kaçak Kuran kurslarında ilkel gaz patlamalarının
onlarca çocuğun ölümüne yol açmasının “takdiri ilahi” diye örtbas
edildiği bir ortamda, CHP’NİN Eski Programda olduğu gibi DİN ANLAYIŞI
KONUSUNDA KENDİSİNİ KANITLAMA, DİNE BAKIŞINI SEVİMLİ GÖSTERME çabasından
kurtulmuş olması olumludur
Geçmiş ve
bugünkü koşulları dikkate alındığında Türkiye gibi bir ülkede ibadetin
ve inancın kısıtlanması, hele yasaklanması söz konusu olmamıştır.
Çarpıtılmamış İslam’ın, saf İslam’ın özellikleri dikkate alındığında
ise, böyle bir yasaklama zaten fiilen de mümkün değildir; çünkü
otururken, gözlerle bile ibadet mümkündür.
Ama dinin
baskı unsuru olması, dinin sivil hayatın hemen her alanında bir baskıya
dönüşebilmesi dünün Osmanlısı için de bugünün Türkiye’si için de adeta
bir vak’ay-ı adiyedir.
Dine baskı
fiilen söz konusu olamayacağına göre burada çözülmesi gereken tek sorun
din’in baskı unsuru haline gelmesi, bu baskının önlenmesidir. DİN ZATEN
SİYASET DIŞI BİR KONUDUR.
Laikliğin
“din ve devlet işlerinin ayrılması” şeklindeki tanımı, dini siyasetin
çek defteri olarak kullanan çevrelerce memnuniyetle yerden yere vurulan,
veya kale bile alınmayan bir tanımdır. Fazlaca klasikleşmiştir.
CHP’nin
LAİKLİK tanımı artık: “LAİKLİK, bir ideoloji ve aynı zamanda son derece
kritik bir sosyal kurum olarak DİNin öteki sosyal ve sivil, yani din
dışı kurumlara baskısının, onları şekillendirmesinin önlenmesidir. Dinin
sadece tanrı ile kulu arasındaki bir vicdan müessesesi olmasının
sağlanması, Tanrı ile kul arasına devlet dahil hiçbir kurum ve kimsenin
girmesine izin verilmemesidir” olmalıdır.
Çünkü: Şu
andaki cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 1990’lı yıllarda RP üst düzey
yöneticisi olarak bir yabancı gazeteye yaptığı açıklamada mealen “Laik
rejim, dinin vicdanlara hapsedilmesini istiyor. Oysa ben din’in hayatın
her alanında hakim olmasını istiyorum” dediği, iki yıl kadar önce Türk
basınına da yeniden yansımıştır. Abdullah Gül, bunları söylerken
yukarıda siyah dizilmiş laiklik tanımında özellikle “devlet dahil”
vurgulamasını muhtemelen nefretle karşılamaktadır. Çünkü bu zihniyet,
tam tersine, devlet zoruyla herkesin, hayatın her alanında, dinin saf,
özgün, orijinal kurallarına da değil, sonradan kendi dünyevi çıkarları
uğruna çarpıttıkları haline göre yaşamasının bir yasa, hatta anayasa
haline getirilmesini istemektedir.
“Laik
devlet, din–inanç-düşünce özgürlüklerinde farklılaşanlar” arasında
TARAF’tır. İçki içenlerin, oruç tutmayanların, saçını örtmeyen
kadınların, namaz kılmayanların ve nihayet İnanmayanların namaz kılana,
oruç tutana, inanana baskısı değil, tam tersi bir baskıdır söz konusu
olan.
Laiklik
sadece “muasır medeniyet”in bir gereği olarak değil, yüz yıllar boyunca
şeriat baskısının çok vahim sorunlara yol açtığı Osmanlı deneyimlerinden
alınan bir ders olarak, dinin her türlü yeniliğin karşısına bir reddiye
olarak çıkarılmasına karşı bir tepkidir.
“Laikliğe
yönelik tehdidin kalıcı olarak ortadan kalktığı, tarikatların laik
eğitim sistemi üzerindeki baskısının sona erdiği aşamada” da olsa “inanç
dünyasının sivil topluma devredilmesi” yaklaşımı ise, Türkiye’nin 2008
sonbaharı koşullarında TEHLİKELİ BİR ANLAYIŞTIR.
Sevgili
Atilla İlhan’ın
elsiz
ayaksız bir yeşil yılan
yaptıklarını
yıkıyorlar mustafa kemal
hani bir
vakitler kubilay'ı kestiler
çün buyurdun
kesenleri astılar
sen uyudun
asılanlar dirildi
mustafa'm
mustafa kemal'im
dizelerinde
son derece etkileyici ve hüzün verici bir şekilde ifadesini bulduğu
üzere, “elsiz ayaksız yeşil yılanlar” Atatürk’ü yitirişimizden sonra,
daha 1950’lere gelir gelmez ezanı Arapçalaştırarak dipdiri fırlamıştır
mezarlarından, sanki hiç ölmemişçesine!!..
Demokrasinin, özüne tamamen aykırı bir şekilde akıldan uzak bir
ilahiliğin yakıştırılarak adeta bir tapınca dönüştürüldüğü, ama öte
yandan da içi tamamen boşaltılıp her türlü yozlaşmanın, hatta savaşlar
dahil kötülüklerin kılıfı haline getirildiği bu irrasyonel, bu fanatik,
bu adeta dinleştirilmiş demokrasi ortamında, laikliğe tehdidin ortadan
kaldırılabileceğine gerçekten inanılmakta mıdır? Türkiye’nin siyasi,
iktisadi, sosyal, hatta coğrafi ve jeostratejik koşullarında laikliğe
yönelik tehditlerin ortadan kalkacağını ummak tehlikeli bir
iyimserliktir.
Bir CHP
iktidarında elsiz ayaksız yeşil yılanların yeniden yer altındaki
yuvalarına çekilebilir. Ama bu, tehlikenin tamamen ortadan kalktığı,
dolayısıyla inanç dünyasını sivil topluma bırakmanın zamanının da
geldiği anlamına gelmez.
AKP ve onu
destekleyen iç ve dış bütün çevreler, sivil toplum örgütü unvanına(!)
büyük bir marifetmişçesine sahip çıkan her türlü odak, vaktiyle çok daha
doğru bir tanım olan “demokratik kitle örgütü” kavramını “sivil toplum
örgütü” şeklinde, üstelik dilbilgisi açısından yanlış bir soysuzlaştırma
ile alabildiğine sulandırarak demokrasi ve insan hakları kavramlarının
da “sivil toplum” kavramının da içini alabildiğine boşaltmışlardır
DİNİ
CEMAATLERİN, AÇIK ADIYLA NAKŞİBENDİLİĞİN, NURCULUĞUN, FETHULLAHÇILIĞIN,
KADİRİLİĞİN, VB., NİN “SİVİL TOPLUM” ÖRGÜTÜ OLARAK KABULÜNÜN DAYATILDIĞI
BİR ORTAMDA, “İNANÇ DÜNYASININ SİVİL TOPLUMA DEVREDİLMESİ” CHP İÇİN DE,
AMA DAHA ÖNEMLİSİ TÜRKİYE İÇİN DE “İNTİHAR”DIR.
Ayrıca yeni
Program taslağının DEMOKRATİKLEŞME VE SİYASET başlıklı II. bölümünün
hemen girişinde DEMOKRASİ alt başlığı altında “Cumhuriyet ile demokrasi
ayrılmaz bir bütündür. Cumhuriyetten uzaklaşarak demokrasi
güçlendirilemez. Cumhuriyet ve onun en önemli temellerinden biri olan
laiklik, demokrasinin vazgeçilmez koşuludur. Demokrasi ve özgürlük
uğruna laiklikten vazgeçilmesi halinde, demokrasiyi sürdürebilmek, iç
barışı koruyabilmek mümkün değildir” ifadesi yer almışken, nasıl
geçekleşeceği hiç belli olmayan bir koşulla da olsa “inanç dünyasının
sivil topluma” bırakılacağından söz edilebilmesini anlamak güçtür.
