Televizyonda haberleri izliyorum.
Başbakan Diyarbakır'a gitmiş ve Başbakan'ı Diyarbakır'da PKK
karşılamış!
Evet, şaka değil, Başbakan'ı
Diyarbakır'da PKK karşıladı!
Terör örgütünün tehdidiyle kapatılmış
dükkânlar, güvenlik güçlerine saldıran "gösterici" denilen
teröristler, yollarda kurulmuş barikatlar, yakılan lastikler ve her
tarafta toplanmamış süprüntüler, çöpler
Herhalde Başbakan'ı en çok
bu çöpler rahatsız etmiş olacak ki, çöplerin yarattığı pisliği
eleştiriyor, "belediyenin çöp kamyonu yok mu?" diye soruyor Erdoğan?
Türkiye'nin Başbakanı'nın yaşananlara
hangi kafa yapısı ile baktığının veciz ifadesi budur bu soru. Oysa
birkaç yıl önce ne diyordu Başbakan?
"Diyarbakır'ı BOP'un yıldızı
yapacağız."
İşte Recep Tayyip, al sana "yıldız"!
Artık o "yıldızı" nerene takarsın, o da senin bileceğin bir iş
Hükümet içeride PKK'nın yasal
uzantıları ile gayri resmi müzakerelere başlamış, Kuzey Irak'ta da
Barzani ile pazarlığa oturmuştur! Barzani, görüşme sonrasında
"duvarları yıktık" diyor. O yıkılan duvarlar altında kalan
Türkiye'nin bütünlüğüdür, bu milletin birliğidir!
Bağdat'ta Barzani ile görüşen Türkiye
temsilcisi, "uzun bir süredir beklediğimiz bir buluşma idi bu
"
diyor görüşme öncesinde, basına poz verirlerken... İçinde biraz
yurtseverlik duygusu, bir parça ulusal hassasiyet olan insan, şu
sözler karşısında kahrolur! Barzani lütfetmiş ve Türkiye'nin "uzun
süredir beklediği görüşme" gerçekleşmiş sanki! Manzara bu
PKK'nın yasal uzantısı DTP'nin Genel
Başkanı Ahmet Türk ise, parti ileri gelenleri ile beraber
Diyarbakır'dan meydan okuyor Türkiye'ye
"Sayın Öcalan'a İmralı'da
fiziksel şiddet" uygulanmasına tepki gösteriyorlarmış! Türkiye,
1980'de "Kürtlere sosyal siyasal, ekonomik soykırım uygulamış" da
PKK ondan ortaya çıkmışmış!
Soykırım uygulandığı için mi,
Diyarbakır'da çıkıp konuşabiliyorsun şimdi? Bu toprakların gördüğü
soykırımcı tek bir örgüt vardır: PKK
Kurulduğundan beri "ölüm
tarlaları" ile donattı Doğu'yu? Şimdi hangi soykırımdan
bahsediyorsunuz utanmadan?
İşte Türkiye'de "demokrasi" böyle bir
şey
Her türlü "özgürlük" var sözde "demokratik" rejimde
Ülkeyi
bölme, milleti aşağılama, teröristi kutsama, yalan, dolan, soygun,
talan
Ama yoksul çiftçi Başbakan'a derdini anlatmaya kalktı mı,
"ananı da al git, hadi oradan
"
Bu ülkede hiç kimsenin bölücü terör
destekçileri kadar özgürlüğü yoktur! Böyle bir düzen de dünyanın
hiçbir yerinde yoktur!
Ne yazık ki Türkiye bütün bunları
seyrediyor! Millet, akşam televizyonun karşısına geçiyor, ilgisizler
boş gözlerle seyrederken olanları; kahrolanlar, kızanlar ancak küfür
ediyor, isyan ediyor, kendini yiyip bitiriyor. Sonuç, sıfıra sıfır,
elde var sıfır.
Bu ülkenin Başbakan'ı bile,
Diyarbakır'a gittiğinde elini kolunu sallayarak rahat rahat
dolaşamıyor sokaklarda
Ama terör örgütünün yasal uzantıları
Ankara'da, (sadece Ankara'da mı Türkiye'nin her yerinde) ellerini
kollarını sallayarak rahat bir şekilde dolaşıyor, milleti
kışkırtıyor.
Bu mu demokrasi?