DİN, İNANÇ
ve VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ başlığı altında, dinsel inanç ve düşünce, ibadet
özgürlüğü konusundaki ısrarlı ve yinelenen vurgulama da bu çerçevede
dikkat çekicidir. Bu ülkede bu özgürlükler baskı altında değildir ki
sürekli bu özgürlüklere saygıdan, korunmasından söz edilsin!..
Özellikle
başını örtmeyen, mayoyla, bikiniyle denize giren kadınların maruz
kaldıkları ve hele kalabilecekleri baskı ve tehdit düşünüldüğünde,
Programda çok geniş biçimde yer verilen Kadın eşitliği-özgürlüğünün de
pek fazla bir anlamı olmayacaktır.
Kadını
özgürleştirmenin, baskı ve şiddetten kurtarmanın birincil ve en kestirme
yolu feodal baskıdan ve onun ideolojisi olan din baskısından
kurtarmaktır. Bilindiği üzere “din”, feodal dönemin, feodal toplumun,
tarım toplumunun ideolojisidir, ideolojisi haline gelmiştir,
getirilmiştir. Töre cinayetlerinin, genç kız ve kadınların ayağına taş
bağlanıp nehre atılmasının, yine genç kız ve kadınların görünür nedeni
anlaşılamayan, ama aslında aile içi tecavüz, yani ENSEST kaynaklı olduğu
“bilinen sır” olan esrarengiz ve hazin intiharlarının, 14 yaşındaki kız
çocuklarına cinsel tacizin, nihayet bütün bunların hem de “din” adına
arsızca savunulmasının başka izahı yoktur.
Programdaki
bu vaat, tamamen demokratik koşullarda kanaatimizce “en az” otuz yıllık
bir sabrı gerektirir. Çünkü “elsiz ayaksız yeşil yılanlar” artık hem de
sayısız elleri, ayaklarıyla, gözleriyle, yürekleriyle, beyinleriyle
cirit atmaktadırlar ortalıkta.
Ülkemizin
içinde bulunduğu silahsız (hatta belki de silahlı!..) savaş ve saldırı,
ya da “sessiz darbe” koşullarında, üstelik Atatürk’ü yitirişimizin
üzerinden sadece on yıl değil, tam 70 yıl geçmişken, “Mustafa” sözde
belgeselinin “Bediüzzaman” belgeseliyle aynı zaman diliminde
hazırlandığı bir ortamda bu vaadin Programda yer almaması gerekir.
Hadiseye
sadece kadın sorunu veya kadın özgürlüğü açısından bakıldığı zaman bile
aşağıdaki noktalar göze batmaktadır:
-
Çok iyi
eğitilmiş, ekonomik açıdan tam bağımsız olsa da kadınların en başta
siyasi açıdan hayret verici statükoculuğu…
-
Bu açıdan
“Hitler kadınları” ile “AKP kadınları” arasındaki şaşırtıcı benzerlik…
-
Örtünmeyen
kadınların türbanlı kadınlara karşı hoşgörüsü, hatta türbanı özgürlük,
demokrasi, kişisel tercih adına savunabilmesi…
-
İddiaya
göre, Hüseyin Üzmez’e kızını peşkeş çeken “anne”…
-
Evlenmek
istemediği nişanlısını, kızını evliliğe zorlamak amacıyla tecavüz etmesi
için eve davet eden ve nişanlısının kızına tecavüz etmesini sağlayan
“anne”…
-
Töre ve
namus cinayetlerine göz yuman, hatta onaylayan anneler…
-
Kentsoylu ve
hatta aydın kadınların töre ve namus cinayetleri karşısındaki
ilgisizliği…
-
Başta Türban
olmak üzere bütün bunlarla ilgili tartışmaların kadınlardan ziyade her
iki tarafın erkekleri arasında cereyan etmesi…
CHP’nin,
hele hayli yüksek sesle kadın-erkek eşitliğinden, kadın haklarından,
kadın özgürlüğünden söz ederken, laikliğe yönelik tehdidin ortadan
kalmasından, inanç alanını sivil topluma terk etmekten önce bu noktalar
üzerinde durmasında, iktidara gelebilip, söz konusu tehdidi en azından
sindirebilmesi açısından da yarar vardır.
“Birden
fazla yargıçlı idare mahkemeleri başkanları, Bölge İdare Mahkemeleri,
Danıştay ve Yargıtay Daire Başkanları ile Anayasa Mahkemesi
başkanlarının mutlaka ‘hukukçu’ kökenli” olmaları gerektiği, kuşkusuz
çok isabetli bir tanıdır, tespittir. Ancak hiç de yeterli değildir.
Unutulmamalıdır ki Ergenekon Davası Savcısı Zekeriya Öz de maalesef
“hukukçu”, yani hukuk fakültesi mezunudur.
Genel olarak
büyük ölçüde zaten öyleydi denilebilir; ama özellikle üniversitelerin
“lise”ye dönüştüğü günümüz koşullarında Hukuk Fakülteleri “hukukçu”dan
ziyade, maalesef daha çok kasaba avukatı yetiştirmektedir.
Ayrıca, çok
geç de olsa “bugün”, son derece net bir şekilde anlaşılmaktadır ki,
Fetullah Gülen’in “adliyeyi, mülkiyeyi, askeriyeyi sükunet içerisinde,
yavaş yavaş ele geçirme” talimatı neredeyse tamamen ve başarıyla
uygulanmış durumdadır. Kaymakamlarımızın, valilerimizin ezici çoğunluğu
Mülkiyeli’dir; ama yine ezici çoğunluğu, önemli ölçüde zaten anadan
doğma tarikat ehli, cemaat mensubu oldukları için, ya da “rüzgar nereden
eserse oraya yönelmeyi” pragmatik bir doğru olarak benimsedikleri için
“majestelerinin” kaymakamları, valileri konumundadır. Aynı şey daha az
da olsa ciddi bir oranla yargı camiası için de söz konusudur.
Uzun vadeli
bir çözüm de olsa önce bir yandan buna karşı önlem alınmalıdır; kısa
vadede ise, ne yazık ki biraz da kısasa kısas mantığıyla, “siyasi”
davranmak gerekecektir.
Özgür Birey
(2.4.1) alt başlığı altındaki ifadeler, çok küreselleşmeci, çok
postmodern bir izlenim vermektedir. Bu ifadelerde en çok göze çarpan
ise, Programın hemen tümünde olduğu gibi, “birey” sözcüğüne yapılan özel
vurgudur.
“Birey”,
bilindiği üzere, solun, bu arada sosyal demokrasinin değil, devleti,
kamusallığı, toplumsallığı (sosyalliği) alabildiğine dışlayan neo
liberalizmin, Ortodoks kapitalizmin tercih ettiği bir deyimdir.
“Kul”luktan,
“teb’a”lıktan yola çıkan “Türkiye gerçekleri” ışığında “sol”un, “sosyal”
(yani toplumcu) demokrasinin tercih etmesi gereken deyimin ise YURTTAŞ
olması gerektiği kanısındayız. Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün deyimi
“bireylerim” değil, “yurttaşlarım”dır.
Soruna sözde
çözüm öneren DTP ile onun iç ve dış yandaşlarının ileri sürdüğü “ana
dilde eğitim”den, farklı bayraktan, yerel gelirlerin merkezi bütçeden
tahsis edileceklerle birlikte yerele ait olmasından; hele hele ülkesini
bir kristal küreye benzeten ve ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün başarılı
olması halinde korunabileceğini söyleyen Tito’dan sonra Yugoslavya’nın
nasıl paramparça olduğu adeta bir laboratuar deneyi ortadayken, konunun
Terörle Karşı Mücadeleyle birlikte değerlendirilmesi, farklı kökenden
yurttaşlara tanınacak ve saygı duyulacak “hak”kın KÜLTÜR ve
BİREYSELlikle (“birey” işte burada yerinde bir deyimdir) sınırlı
tutulması olumludur.
Unutulmamalıdır; Tito Yugoslavya’sında, DTP’nin Kürt yurttaşlar için
istediği hemen her şey vardı, üstelik adı da düpedüz “öz yönetim”di; ama
Tito kapitalist Batı’nın gözünde “kahrolası komünist” olmaktan hiç
kurtulamadığı gibi, o ölür ölmez de ülkesi paramparça edildi;
parçalamanın daha ne kadar devam edeceği belli değil.
Aynı Batı
bugün Türkiye’ye, “Kürt sorununun demokratik çözümü” olarak o “kahrolası
komünist”in yöntemlerini dayatırken, DTP de bu dayatmada majestelerinin
tellallığını yürütürken hiç rahatsızlık duymuyor bu iki yüzlülükten.
Dolayısıyla
Atatürk’ün CHP’sinin Programında, hadi Tito’nunki gibi “sosyalist”
değil, ama hele “solcu” DTP”ninki gibi kapitalist bir “öz yönetim”den
her halde söz edilmeyecekti.
Ancak…
Programda
belirtildiği üzere “Anadil” kültürel diyalogun aracı ise; yani
anlaşıldığı kadarıyla herkes birbiriyle kendi ana dilinde konuşacaksa,
ister kültürel, ister hukuksal, ister ticari, vb., diyalogun nasıl
kurulacağı meraka değerdir. Herkesin farklı dilden konuştuğu ve herkesin
birbirinin dilini bilmediği bir ortam diyalog değil, kakafoni ortamıdır,
“her kafadan bir ses” ortamıdır.
Bütün
dünyada kültürel, bilimsel, ticari, siyasi alanda İngilizcenin ortak dil
kabul edilmesinde hiç tereddüt edilmezken, hatta Türkiye’de İngilizce
adeta resmi dil haline gelmiş, berber dükkanı adları bile
İngilizceleşmişken, çocuklara, yetişkinlere İngilizce öğretmek için
başta devlet olmak üzere, etnik kökeni ne olursa olsun herkes adeta
yırtınırken, kendi ülkemizde de Türkçe’nin ortak diyalog dili olması
sadece eşyanın tabiatıdır.
Değildir
demek, en iyi niyetli ve masum yaklaşımla bir Türk’ün moda dayatma
İngilizce dışında Arapça, Kürtçe, Lazca, Çerkezce, Boşnakça, Gürcüce,
vb., öğrenmesi demektir. Bu ise maddi olarak, yetenekler ve zaman
açısından çok zordur, insafsızlıktır. Hatta asıl anti demokratlık budur.
Söz konusu unsurlar ise zaten kendiliklerinden, okulda, sokakta Türkçe
öğrenmiştir. Bu bir zorlama değildir. Okula gitmeyen, kendi köyü dışına
çıkmayanlar ise, öğrenmemiş, kimse de onları evinde ailesiyle oturur,
köyünde köylüleriyle yaşarken Türkçe öğrenmeye konuşmaya zorlamamıştır.
Nitekim Kürtçe ve Güneydoğuda yaşayan Kürtler açısından bu durum çok net
bir gerçekliktir. Yöredeki Kürtlerin çok önemli bir kısmı, özellikle
yaşlılar ve kadınlar Kürtçeden başka dil bilmez.
Bu
değerlendirmeler ışığında “Bireysel Kültürel Haklara Saygı ilkemiz
gereği, her etnik kökenden yurttaşımızın, kendi özgür irade ve talepleri
çerçevesinde…” ara başlığı altında yer alan düzenlemeler en azından
gereksizdir. Çünkü hepsi günümüz Türkiye’sinde zaten hayata geçmiştir.
“Kendi anadilini özgürce kullanabilmek”ten kasıt, okulda tüm eğitim
yaşamı boyunca kendi dilinde eğitilmek değilse, herkes evinde ailesiyle
kendi dilini konuşmaktadır; hastanede her halde derdini anlatabilecek
kadar çeviren bir yakını bulunmaktadır. Mahkemede tercüman bulundurmak,
devletin görevidir. Düğününü istediği gibi yapmakta, köyünde,
mahallesinde istediği dilde türkü söylemekte, istediği dilde çıkardığı
gazete ve dergiler Ankara’nın göbeğindeki bakkallarda kitapçılarda
satılmaktadır. Devlet televizyonu Kürtçe yayın yapmaktadır. Kürtçe
dershaneler, kurslar açılmıştır, ama rağbet görmemiştir; çünkü bilen
için ana dil zaten okulda değil adı üstünde “ana”dan, evde öğrenilir.
Bilmeyen de, anlaşılan çok fazla işine yaramayacağı için gerek
duymamıştır. Eğer düşlerdeki Bağımsız Kürdistan için hukukçu, doktor,
mühendis, mimar, öğretmen vb. yetiştirmek “enayi” Türklere yaptırılacak
bir yatırım olarak düşünülmüyorsa, Kürtçe eğitimin haydi haydi, ama
Kürtçe öğrenmenin bile pek fazla bir anlamı yoktur.
Çünkü “ana
dilde eğitim”, açıkça Kürtçe ilkokul, ortaokul, lise, Kürtçe hukuk, tıp,
mühendislik vb. fakültesi, hatta Kürtçe mahkeme, Kürtlere özgü hastane
demektir. Türkiye, pek uygun parçalarını mutasavver bağımsız Kürdistan’a
vermeyecek ve hiç değilse bugünkü halini koruyacaksa Kürtçe Tıp
fakültesinden mezun doktor bu meziyetini(!) nerede kullanacaktır?
Yaklaşan
yerel seçimler dolayısıyla yerel yönetim konusuna 1993 programından çok
daha geniş yer verilmesi makul ve anlaşılabilir bir durumdur.
Ancak
Demokratik Toplum Partisinin kısa bir süre önce Türkçe, Kürtçe ve
İngilizce bir kitapçık haline getirerek açıkladığı görüşler dikkate
alındığında “yerelleşme” konusunda iyimser olmak kolay görünmemektedir.
DTP
yerelleşmeyi, Yugoslavya örneğinde parçalanma sonucunu doğuran
“özyönetim” boyutuna kadar çıkarmakta, özel bayrak, ayrı ve bağımsız
bayrak, özel-yerel meclis, yani kabaca “federalizm” isteyebilmektedir.
Öte yandan
şu anda AKP milletvekili olan başbakanlık eski müsteşarı Ömer Dinçer de
1995 yılında bir konferansında “küreselleşmenin yerelleşmeyi
getirdiğini, Türkiye’nin yerel kültürünün, renginin ise din, dolayısıyla
İslamiyet olduğunu, bu nedenle artık laik cumhuriyetin tartışılması
zamanının geldiğini” savunabilmişti.
Merkez
mutlaka kötü, yerel mutlaka iyi, merkez mutlaka demokrasinin engeli,
yerel mutlaka demokrasinin coştuğu bir nehir yatağı değildir.
Bu
önermeleri, yerelin Melih Gökçek, Şaban Dişli, Gaziantep belediyesi ve
imar yolsuzlukları, imar rüşvetleri olarak da mutlaka düşünmek gerekir.
Ayrıca
merkez de her zaman AKP ve Recep Tayip Erdoğan olmayacaktır. Ankara
Deniz Baykal ve CHP olduğu zaman da mı kötü veya anti demokrat
olacaktır?
Üniter
devlet-yerel yönetim uyuşmazlığı, en az üniter devlet-küreselleşme
çatışması kadar belirgin bir çelişkidir.