Bugün hiçbir parti Şırnak'ta,
Silopi'de, Hakkâri'de ve benzer güneydoğu illerinde ve ilçelerinde
özgürce siyasal faaliyette bulunamaz. Ama terör örgütünün yasal
uzantıları, Cumhuriyet'in sağladığı bütün imkânlardan
yararlanıyorlar o cumhuriyeti yıkmak, ülkeyi bölmek için
Bu mu demokrasi?
Bu şekilde teröre karşı başarı
sağlanır mı? Devlet, devlete yakışır şekilde davranmazsa onun
iktidarının ve saygınlığının bir ağırlığı olur mu?
AB önerileri ve reform paketleriyle,
sözde "demokratikleşme" çerçevesinde yapılan açılımlarla işte
gelinen nokta budur.
Terörle gerçekten mücadele etmek mi
istiyorsunuz? Ülkenin bütünlüğü, milletin birliği bozulmasın mı
istiyorsunuz?
O zaman öncelikle terör örgütünün
yasal uzantılarına karşı gerekli önlemler ve tedbirleri ivedilikle
alacaksınız. Demokratik sistem içinde yasal imkânlardan yararlanarak
faaliyet gösteren, ama PKK terörü karşısında en azından bir kınamada
bile bulunmayanların yasal imkânlardan yararlanma hakları olamaz.
Zaten bu saatten sonra herhangi bir kınamanın da hiçbir anlamı,
önemi ve inandırıcılığı yoktur. Terörü meşru görenlerin, ne TBMM'de
ne de demokratik siyasal sistem içinde yeri olamaz. Yasal yollardan
bölücülük propagandası asla kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti'ne
meydan okunan yerde, OHAL'sa OHAL, Sıkıyönetim ise Sıkıyönetim
Barzani ile görüşmelere bir an evvel
son verilmelidir. Barzani ile PKK bir madalyonun iki yüzüdür.
Barzani ve Talabani'nin Kuzey Irak'taki kukla devletinin altyapısını
inşa eden Türk şirketleri en kısa zamanda geri çekilmelidir. Kuzey
Irak'a tüm giriş ve çıkışlar kapatılmalı, ekonomik ambargo
uygulanmalıdır. Kuzey Irak'ın Türkiye üzerinden dünyaya açılması
mutlak surette engellenmelidir. Kuzey Irak'taki Kürt gruplarının
Türkiye'deki temsilcileri de en kısa sürede sınır dışı edilmeli,
temsil büroları kapatılmalıdır. O zaman PKK'ya karşı mücadele için
aynı masanın başına oturup Barzani'yi ikna etmenize gerek
kalmayacaktır!
PKK'ya çeşitli şekiller altında
destek veren ülkelere en sert şekilde uyarılarda bulunulmalı ve
gerekirse diplomatik ilişkiler bir alt düzeye indirilmelidir.
İncirlik üssü en kısa sürede
kapatılmalıdır.
Bütün bu girişimlerin bir adım daha
ötesinde, Kuzey Irak'tan ülkemize yönelik her terörist saldırıya
karşılık gerekirse Kuzey Irak'taki önemli yerleşim birimlerine
yönelik misillemede bulunulmalı, buradaki otorite sahiplerinin PKK
terörüne destek olmalarına bu şekilde yanıt verilmelidir.
Kısacası şu veya bu şekilde PKK
terörünü destekleyen veya göz yumanlar, Türkiye ile PKK arasında bir
seçim yapmaları gerektiğini artık anlamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti
emperyalizmin kucağına oturarak kurulmuş bir kabile devleti
değildir. Binlerce yıllık devlet geleneğine sahip, antiemperyalist
bir ulusal bağımsızlık savaşı ile kurulmuş büyük bir devlettir. Bu
gerçek, unutan herkese eylemli olarak hatırlatılmalıdır.
Cumhuriyetin varlığı, ülkenin
bütünlüğü, milletin birliği her şeyin üstündedir. Demokrasi, bu
değerlere hizmet için vardır, yok etmek için değil!
Peki, bunları kim yapabilir?
İngiliz Bakanlarla, Nakşibendi
müritleriyle, deliğe süpürülmeyip kullanılanlarla bu işin olmayacağı
artık ortaya çıkmıştır. Türkiye'nin eksiği bir milli hükümettir.
Asıl sorun budur.
General Ray Odierno, Türkiye'ye
geldi.
Şimdi, "kim bu kefere?" diye
soracaksınız.
Vatan gazetesi (25.10.2008) "Çuvalcı
Paşa" diye başlık atmış, bilmem bu sorunuza yanıt olur mu?