1993
Programına göre çok daha sınırlanmış olsa, bakış açısındaki “kuşku”
katsayısı hayli artmış olsa da yeni Program taslağının da küreselleşmeyi
hala değişmez bir veri, uyum sağlanması mutlaka gerekli bir doğa, bir
yaşam gerçeği olarak kabul ettiği dikkat çekmektedir. Oysa bütün
dünyanın şu anda yaşadığı ve 1929 bunalımından da büyük olduğu söylenen
kriz, küreselleşmenin en azından iktisadi açıdan değişmez bir veri, bir
doğa ve yaşam gerçeği olmadığını çok net bir şekilde kanıtlamış
olmalıdır.
ABD eski
Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in de on yıl önce beklenmedik bir
dürüstlükle ifade ettiği üzere, “küreselleşme Amerikan çıkarlarının
bütün dünyaya dayatılması”ndan başka şey değildir ve özünde ABD ve
kısmen diğer gelişmiş ülkeler dışında ulusal çıkarların tasfiye edilmesi
veya çok uluslu şirketler üzerinden tamamen ABD ve öteki gelişmiş
ülkelerin ulusal çıkarlarına hizmet eder hale getirilmesidir.
Dolayısıyla
hem üniter yapının korunması hem de küreselleşmeden yararlanılmasının
barış ve sükunet içerisinde gerçekleşmesi mümkün değildir. Üniter yapı
ancak küreselleşme ve onun baş aktörleriyle çatışarak mümkündür.
Nitekim yeni
Program taslağının DIŞ SİYASAL İLİŞKİLER bölümünde de bu noktanın
vurgulandığı görülmektedir. Örneğin “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile
Ilımlı İslam kimliği dayatılmasıyla karşı karşıya bırakılan demokratik
Türkiye Cumhuriyetinin hak etmediği bu durum hiçbir şekilde
kabullenilmeyecek, bu doğrultudaki dayatmalara kararlılıkla karşı
durulacaktır” denilmektedir. AB’nin, ‘hazmetme kapasitesi’, ‘kültürel
farklılıklar’ gibi nedenlerle ikinci sınıf bir üyelik (özel statü)
vermeyi, siyasi taleplerle kuşatılmış bir müzakere süreci eşliğinde
AB’nin resmi görüşüne dönüştürerek Türkiye’yi AB’den dışlaması halinde,
başta Gümrük Birliği olmak üzere mevcut taahhütlerimiz gözden
geçirilerek, ülkemizin çıkarlarının gerektirdiği adımlar kararlılıkla
atılacağı ilan edilmektedir.
Küreselleşmenin 20 yıllık uygulaması laboratuar kabul edildiğinde,
tamamen fikir babası gelişmiş ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiği ve
İkinci Genel Başkan İsmet İnönü’nün “Büyük devletlerle ilişki, aslanla
aynı yatağa girmeye benzer” sözü unutulmamalıdır.
Küreselleşmenin Türkiye’nin de yararlanabileceği bir süreç olduğu, hayli
iyimser bir görüştür. Tersine ulusal çıkarlarımızı küreselleşme
hücumlarına karşı korumak zorunda kaldığımız, bilinen bir gerçektir.
Dolayısıyla
CHP’nin, küreselleşmenin üniter yapıya zarar verdiğini bile bile
küreselleşmeden yarar beklemesi kara da olsa mizah değildir; kara kara
düşünmeyi gerektirir.
Bu bölümde
en dikkati çeken noktalar “dünya ekonomisinde küreselleşme sürecinin hız
kazandığı” ve “esnek üretim sistemlerinin yaygınlaştığı” önermeleridir.
Halen
yaşanmakta olan Dünya Ekonomik Krizi, buna tek çare olarak bulunabilen
“kurtar bizi devlet baba” formülü, Keynesci ekonomik modelin ve Karl
Marx’ın tezlerinin tekrar hatırlanması, kitaplarının yeniden rağbet
kazanması karşısında bu önermelerin nasıl olup da Program taslağında yer
alabildiğini anlamak mümkün değildir.
1993
Programına göre çok daha seyrekleştirilmiş olsa da hala sempatiyle
bakıldığı anlaşılan esnek üretimi sosyal demokrasi ile, sosyal refah
devleti ile bağdaştırmak da aynı ölçüde imkansızdır.
Bilindiği
gibi ESNEK üretim, ilk olarak Japonya’da gelişmiş, daha sonra başta ABD
olmak üzere ileri kapitalist ülkelere hızla yayılmış, oralardan da
sömürülen az gelişmiş çevre ülkelere dikte edilmiş bir üretim tekniği,
yöntemidir.
ESNEK ÜRETİM
üzerine yazılan kitaplardan biri “Esnek Üretim: Derin sömürü” başlığını
taşımaktadır. (İlker Belek, Nokta Yayınları, ISBN: 9758271709)
1980’lere
kadar bilinen üretim yöntemi “fordist üretim” yöntemiydi. Bu yöntem,
tüketici açısından, çok bol miktarda ve tek tip ürünlerin bu sayede çok
ucuza üretilmesi ve çok geniş kitlelere ulaşması demekti. Bu geniş
kitlelerin ağırlıklı kesimini orta sınıfın oluşturduğu çok açıktır.
Hatta kapitalizm bu yöntemle “kraliçenin giydiği çorabı artık hizmetçisi
de giyebiliyor” diye övünmüştü.
Yöntemin
işçi açısından anlamı ise, sekiz saatlik vardiyanın, bunun karşılığında
aynı işi yapan herkesin aynı ücreti aldığı, bunun önemli ölçüde
sendikalar tarafından belirlendiği, yani kuralı kaidesi olan, nispeten
insanca bir üretim düzeni, çalışma ilişkisi idi.
Oysa esnek
üretim, “esnek” sözcüğünün de vurguladığı gibi istenildiği gibi
istenilen yöne çekilebilmiş bir üretim yöntemi, çalışma ilişkisidir. Çok
büyük kitleler için tek tip veya az çeşitli üretim değil, neredeyse her
müşterinin talebine ve bu talebin sonundaki teslim zamanına göre üretim
yapılan; sendikanın son derece etkisizleştiği, işçilerin “işçi işçinin
kurdudur” denilebilecek kadar yoğun bir rekabet ve çalışma temposuna
sokulduğu, soldaki işçinin sağ yanındaki mesai arkadaşının rakibi ve
denetçisi haline geldiği, standart çalışma süreleri karşılığında
standart ücretlerin değil, “ne kadar çalışırsan o kadar çok ücret”
anlayışının egemen olduğu, üstelik bu da ayrıca ödüllendirildiği için,
Japonya’da aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bir yılda on bin işçinin
öldüğünün Japon Sendikalarının kayıtlarından rahatça öğrenilebileceği
bir çalışma, çalıştırma yöntemidir.
TUZLA
TERSANELERİNDEKİ ÖLÜMLERİN NEDENİ, işçilerin deneyimsizliği,
bilgisizliği, gerekli güvenlik önlemlerini yeterince almamaları değil,
BİZATİHİ ESNEK ÜRETİMDİR. İşçilerin deneyimsiz, bilgisiz olduğu,
güvenlik önlemlerini yeterince almadıkları doğru olabilir; ama bu bile
Türkiye’ye özgü esnek üretimin bir başka sonucudur. Türkiye’deki esnek
üretimin Japonya’daki gibi tamamen işini yeterince bilen işçilerle
yapılıyor olması zaten beklenemezdi. Buna rağmen orada bile bir yılda on
bin işçi ölebilmiştir. Bilgisiz, deneyimsiz oldukları için değil,
neredeyse ölesiye, aralıksız çalışma temposu nedeniyle…
Gemi
Sanayicileri Derneği yetkilileri, bunların en önde geleni sayılabilecek
Rahmi Koç ve bizzat Başbakan açıklamışlardır ki Türkiye gemi
sanayiciliği, AKP iktidarı öncesinde üretim kapasitesi, miktarı
açısından 24’üncü sırada iken bu iktidar döneminde, yani çok kısa bir
sürede, kalifiye işçi sayısında, teknolojide, çalışma mekanlarında
dikkate değer hiçbir gelişme olmadığı halde 4’üncü sıraya yükselmiştir.
Zonguldak tersanelerinin her biri 80-100 bin metrekarelik alanlarda
çalışırken, Tuzla tersanelerinin en büyüğünün çalışma alanının 5 bin
metrekare olduğu söylenmektedir.
Buna bir de
Rahmi Koç’un söylemiyle “zamanında teslim” koşulu eklendiğinde, eskiden
bir yılda beş gemi üretirken aynı sürede örneğin yirmi gemi teslim
etmeyi taahhüt eden bir firmanın bilgili, deneyimli işçiyle yetinmesi
imkansız, Anadolu’dan yeni gelmiş, belki ömründe deniz ve gemi bile
görmemiş işçilere baş vurması ise kaçınılmazdır. Bunun art arda ölümler
getirmesi de bir başka kaçınılmazlık olmaktadır.
ESNEK
ÜRETİM, rahatça, Sanayi Devrimi Öncesi çalışma koşullarına
benzetilebilir ve gerçekten, esnek üretim, bir derin sömürüdür.
Böyle bir
sistemin, “emek en yüce değerdir” şiarıyla bağdaştırılabilmesi ne kadar
mümkünse, bir SOL PARTİNİN PROGRAMINDA yer alması da ancak o kadar
mümkündür. Bir başka ifadeyle, imkansızdır.
Öte yandan
“planlama” kavramına Adnan Menderes’in “planımız plansızlıktır”
sözlerini anımsatacak kadar silik değinildiği veya çokça sektörel master
planlardan söz edildiği de dikkat çekmektedir.
Ülke
bütününü kavrayacak bir genel devlet planına değinilmemiştir. Bu bir
eksikliktir. Çünkü Program taslağının ekonomi ile ilgili bölümünün hemen
bütününde, üretim tüketim dengesinin neredeyse sadece üretim (üretici)
boyutu ele alınmış, tüketim (tüketici) boyutu ihmal edilmiştir.
Üretimi
artırırız, üreticiyi kayırırız; ama üretilenleri tüketecek kimse yoksa,
satın alma gücü yetersizse üretimi artırmanın da üreticiyi kayırmanın da
anlamı kalmaz. 1929 Bunalımının da 2008 Krizinin de temel nedeni budur:
tüketim boyutunun ihmal edilmesi.
Planlama ise
bu dengeyi sağlayacak en büyük ve belki tek araçtır. Neyin ne kadar
tüketilebileceğini, dolayısıyla ne kadar üretilmesi gerektiğini
belirlemek, tüketilemeyecek ürün fazlası için gereksiz kaynak israfını
önlemek ancak planlama ile mümkündür.
Rekabet
gücünün artırılmasından sıkça söz edilmektedir. Oysa Türkiye buğday ve
et gibi çok temel maddeleri bile ithal eder hale gelmişken, önce kendi
kendine yetmesine ağırlık verilmesi çok daha isabetli olurdu.
İşsizlik
sorunu, ekonomide kamu ağırlığı olmadan piyasa ekonomisiyle çözülemez.
İktisat terimiyle bir “infant industry” yani bir “bebek ekonomi” olan
Türkiye’de, yine iktisat biliminin bu ülkeler için kabul ettiği üzere
devlet, en büyük işveren olması bir zorunluluktur.
Onlarca
yıldır pek çok sorununu yaşadığımız yabancı sermayenin yasaklanması
belki düşünülmeyebilir ama, kalkınmada bir unsur olarak bel bağlanmaması
gerekir. Türkiye artık 1920-30 koşullarında değildir. Doğru
değerlendirilirse karınca kararınca kalkınmasını sürdürmesine yetecek
ulusal kaynaklara sahiptir.
İkinci Genel
Başkan İnönü’nün yabancı sermaye konusunda “karşı değiliz. Ama bize
akşama içecek bir tas çorbası olmayan fukara muamelesi yapmasına izin
veremeyiz” sözü ve yabancı sermayenin dikkat edilmezse pek çok siyasi ve
sosyal sorunu da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır.
En büyük
kaynak yine kendi üretimimiz ve yine halktan toplanan vergilerdir.
Vergilerin
indirilmesine gerek olmadığı kanısındayız. Bir yandan vergileri
indirirken öte yandan en temel mal ve hizmetleri özel sektörün insafına
bırakmak “sosyal” bir yöntem değildir. Vergiler, yaygın ve adil bir
şekilde toplanırsa sözü edilen tüm mal ve hizmetlerin üretimi için
devletin yeterli kaynağı da olur.
Kısaca
SOSYAL PİYASA EKONOMİSİ, devletin kapitalizmi, piyasayı buna zorlaması
da öngörülmediğine göre kapitalizmin kar hırsına kapılmayacağı, iyi
niyetli, insaflı, dürüst, merhametli olacağı iyimser varsayımına dayalı
bir tez izlenimini vermektedir.
Yanılıyor
olmayı dilemekle birlikte, yoksulluğun, işsizliğin “sosyal” de olsa
piyasaya ekonomisiyle önlenebileceği, sosyal refah devletinin
yaratılabileceği kanısında değiliz.
Hatta,
sosyal de olsa piyasa ekonomisiyle şeriat tehlikesinin önlenebileceği,
ulus devletin, üniter devletin korunabileceği kanaatinde de değiliz.
Çünkü unutulmamalıdır ki, şeriat tehlikesi de, PKK terörü ve giderek
ülke bütünlüğünün bozulması tehlikesi de, Sovyetler Birliğinin
yıkılmasından sonra küreselleşmeci kapitalist piyasa ekonomisi
anlayışındaki gelişmelere paralel olarak büyümüştür. Çünkü yoksulluğu,
işsizliği, üretimsizliği, sanayisizleşmeyi, küreselleşmeci kapitalist
piyasa ekonomisi anlayışı yaratmıştır. İşsiz, yoksul, üretmeyen, hatta
aç insanlar da ya dine sarılmış, ya PKK, Hizbullah saflarına katılmış,
ya da büyük kentlerde tinerci-kapkaççı olmuştur.
Türk basını
hayli başarılı bir karartma yapıyor ise de 1929 bunalımından daha büyük
olduğu söylenen Dünya Ekonomik Krizi henüz bitmemiştir; tersine
derinleşerek devam etmektedir.
Krizin ve
kapitalizmin kalbi Amerika’da bile bankalar kurtarılmak üzere devletin
kapısına dayanmış, devlet de ya kurtarmış, ya da bu bankalara ciddi
biçimde ortak olmuştur. Aynı şey Avrupa için de söz konusudur.
Türkiye’ye
gelince…
Özelleştirilmemiş dolayısıyla korunacak çokça kamu varlığı ne yazık ki
zaten kalmamıştır. Öncelikle kalanların özelleştirilmesinden
kararlılıkla vazgeçilmelidir. Çünkü zora düştüklerinde kurtarılmak üzere
yine devletin kapısına dayanacak olduktan sonra, bu hale gelip
büyümelerini, hatta var olmalarını zaten kamu kaynaklarına borçlu özel
sektöre önem vermenin ikna edici bir açıklaması yoktur.
Kaldı ki,
bugün son derece yoğunlaştığını, derinleştiğini görüp bildiğimiz
yolsuzluk bataklığının en önemli gerekçelerinden birinin de özelleştirme
ve dolayısıyla ihale cenderesi olduğu, çok somut, açık bir gerçekliktir.
Hizmeti her şeyiyle bizzat kamu yapınca ihaleye dolayısıyla yolsuzluğa
en azından herhalde azalacaktır.