2003'te Süleymaniye'de Türk askerinin
kafasına çuval geçiren ABD Kuvvetleri'nin komutanı bu Odierno! İşte
bu general, şimdi Türkiye'ye teşrif ediyor ve Org. Hasan Iğsız ile
görüşüyor!
Org. Iğsız, Genelkurmay İkinci
Başkanı olan komutanımız
Hani, Aktütün baskınından sonra yapılan
basını bilgilendirme toplantısında sözde "Kuzey Irak Bölgesel
Yönetimi"nin terör örgütüne yol, hastane gibi imkânlarını sunduğunu
ve Türkiye'nin terörle mücadelesine de destek vermediğini söyleyen
komutanımız
Ne konuşmuşlar Çuvalcı Paşa ile Org.
Iğsız?
Ben de gazetenin yalancısıyım,
görüşmenin konusu "terör örgütü ile mücadele" imiş!
Bir yanda terör örgütüne sözde "Kuzey
Irak Bölgesel Yönetimi"nin destek verdiğini söyleyen komutanımız,
diğer yanda Kuzey Irak'taki bu maşalara her türlü desteği veren
"stratejik müttefikimiz" ABD'nin generali!
Görüşme konusu da "terör örgütü ile
mücadele
"
Peki, çuvallar nerede?
Skeç gibi vallahi!
Türkiye, bir "ilk"e daha tanık oldu
böylece!
"İlk"ler sadece bundan ibaret değil
ama! Genelkurmay Başkanımız da pazartesi günü yine bir "ilk"i
gerçekleştirip Bakanlar Kurulu'na "terörle mücadele" konusunda bilgi
verecekmiş!
Bildiğim kadarıyla terörle mücadele
konusu zaten Milli Güvenlik Kurulu'nun her toplantısında
konuşuluyor. Başbakan ve Başbakan Yardımcıları'ndan başka,
Dışişleri, İçişleri, Milli Savunma ve Adalet Bakanı da MGK üyesi
Ayrıca Genelkurmay Başkanı da bağlı olduğu Başbakan ile istediği
zaman görüşebiliyor.
O zaman pazartesi günü yapılacak
toplantının anlamı nedir? Milli Güvenlik Kurulu'nun zaten üyesi olan
bakanların dışındaki Bakanlar Kurulu üyelerini bilgilendirmek için
mi yapılıyor bu toplantı? Örneğin Tarım Bakanı, Sanayi Bakanı vb
Yoksa bir anlamda görünüşü kurtarmaya, hükümet-asker ilişkisinin
ılımlılığını göstermeye mi hizmet ediyor? Terörle mücadele konusunda
asıl yapılması gerekenler yapılamadığı için, aslında bir anlamda
havanda su dövülerek oyalanılıyor!
Kısacası, Çuvalcı Paşa ile yapılan
görüşmeler de kendini BOP eş başkanı ilan edenlere verilen
brifingler de "çok güzel hareketlerdir", o kadar!
O zaman ortadaki tabloya bir de başka
boyuttan yaklaşalım. Madem Genelkurmay Başkanlığı "ilk"leri
gerçekleştirmek konusunda bu derece kararlıdır ve her fırsatta bir
"ilk"i daha gerçekleştiriyor, benim de naçizane bir talebim olacak
Sayın komutanlarımızdan
Ordumuz yıllardan beri savaşıyor. Ülkemizi
bölmek isteyen hainlerle mücadele ediyor. Binlerce evladımız şehit
oldu bugüne kadar!
Acaba Genelkurmay Başkanlığı bir
"ilk"e daha imza atıp, bu şehit olanlardan yüzde kaçının siyasetçi,
bakan, milletvekili, yüksek asker-sivil bürokrat ve işadamı çocuğu
olduğunu açıklayabilir mi? Hatta şehit olanlardan da vazgeçtim, doğu
ve güneydoğuda askerlik hizmetini yapanların acaba yüzde kaçını
oluşturmaktadır, bu siyasetçi, milletvekili, bakan, yüksek
asker-sivil bürokrat ya da işadamı çocukları?
Eğer bunu hesaplamak zorsa, askeri
dinlenme tesislerinde, kamplarda, orduevlerinde ya da
büyükşehirlerdeki karargâhlarda askeriliğini yapanlar arasında, bu
saydığımız kesimlerin çocuklarının oranı nedir, bunun açıklanmasına
da razıyım.
Asıl "çok güzel hareket" böyle bir
"ilk"e imza atmak olacaktır!