Öte yandan,
başta gerek sağlık ve eğitim gibi en temel kamu hizmetleri, gerekse bize
“canım bunu da mı devlet üretir” anlatımıyla çok basite indirgenerek
sunulan temel ihtiyaç maddelerinin, enerji ve doğal kaynaklar gibi
stratejik ürünlerin, Telekom gibi stratejik hizmetlerin üretilmesi,
işlenmesi özel sektörün kar güdülü insafına terk edilemez. Hele enerji,
tıpkı radyo dalgaları gibi, özel bir mal olamaz. Bu, sosyal demokrasi
ile, sosyal refah devleti ile bağdaşan bir söylem ve yaklaşım değildir.
Yine bu,
yurttaşı yaşam cangılında yapayalnız, sahipsiz bırakmak demektir.
Vatandaşı
DEVLETİN VESAYETİNDEN kurtarmak da bu nedenle ihtiyatla ele alınması
gereken bir yaklaşımdır.
İlk bakışta
ve ilke olarak elbette doğrudur. Ancak son yirmi yıldır, başka
örneklerle birlikte katı küreselleşme dayatmalarının adeta açık
laboratuarı haline gelen Türkiye uygulamaları göstermiştir ki, devletin
vesayetinden kurtarılmak istenen vatandaş, bu defa tam anlamıyla yaşam
ormanının kurduna kuşuna teslim edilmiş, kömür torbalarını, sadaka
kültürünü yadırgamaz hale gelmiştir.
Düşünce
düzeyinde, düşünce özgürlüğü düzeyinde devlet baskısını azaltmak başka
şeydir; sade yurttaşı iktisaden kurda kuşa yem etmek başka şeydir.
Ülkemizde ise bu yöndeki bütün laf kalabalığına rağmen devletin düşünce
düzeyinde baskısı, vatandaş üzerindeki vesayeti azalmamıştır, ama
pazardaki, sofradaki, mutfaktaki yalnızlığı alabildiğine artmıştır.
Sosyal refah
devleti, kimsesizlerin kimsesidir.
Bu ülke, bu
halk var olması, gelişip büyümesi için seksen yıldır yemeyip içmeyip,
dişinden tırnağından artırıp çok büyük kaynaklar aktarmıştır. Son yirmi
yıldır sağlık ve eğitim alanında bile milyonlarca insana nasıl “her şeyi
devletten beklemeyin” denebilmişse, artık özel sektöre de “her şeyi
devletten beklemeyin” demenin zamanı gelmiştir.
Bu
değerlendirmeler ışığında, özel sektör ne kurulurken, ne gelişirken ne
de batarken devletten hiçbir şey beklemeden istediği alanda mal ve
hizmet üretebilir.
Ama
devletin, kendi okullarını oduna kömüre, tebeşire bile muhtaç ederken,
velileri katkı payı adı altında öğretmenlerle tatsız ve onur kırıcı bir
şekilde karşı karşıya getirirken, devlet hastanelerinde pamuğu bile
hastaya aldırırken, Anadolu deyişiyle “ben yiyemedim sen ye” dercesine
kaynaklarını özel okullara, vakıf üniversitelerine, özel hastanelere
akıtması onaylanacak bir durum olamaz. Hele sosyal refah devleti
anlayışıyla bağdaştırılamaz.
Program
taslağında yer alan, sağlık hizmetinden yararlanmada ödeme gücü esas
alınmayacaktır ifadesi bu çerçevede pek anlaşılamamaktadır. Bunanla
sağlık hizmetinin herkes için parasız olacağı kast edilmekte ise neden
açıkça söylenmemiştir de böyle dolambaçlı ifadelere gerek duyulmuştur?
Aynı şekilde
orta öğretimde velilerden “zorunlu” bağış uygulamasına son verileceği
ifadesi de açıklamaya muhtaçtır. Eğer zorunlu bağışa son verileceği, ama
gönüllü bağış uygulamasının devam edeceği anlatılmak isteniyorsa bu bir
yenilik değildir. Başta Hüseyin Çelik olmak üzere geriye doğru son 20-30
yılın bütün Milli Eğitim Bakanları, zorunluluğun söz konusu olmadığını
yineleyip durmuştur. Ama “gönüllü” bağışın da adeta zorla alındığı,
verilmezse çocuğun kaydının yapılmadığı herkesin bildiği bir sırdır.
Dolayısıyla, tek başına zorunluluğun kaldırılacağı ifadesi, kanuna karşı
hiledir. Üniversite harçlarının kaldırılacağından ise Programda hiç söz
edilmemektedir.
Sümerbank
basmasını, buna razı, bununla yetinebilecek milyonlarca insanın
varlığına rağmen, devlet tarafından üretilmemesi gerektiğini anlamaya
kendimizi zorlayabiliriz.
Ama eğitim
ve sağlık hizmetini dahi vermemesi gerektiğini, bu alanlarda da işin
özel sektöre, onun sınırsız kar hırsına bırakılmasını, hele bırakılması
gerektiğini anlamak mümkün olmadığı gibi, zaten anlamak zorunluluğu da
olamaz.
Sağlık ve
eğitim özel çıkar ve kar hırsının konusu olamaz. Kayıt şart getirmeden,
istisnalar yaratmadan, herkes için bütünüyle parasız olmalıdır.
SİVİL TOPLUM
ÖRGÜTLERİ, kanaatimizce bu kadar çok değil, gerektiği kadar
önemsenmelidir.
Çünkü,
Atatürk’ten, hem de bilimsellik adına şikayetçi Profesör Atila Yayla’nın
Liberal Demokratlar Derneği de sivil toplum örgütüdür; tarikatların ve
dini cemaatlerin de sivil toplum örgütü sayılması yönünde de yoğun bir
çaba vardır.
Ayrıca sivil
toplum örgütü deyimi, batı dillerindeki “non-governmental organisation”
deyiminin Türkçeye girmiş biçimidir. Oysa bu deyim, devletle herhangi
bir bağı olmayan örgüt demektir. Oysa Batı’nın kendisinde bu örgütlerin
birçoğu devletle yoğun ilişki halindedir. Devletin kaynaklarından
yararlanırlar. Ve ister istemez de hükümet politikalarının dışına
fazlaca çıkamazlar.
Türkiye’de
de özellikle vakıfların sık sık kamu kaynaklarından fon aldığı
bilinmektedir.
Kaldı ki,
bilgisayarın-internetin başına geçip sağa sola elektronik mektuplar
göndererek bir kampanya düzenleyen birkaç kişi de sivil toplum örgütü
sayılabilir.
Bu deyim
yerine, 1980 öncesindeki “demokratik kitle örgütü”nün tercih edilmesi
daha doğru olacaktır. Çünkü demokratik kitle örgütü, adı üzerinde
demokratik bir şekilde oluşmuş genel kurulları, seçilmiş karar ve
yürütme organları bulunan örgüt demektir.
Ülkemizde bu
örgütlerin ve ilgili çevrelerin önemli bir kısmı Türkiye’nin
gerçekleriyle, ulusal çıkarlarıyla en azından uyuşmazlık halindedir.
Örneğin bu örgütlerin en büyüklerinden biri sayılabilecek olan ve Kürt
sorunu konusunda veya AKP politikalarının olumlanması ses ve söz sahibi
olan Tabip Odalarının, Hüseyin Üzmez hadisesini ilk anda “komisyona
havale ettiği”, ancak yoğun ve sert tepkiler üzerine bir eleştirel tavır
sergileyebildiği dikkat çekmiştir.
Doğrudan bir
ilişkisi olmadığı, bir genelleme yapılamayacağı söylenebilir.
Ancak siyasi
etik kanunu gibi, TBMM’nin daha saygın hale gelmesi gibi bir ihtiyacın
ortaya çıkmasında milletvekilliğinin, öyle herkesin kolay kolay altından
kalkamayacağı ciddi bir “yatırım” haline gelmesinin önemli bir rolü
olduğu yadsınamaz.
Seçim
kampanyası, afişiyle, broşürüyle, seyahatiyle, yemek vb. giderleriyle
zaten hayli masraflı bir hadisedir. Buna bir de partilere yapılması
istenen yüklü “bağış”lar eklenince, ortaya çıkan manzara şudur.