Şimdi birileri çıkıp "TSK, terörle
mücadelede başarısızdır. Hem de 23 yıldır böyledir bu" dese, kim
bilir ona neler söylenir?
"Başarılı olsaydık, bu mücadele
sürecinin bugünlere gelmemesi lazımdı. Başarısızlık tamam, ama son
bir yıl için söylemiyorum, 23 yıllık süreci kastediyorum. Bu alanda
adım atmamız gereken konu var."
Bahsedilen veremle mücadele değil,
terörle mücadeledir.Bu sözleri söyleyen de, o zaman Kara Kuvvetleri
Komutanı olan şimdinin Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ
Tarih: 7.10.2007
Yer: Diyarbakır...
Şimdi birileri çıkıp "TSK, terörle
mücadelede başarısızdır. Hem de 23 yıldır böyledir bu" dese, kim
bilir ona neler söylenir, neler?
Ne hainliği kalır, ne alçaklığı, ne
de yavşaklığı...
Oysa
Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, "Bu mücadele sürecinin bugünlere
gelmemesi lazımdı. Başarısızlık tamam
" diyor ve ekliyor: "23 yıllık
süreci kastediyorum."
Ne var ki daha ilginç olanı
Genelkurmay Başkanı'nın yaklaşık bir yıl önce yaptığı bu
değerlendirmede, "Bu alanda adım atmamız gereken konu var" demesidir.
Acaba hangi
konudur o "adım atmamız gereken"?
Gazeteci Fikret
Bilâ bu sözleri şöyle değerlendirmiş bir yıl önceki yazsısında:
"Bu sözleri analiz edersek ortaya iki
sonuç çıkıyor:
1.PKK ile sadece askeri mücadele,
sorunu çözmez. Bu mücadelede ne kadar başarılı olursanız olun,
örgüte katılım devam ettikçe sıfırlanması mümkün değildir.
2. Katılımın engellenmesi için bunu
besleyen koşulların düzeltilmesi gerekir ki, o da ekonomik, sosyal,
kültürel, siyasi alanların konusudur. Bunu yapması gerekenler de
siyasilerdir.
Org. Başbuğ'un
tüm devlet adına yaptığı özeleştirinin üzerinde durulması gerekir."
(Milliyet, 7.10.2007)
İşte
Genelkurmay Başkanı'nın "devlet adına yaptığı özeleştirinin"
üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra AKP Genel Başkan
Yardımcısı D.M.M. Fırat, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile buluşuyor
ve ona
"PKK ile aranızdaki ilişki biçimi,
Başbakan'ın sorunun çözümüyle ilgili olarak açılım yapmasını
engelleyen bir etmen. Biz, sizin PKK'yı bir terör örgütü olarak
görmenizi istiyoruz. Ancak isteklerle, gerçekler farklı. Bunu da
biliyoruz. PKK'yı bir terör örgütü olarak tanımlamanın sizin için
imkânsız olduğunu biliyoruz. Bu noktada DTP'nin en azından bazı
konularda daha hassas davranmasını bekliyoruz." (Vatan, 19.10.2008)
diyor.
DTP Genel
Başkanı Ahmet Türk ise Fırat'a, sorunun çözümünde "Demokratik ve
kültürel hakların verilmesi" gerektiği uyarısında bulunuyor, "PKK'lıları
dağa çıkartan gerekçeler ortadan kaldırılmadığı müddetçe sorun
çözülmez." diyor. DTP'liler "Genel Af" seçeneğinin de düşünülmesi
gerektiğini" vurguluyorlar.
Bütün bu tablo
bize neyi gösteriyor?
Türkiye Cumhuriyeti, PKK'nın yasal
temsilcileri ile müzakereleri başlatmıştır! Dahası, bu görüşme
yapılırken Dışişleri yetkilileri de Barzani ile masaya oturmuş,
Kuzey Irak'taki ABD'nin maşası kukla devleti fiilen tanımıştır!
Kimse
söylenenlere kanmasın, kuru gürültüye pabuç bırakmasın
Pazarlığın
konusu TÜRKİYE'dir!
"Bilmeyen ahmak, bilip de söylemeyen
alçaktır."
Şu pazarlıklar
karşısında susan ve tepkisiz kalan asker ya da sivil herkes, artık
ahmak değil ALÇAKTIR!
Diyeceksiniz ki
"ne susması, işte konuştu ya Balıkesir'de
Taraf gazetesine ve malum
medyaya hak ettiği yanıtı verdi, daha ne desin?"
Oysa
Genelkurmay Başkanı'nın görevi Taraf ya da başka türden gazetelerle
laf yarıştırmak mıdır? Dahası gazeteci milletinin işi budur zaten.
Ertesi gün, Ahmet Altan'ın yaptığı gibi o da sana bir cevap verir,
hatta "haddini bil" gibi laflar ederek seni kışkırtan bir üslup
kullanır! Sonra? Genelkurmay Başkanı, Ahmet Altan'a yine yanıt mı
verecek?
Verse bir türlü vermese bir türlü
Susarsa, haddini bilmiş mi olacak?
Konuşur da yanıt verirse, Türk
ordusunun komutanı "ne idüğü" ortada olan bir gazeteci müsveddesi
ile böyle atışmaya nereye kadar devam edecek?
Genelkurmay Başkanı konuşması gereken
konularda değil de muhatap almaması gereken kişilerle konuşuyor!
"Bugün PKK ile Barzani bir madalyonun
iki yüzüdür" desem, bu görüşüme içinde biraz yurtseverlik olan kim
karşı çıkabilir?
İşte Barzanicilerin yayınladığı
haritalar ortada, bu alçakların Türkiye hakkındaki düşünceleri de
ortada...
Oysa Türkiye'yi sözde yöneten siyasi
iktidar bu adamlarla masaya oturdu, diplomatik görüşmeler başlattı.
Süreç, tıkır tıkır işliyor. Uluslararası İlişkilerden biraz anlayan
biri, bu alanda girilen yoldan öyle kolay kolay geri
dönülmeyeceğini, verilen tavizlerin yarın "ben oynamıyorum artık,
verin misketlerimi..." diyerek geri alınamayacağını çok iyi bilir.
Kısacası dış ilişkilerde atılan adımlar hükümetleri değil, devleti
bağlar! Bugün de devlet, Kuzey Irak'taki emperyalizmin maşası
kuklaları fiilen tanımıştır, resmi tanıma da yakındadır. Gül pek
yakın bir gelecekte, Ermenistan'dan sonra, Erbil'e de gidecektir!
Darısı Güney Kıbrıs'ın başına!
İyi de, asıl bu gelişmeler karşısında
konuşması gereken "Kıymetli Genelkurmay Başkanımız" neden hâlâ
susuyor! Çıkıp neden hâlâ bir tek kelime konuşmuyor? "Sükût ikrardan
gelir" diye mi?
Oysa 1990'daki Birinci Körfez Savaşı
sırasında Org. Torumtay'ın istifa ederek ordunun ağırlığını Özal
üzerinde nasıl hissettirdiği ve Kuzey'den Irak'a bir cephe
açılmasına nasıl engel olduğu hâlâ hatırlardadır. Şimdi de en
azından benzer bir girişimde bulunamaz mı "Kıymetli Genelkurmay
Başkanımız"? Gerçi artık sadece konuşmak, karşı çıktığını beyan
etmek de yeterli değildir! Ama en azından çıkıp ordunun, teröre
destek veren bu kuklalarla kurulan diplomatik ilişkiye karşı
olduğunu söyleyip kamuoyu önünde hükümeti uyaramaz mı? Eğer böyle
yaparsa halktan olumlu yönde destek mi görür, yoksa karşı bir tepki
mi gelir, ne dersiniz?
"Bugün küreselleşme demek,
emperyalizm demektir" desem, bu görüşüme de sanmam ki içinde biraz
yurtseverlik olanlar karşı çıksın. Oysa "kıymetli Genelkurmay
Başkanımız" Genelkurmay Başkanlığı'nı devir teslim töreninde bakın
neler demiş bu konuda:
Yaşamakta olduğumuz küreselleşme
çağında, küreselleşmeye toptan karşı çıkarak, ülkeleri
küreselleşmenin dışında tutmaya çalışmak gerçekçi bir yaklaşım
değildir. Önemli olan, ulusal menfaatlere ve ulusal kültüre zarar
vermeden, küreselleşmenin içinde yer almaktır."
Kısacası, "Emperyalizm ile işbirliği
içinde olalım" diyor "Kıymetli Genelkurmay Başkanımız"!