Birçok aday
bu masrafları büyük ölçüde kredi çekerek, eşden dosttan borç alarak
karşılamakta, meclise girdiği anda ise ilk düşündüğü, tabir caizse bu
masrafı kapatmak olmakta; maaş zamlarına hararetle destek olurken erken
seçim ihtimali veya önerileri karşısında ise yine tabir caizse tüyleri
diken diken olmaktadır. Bunu da yer yer iş takibi, yolsuzluk iddiaları
takip etmektedir.
Etik,
saygınlık endişeleri büyük ölçüde bunlardan kaynaklanmaktadır.
Kesin,
birebir bir çözüm olduğu söylenemez ama, siyasi partilerin, mümkün
olduğunca hazine yardımıyla yetinmesi, adayların ayrıca zorlanmaması
gerekir.
Mevcut
programın çok fazla liberal olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Sosyal
demokrasinin liberalizme çok uzak olmadığı söylenebilir. Ama sola ve
emeğe bu kadar uzak olduğu söylenemez.
PROGRAM’ın,
yani Sovyetler Birliği’nin dağıldığı, kapitalizmin ve Amerika başta
olmak üzere Batı’nın tek güç haline geldiği, ideolojilerin hatta tarihin
sonunun geldiğinin ileri sürüldüğü, kapitalizm, küreselleşme,
post-modernizm kavramlarının tanrısallaştırıldığı, emeğin yerini
bilgi-bilgisayar vb.nin aldığının Murat Karayalçın tarafından bile ileri
sürülebildiği, ulus devletin, hatta devletin, kamunun öneminin
kalmadığının söylenebildiği, şirketlerin, piyasanın görünmez elinin her
şeyi düzenleyeceğinin, bu nedenle sosyal devletin dahi anlam ve öneminin
kalmadığının söylenebildiği, Türkiye olarak biz 80 yıldır “kul”un yerine
“yurttaşı” geçirmeye uğraşırken, yurttaşın atılıp yerine yine
“kul”laştırılmış “birey”in, “bireyciliğin”, “bireyselliğin” konması
gerektiğinin iddia edilebildiği, vb., bir dönemin çok fazla etkisinde
kalarak yazıldığı da açıktır.
Ama aradan
15 yıl geçmiştir. VE artık yeni program yazılmaktadır.
Dünyadaki
gelişmelere bakıldığında ekonomik krizlerden, savaşlardan, açlıktan,
yoksulluktan başka şey görmek mümkün değildir. Hatta yerel bölgesel
savaşların ötesinde çok daha büyük bir savaşın ciddi kıpırtıları
hissedilmektedir.
Küreselleşme’nin onu yaratan Amerika’da bile iflas ettiğini görüyoruz.
Özelleştirme dönemi artık sona ermiş, kapitalizmin kalbi denilebilecek
bankaların devletleştirilmesi dönemine, hem de bizzat batan bankaların
talepleri üzerine geçilmiştir. Geniş kitlelerle ilgilendiğinde devlete
adeta sopa gösteren, dudağına biber süren Kapitalizm, her zamanki gibi,
kendisi sıkışınca birden yine devleti hatırlamıştır.
Yani,
“bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” söz konusu değildir.
Yine
anlaşılmaktadır ki devletin de ulus devletin de modası geçmiş değildir.
İlle her koyun kendi bacağından asılacaksa bile, bu öyle birey düzeyinde
değil en azından ülke düzeyinde, ulus düzeyinde olacaktır.
Dünya
çapında bir ekonomik krizde, Amerika, Avrupa Birliği ve benzerleri
kendilerinden başka kimseyle ilgilenmeyecek, Türkiye’yi kurtarmayı ise
hiç düşünmeyecektir. Bunun için gerekirse saldırganlaşmakta da hiç
tereddüt etmeyecektir.
Küreselleşme
süreci boyunca yaşananların tamamı da bu doğrultudaki gelişmelerden
ibarettir.
Sovyetlerin
yıkılması ve tek kutuplu dünyanın oluşması, ardından küreselleşme ile
birlikte Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge tam bir istikrarsızlık
sürecine girmiş, bölgede ve Türkiye’de ne kadar kapanmış yara varsa
hepsi yeniden deşilip kanatılmıştır. Irak’ın, Ortadoğu’nun, Kafkasların,
Karadeniz’in, Güney Asya’nın, Balkanların durumu ortadadır. Bütün
bunların tam ortasında yer alan Türkiye için yeniden kanatılmaya
başlanan yaralar ise en başta ülke ve ulus bütünlüğünün söz konusu
olduğu Kürtçülük ve şeriat sorunudur.
Türkiye,
küreselleşmenin hemen bütün diktelerine yaklaşık yirmi yıldır açık
laboratuarlık yapmıştır. Yani bizzat deneyerek görülmüş olmalıdır ki,
Küreselleşmenin var olduğu söylenen nimetleri gerçekten var idiyse bile,
bunlardan hiçbiri Türkiye nasip olmamış, tersine benzeri birçok ülke
gibi sadece külfetini çekmiş, varlıklarından, değerlerinden iktisadi,
siyasi, askeri, sosyal gücünden, bağımsızlığından olmuştur.
Türkiye ve
benzeri çevre ülkelerden, küreselleşmenin yaratıcısı merkez ülkelere
aktarılan kaynaklar kapitalizmin bunalımını belki bir sür daha
yatıştırmaya yetmiştir ama, artık çevre ülkelerde de aktarılacak kaynak
kalmamıştır. Küreselleşme, kendi çıkarları için onu icadeden gelişmiş
kapitalist merkez ülkelere de, külfetini üstlenen çevre ülkelere de bir
yandan üretimsizlik enjekte ederken, öte yandan da tüketim-satın alma
kapasitesini büyük ölçüde yok etmiştir. Yani iktisadın üretim = tüketim
dengesinde önce tüketim yanı son derece küçümsenip ihmal edilmiş,
üretilenlerin esnek üretim ve benzeri bütün yöntemlere rağmen yeterince
tüketilemediği görülünce bu defa üretim yavaşlamıştır.
Amerika’da
işçi ücretleri pahalı diye, fabrikalar dolayısıyla üretim Meksika’ya
veya Tayvan’a kaydırılınca, buralarda üretilenleri, Meksikalı’nın veye
Tayvan’lının alması zaten artık mümkün değilken, işsiz kalan Amerikan
işçisi de alamaz hale gelmiştir.
Bütün bu
gelişmelerin ışığında küreselleşme, özelleştirme, yerel-yerinden
yönetim, piyasa, piyasanın görünmez eli kavramları; sınırların ortadan
kalktığı, ulus devletin de ortadan kalkması, devletin küçülmesi,
ekonomiden, üretimden tamamen çekilmesi gerektiği iddiaları, IMF ile
ilişkiler, ABD ile, AB ile ilişkiler mutlaka gözden geçirilmelidir.
Sosyal
demokrat bir siyaset özel sektörü yok etmeyecektir; ama artık Sosyal
Demokrat siyaset açısından “her şeyi devletten beklemeyin” denecek
kitle, emekçi halk yığınları değil sermaye olmalıdır. Özel sektör de
kendi yağıyla kavrulmayı öğrenmelidir.
Özelleştirmeler durdurulmalı, mümkün olan kısmı yeniden
kamulaştırılmalıdır.
ABD ile
ilişkiler ast-üst tarzı bağımlılık halinden çıkarılmalı, Türkiye ile
ilişkilerinde eşit çıkar ilişkisini gözetmesi ve saygı göstermesi
gerektiği ABD’ye yeterince açık biçimde anlatılmalı; olmuyorsa ilişkiler
askıya alınmalı hatta kesilmelidir.