Denilebilir ki, "evet öyle diyor, ama
ulusal menfaatler için diyor, ulusal kültüre zarar vermeden diyor
"
İyi de emperyalizm ile işbirliğinin
Türkiye'nin ulusal menfaatlerinin korunmasına yıllardır nasıl katkı
yaptığı, ülkemizin bugün içinde bulunduğu durumundan gayet iyi
anlaşılmıyor mu? Emperyalizmin AB cephesinde yıllardır tam üyelik
hayalleri ile oyalanan Türkiye, Kıbrıs'tan Ege'ye, sözde soykırımı
kabulden Lozan anlaşmasının aşındırılmasına kadar ulusal çıkarlarını
yok eden tehdit ve dayatmalarla yüz yüze değil mi ? Öte yandan
Türkiye'nin; Afganistan'da, Lübnan'da, Kosova'da hangi ulusal
menfaatleri için asker bulundurduğu; Kafkaslarda alevlenen kriz
ortamında ABD ile beraber komşularına ve bölge ülkelerine karşı
cephe olmak zorunda kalmasının ulusal menfaatlerine, nasıl bir fayda
sağlayacağı ortada değil mi?
Kısacası, küreselleşme ambalajıyla
gerçek niteliği gözlerden saklanmaya çalışılan emperyalizmdir.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden beri içinde yer aldığı
emperyalizmin askeri, siyasi, ekonomik kurumlarının dayatmaları,
yönlendirmeleri ve kendisini mecbur kılan yükümlülükleri nedeniyle
bugün siyasette, ekonomide, askerlikte mutlak bir bağımlılık
içindedir. İşte o bağımlılık bugün Türkiye'nin sınırları ile
oynanması aşamasına gelmiştir!
"Kıymetli Genelkurmay Başkanımızın"
bu gidişat karşısında neden suskun kaldığı ortada değil mi?
Dahası "kıymetli Genelkurmay
Başkanımız" birkaç yıl önce, Kara Kuvvetleri Komutanı iken
Genelkurmay Başkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAREM)'in
düzenlediği "Bilgi Çağı ve Teknolojik Gelişmeler Işığında Toplum,
Yönetim, Yönetici ve Lider Yaklaşımları" konulu uluslararası
Sempozyumun açılış konuşmasında şunları söylemişti BOP hakkında:
"Bugün üzerinde yoğunlukla tartışılan
"Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi"nin ana
hedeflerinden birinin de, kadınların eğitim düzeyinin yükseltilmesi
olduğu dikkate alındığında, Atatürk'ün konuya 80 yıl kadar önce
vurgu yapması çarpıcı değil mi?" (Aydınlık,15Mayıs 2005)
Ne dersiniz, BOP'un amacı kadınların
eğitim düzeyini yükseltmek mi gerçekten? Irak'ta ABD askerleri
tarafından ırzına geçilen kadınların eğitim düzeyinin nasıl
yükseldiğini açıklayacak biri yok mu şu koca Türkiye'de? Ya da bu
aşağılık emperyalist projeyi Türk milletinin gözünde meşru kılmak
için Atatürk'ün bu işe âlet edilmesi hakkında tepkisini ortaya
koyacak bir yurtsever bile kalmadı mı?
Yine o "Kıymetli Genelkurmay
Başkanımıza", Kara Kuvvetleri Komutanı iken 2006 yılı, 30 Ağustos
Resepsiyonunda, Gazi Orduevi'nde, ABD'nin sözde "terörle mücadele
koordinatörü" hakkında ne düşündüğü sorulmuştu. O da şöyle yanıt
vermişti:
"Her adımı baştan öldürürseniz yanlış
olur. Değerlendirmek lazım. Ne gibi sorumlulukları olacak? Ne iş
yapacak? Bütün bunlar önümüzdeki günlerde netleşir"
Biz de "kıymetli Genelkurmay
Başkanımıza" kulak verdik, her adımı baştan öldürmedik. PKK, ABD
yardımıyla gencecik fidanlarımızı öldürdü, öldürdü, öldürdü! Daha
sonraki günlerde netleşen ise şehit cenazeleri oldu!
Neyse, daha fazla uzatmanın âlemi
yok! Yunus'un dizeleri ile bitirelim, artık gerisi sizlerin
vicdanına kalmış bir şey
Az söz erin yüküdür
Çok söz hayvan yüküdür
Bilene bu söz yeter
Sende güher var ise
Barzani ve Kuzey Irak'taki kukla
devlet konusunda neden suskun kalıyorlar? Bu konuda da
söyleyecekleri bir şeyler yok mu?
Bugün (15 Ekim) saat 11: 00 sularında
gazetelerin internet sayfalarında bir duyuru yayınlandı. Duyuruda
Genelkurmay Başkanı'nın 12: 40'ta bir basın toplantısı yapacağı ve
Aktütün sınır karakoluna yapılan baskın sonrasında yaşanan
gelişmelerle ilgili açıklamalarda bulunacağı söyleniyordu.
"Tamam" dedim sevinçle, "işte, en
sonunda Genelkurmay Başkanı konuşacak. Herhalde Barzani ile
görüşmeler yapılması hakkında da açıklamalarda bulunacak. Ordunun bu
girişime karşı olduğunu en azından söyleyecek!"
Çünkü Genelkurmay İkinci Başkanı Org.
Iğsız, Aktütün saldırısı sonrasında yapılan basını bilgilendirme
toplantısında, "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi'nin, terör örgütünün
hastane yol gibi imkânlarından yararlanmasına" göz yumduğunu ve
"terörle mücadelesinde Türkiye'ye destek vermediğini" söylemişti.
Oysa Aktütün saldırısından hemen sonra, Genelkurmay İkinci
Başkanı'nın yaptığı bu açıklamaya nazire yapar gibi, AKP hükümeti
Kuzey Irak'a ile diplomatik görüşmeler başlattı, bir anlamda Kuzey
Irak'ta kurulan emperyalizmin maşası "kukla devleti" tanıdı! Dahası
terör örgütü ile mücadelede Barzani'ye işbirliği teklifinde
bulunuldu!
İşte bütün bu gelişmeler üzerine
Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ da, terör örgütüne karşı savaşan
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanı olarak, "teröre destek
verenlerle diplomatik görüşmeler başlatılmasını eleştirecek" diye
düşünüyordum.
Sonuç?
Saat 12: 40'ta Genelkurmay Başkanı
mikrofonun arkasına geçti, esti gürledi, bağırdı çağırdı ve bütün o
sözleri arasında bir kez bile Kuzey Irak ya da Barzani konusuna
değinmeden, kukla devlet temsilcileri ile bu tür diplomatik temaslar
yapılmasını eleştirmek ne kelime, ağzına bile almadan çekti gitti!
Peki, Org. Başbuğ kime kızmıştı bu
kadar?
Soruyu evirip çevirmenin ve
kıvırtmanın hiç anlamı yok. Genelkurmay Başkanı'nın hedefinde olan
Taraf gazetesi ve malum medyadır.
Oysa Barzani ile ilişkiye geçilmesi,
Kuzey Irak'taki kukla yapının tanınması konusunda Taraf gazetesi
Org. Başbuğ'dan farklı mı düşünüyor?
Taraf ve taraftarları kukla devletin
tanınmasını ve Barzani ile temas kurulmasını açık açık talep
ediyorlar; Genelkurmay Başkanlığı ise, hükümetin bu yönde yaptığı
girişimleri suskun kalarak bir anlamda onaylıyor!
Ha Ali-Veli, ha Veli-Ali
Şimdi Taraf ve onun başında olan ne
idüğü belli takıma kızmanın kime bir faydası var o zaman?
Ahmet Altan ve Yasemin Çongar gibi
meşrebi belli olanlar, Kandil'e gidip PKK teröristlerini "Kemalist
bunlar" şeklinde tanımladıkları zaman sustuktan sonra, şimdi
istediğiniz kadar bağırıp çağırın, ne yazar!
Barzani ile PKK bir madalyonun iki
yüzüdür!
Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ ve
ordumuzun diğer komutanları PKK ve içimizdeki işbirlikçileri ile
sempatizanları konusunda haklı olarak bu derece duyarlı ve tepkili
iken, Barzani ve Kuzey Irak'taki kukla devlet konusunda neden suskun
kalıyorlar? Bu konuda da söyleyecekleri bir şeyler yok mu?
Genelkurmay web sitesinden yapılacak
bir açıklamaya bile razıyım ben
Terör zirvesi sonuçlandı. 7 saatlik
zirvede çok önemli kararlara imza atıldı. Böylece askerlerle siyasi
iktidar uzlaşmış oldu!
Başbakanlık Merkez Bina'da yapılan
toplantının ardından yazılı bir açıklama yapıldı. Açıklamada şöyle
denildi:
"14 Ekim 2008 günü 14.00-20.20
saatleri arasında Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında
Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Toplantısı gerçekleştirilmiştir.