AB’ye tam
üyelik, bir ölüm kalım meselesi olmaktan çıkarılmalı, aynı eşitlik ve
saygı anlayışı içinde olunması sağlanmalı, ülkenin bütün dengelerini alt
üst etme pahasına sürekli her şeyden ödün verme politikasına son
verilmeli, Birleşmiş Milletlere veya benzeri uluslararası kuruluşlara
nasıl üye olunmuşsa AB’ye de öyle üye olunmalıdır.
Olunmamasını
da bir yok oluş olarak kabul etmekten vazgeçilmeli, Gümrük Birliği
sayesinde Türkiye’den tam üyelik halinde alabileceklerini alan, buna
karşılık vermesi gerekenleri verme mecburiyetinden kurtulan AB’nin
Türkiye’yi tam üyeliğe almamasına şaşmamalıdır. AB’ye üye olmamak küçük
bir çevre dışında Türkiye’ye zarar vermez.
Belçika’nın,
Arjantin’in, Şili’nin, Kore’nin, Rusya’nın, Malezya’nın,Endonezya’nın
kesebildiği dikkate alındığında, Türkiye’nin de IMF ile ilişkilerini
rahatça kesebilecek kaynaklara sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu
kaynakları sağlıklı biçimde değerlendirmesi yeterlidir.
Bu
unsurların, Türkiye’nin yaşadığı Kürt, şeriatçılık, güvenlik, asayiş,
üretim, paylaşım, refah, demokrasi, özgürlük sorunlarında çok ciddi
olumsuz etkileri olduğu hiç unutulmamalıdır.
Kürt
sorununun çözümü çerçevesinde toprak reformu, bir başka ifadeyle
özellikle Güney Doğu’da toprak mülkiyeti sorununun, açıkçası ağalık,
beylik, şıhlık düzeninin çok akılcı, gerçekçi yöntemlerle, ama ödünsüz
bir şekilde mutlaka çözülmesi gerekir. Devletin yerini ağanın, şeyhin
tutabildiği, siyasi partilerin, arkalarındaki oy potansiyeli uğruna
bunlara göz yumduğu koşullarda, sadece “salon entelektüeli” bakış
açısıyla bu sorunun çözümü imkansızdır. CHP İstanbul’daki sanayi ve
ticaret kapitalizmine nasıl bakıyorsa(!), özellikle Güneydoğudaki toprak
ağalığı sorununa da öyle bakmalı; gerek içerde gerekse dışarıda Kürt
sorununu, Türkiye’nin demokratikleşme, insan hakları sorununu büyük bir
bilgiçlikle tartışan çevrelerin hiç birinin (Ordu, Avrupa Birliği, DTP
ve öteki siyasi partiler, işçi sendikaları, TÜSİAD, işçi sendikaları…)
sorunu TOPRAK REFORMU olarak ele almadığını unutmamalıdır.
Amerika’daki
mali krizin de gösterdiği üzere devlet kapitalizm için de “kırk gün
durak, bir gün gerek” niteliğinde vazgeçilmez bir kurum iken, bu
vazgeçilmezliği geniş halk yığınları açısından tartışmanın artık anlamı
olmadığı kabul edilmelidir. İktisadın “konjonktürel dalgalanma” deyimi
böylesi durumları açıklar. Devletin ekonomide her zaman herkese lazım
olacağı, olabileceği hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Türkiye gibi ülkeler,
büyük kapitalist ülkelerdeki veya onların pazarladığı, devletin
küçülmesi gibi modaları takip etmek durumunda değildir. Ekonomide
devleti her an güçlü tutmak zorundadır. Kaldı ki bu moda Amerika’da bile
nihayet (topu topu 20 yılda) iflas etmiştir. Ama Amerika devleti dik
tutabilecek, onu har an yeniden devreye sokabilecek güce sahiptir de
Türkiye sahip midir sorusu önemlidir.
ABD ile, AB
ile, IMF ile ilişkiler kişilikli, tam bağımsızlıkçı, çıkarların eşit
korunduğu sağlıklı hale dönüşünce, dış müdahaleler azalacak; ekonomi
üretken hale gelecek, dağılım ve bölüşüm daha hakça olacaktır. Bütün
bunların şeriatçılık gibi, bölücülük gibi sorunlara olumlu olarak
yansımayacağı düşünülemez. Çünkü Kürt sorununda da, şeriatçılık
sorununda da yoksulluk ve eğitimsizliğin, izlenen yoksullaştırıcı, ama
tevekkülcü, sadakacı politikaların rolü olmadığını söylemek mümkün
değildir. Sağlıklı, istediği eğitimi almış, medeni bir yurttaşa yakışır
şekilde yaşayan, bunun için de balığı kendi ülkesinde kendi oltasıyla
tutmayı bilen insanlar için elbette sıra beyine, düşünceye gelecektir.
Ama bu şartlarla çok daha gerçekçi olacakları da açıktır.
Bütün bu
önerilerden kasıt tamamen içine kapanmak değildir. Bu zaten imkansızdır.
İkili ilişkiler her alanda zaten yürümektedir, yürüyecektir. Çeşitli
alanlarda ittifaklar elbette gerekebilir; ama bunların hiçbirisine
“olmazsa mahvolduk” anlayışıyla bakılmamalıdır. Atatürk, bir yandan
Balkan, öte yandan Bağdat Paktı’nın kurulmasına ön ayak olurken bunları
düşünmüştür.
Kısaca
Türkiye kimseye küsmeden, kendi içine kapanmadan ama sadece kendi
kaynaklarına, kendi dinamizmine, potansiyeline güvenerek bunları
sağlıklı bir şekilde değerlendirerek de hem içeride refahı sağlayabilir,
hem dışarıda güçlü ve itibarlı olabilir. Olmalıdır.
CHP liberal
programları, kendi doğal tabanı dışındaki kitleleri hoşnut edeceği
düşünülen söylem ve politikaları uzunca bir süre denemiştir, kısmen buna
devam da etmektedir. Ama bunlar onun iktidar olmasına yetmemiştir,
yetmemektedir.
Liberal
politikalar, bu politikaların has destekleyicilerine (ANAP, DYP) de yar
olmamıştır. AKP’nin fark olarak kullandığı din sömürüsünün de bir gün
sonu gelecektir. Yağma ve talanın da sonu gelecektir.
CHP kimseye
ilkeleri pahasına hoş görünmek zorunda değildir. CHP en az 25 yıldır
kendisine yöneltilen eleştirilerin hemen hepsini dikkate almış ve gereği
için de azami çabayı göstermiştir; ama ne eleştirilerin sonu gelmiş, ne
de CHP iktidar olabilmiştir.
Eleştiren
çevreler için sakıncalı olan, hangi politikayı izlerse izlesin bizatihi
CHP’nin kendisidir, atomudur; o atomun içindeki anti emperyalist, tam
bağımsızlıkçı, laik, sol, kamusalcı, toplumcu çekirdektir. Kaldı ki
zaten CHP’yi yöneten kadroların hiçbiri de bu çekirdekten,
eleştirenlerin istediği kadar uzaklaşamamıştır, uzaklaşmaz.
Eleştirenlerin asıl istediği ise bu uzaklaşmadır. Çünkü ancak o zaman
CHP, artık CHP olmayacaktır. Bu asıl atomdan ve onun çekirdeğinden
tamamen kopmak söz konusu olmadığına göre, bu eleştirilere itibar
etmenin de anlamı yoktur.
CHP olması
gerektiği gibi olmalı, yani kendisi olmalı ve olduğu gibi görünmelidir.
Bunun
iktidar getirmeyeceği ileri sürülebilir.
Ama CHP,
olması gerekenden, kendisinden başkası olduğunda da iktidar olamamıştır,
yapılmamıştır.
ALİ TARTANOĞLU
CHP
Parti Meclisine Sunulan MYK Raporu, 25 Aralık 2008
0. Giriş
1. Siyasal, Toplumsal ve Ekonomik Gelişmeler
2. CHP Faaliyetleri
3. Ekler
TransAnatolie Tour
|