Toplantıda terörle mücadelede koordinasyonu sağlamak üzere İçişleri
Bakanlığı bünyesinde yeni bir kurumsal yapılanmaya gidilmesi
kararlaştırılmıştır. Terörle mücadelenin başta sosyo ekonomik, dış
politika ve hukuksal yönleri olmak üzere bütün boyutları ele alınmış
ve kapsamlı bir biçimde değerlendirilmiştir. Toplantılara devam
edilecektir." (www.gazetevatan.com)
Bu zirvenin gerçekleştirildiği gün,
Dışişleri yetkilileri Bağdat'ta Barzani ile görüşüyordu!
Genelkurmay'ın ne bu görüşme öncesinde ne de sonrasında bir
açıklaması olmadı. Oysa Barzani PKK'ya hastane ve yol gibi
imkânlarından yararlandırmıyor muydu? Türkiye'nin terörle
mücadelesine destek vermiyor muydu? Ne oldu?
Ne var ki, terör zirvesinden bu
konuda değil, "İçişleri Bakanlığı bünyesinde yeni bir kurumsal
yapılanmaya gidilmesi" kararı çıktı! Başbakanlıktan yapılan
açıklamada "terörle mücadelenin dış politika yönüne" de dikkat
çekildiğine göre sonuçta uzlaşılan konular arasında Barzani ile
görüşülmesi de var!
"Kör olduk, duymuyoruz!" diyenler bu
gelişmeleri de görmüyorlardır doğal olarak
Neçirvan Barzani
Ankara'ya geldiğinde, Genelkurmay Karargâhını beraber ziyaret
ederler artık
Ne de olsa, "körler, sağırlar birbirini ağırlar"!
Türkiye'de artık birileri söylemeden
ya da uyarmadan da görmezden gelinemeyecek gelişmeler yaşanmaya
başlandı. Bu gelişmeler konusunda duyarlı olmak hayati önemdedir,
gidişat ülkemizin varlığı ve bütünlüğü üzerinde doğrudan etki
yapacak bir niteliktedir.
11 Ekim tarihli Vatan gazetesinde yer
alan bir haber Türkiye'nin sözde "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi" ile
masaya oturacağını duyuruyordu! Haberde Dışişleri Bakanlığı'nın çok
kısa bir süre içinde Kuzey Irak yerel yönetimine bir dizi teklif
götüreceği, Barzani'ye, "PKK'ya karşı peşmerge ile birlikte askeri
operasyon" seçeneği dâhil bir dizi teklifte bulunacağı
duyuruluyordu. Dışişlerinde, "Iraklı Kürtlerin PKK'yı
desteklemediği, ancak PKK'nın bölgeden çıkarılması konusunda
kapasitesinin yetmediği" görüşü hâkim imiş. İşte bu yüzden Barzani
yönetimiyle masaya "Yeterli kapasiteniz yoksa birlikte hareket
edelim" teklifi yatırılacakmış ki bu teklifin içinde askeri
operasyon seçeneği de varmış! Dahası Dağlıca baskınından farklı
olarak Ankara'nın gündeminde Kuzey Irak bölgesel yönetimine karşı
"ekonomik yaptırım" bulunmuyormuş!
13 Ekim tarihli Milliyet gazetesinde
yer alan başka bir haber ise bu gelişmeleri doğruluyor ve Dışişleri
Bakanlığı'nın Kürt yönetimiyle doğrudan görüşme için bir heyeti
Irak'a göndermeyi kararlaştırdığını, Türkiye'nin Irak Özel
Temsilcisi Murat Özçelik ve Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet
Davutoğlu'nun, Başbakan Neçirvan Barzani ile PKK sorununu masaya
yatıracağının öğrenildiğini duyuruyordu. Dahası aynı haberde Kürt
yönetiminin, Türkiye'yle iyi ilişkiler (!) kurmak amacıyla Erbil
Uluslararası Havaalanı'nın açılışını yapması için Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'e teklif götürdüğü ve Gül'ü beklediği bildiriliyordu.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Ahmet Sever, bu daveti doğrulayarak,
"Kesinleşmiş tarih yok, ama Gül Bağdat'a gidecek. Erbil teklifi ise
değerlendiriliyor" demiş. Bu arada, Türk heyetinin Irak'ta Kürt
yönetimiyle yapacağı görüşme öncesi, Neçirvan Barzani'nin "Kürdistan
Bölgesel Hükümeti Başbakanı" sıfatıyla iki güne kadar Türkiye'ye
gelmesi bekleniyor.
Gelişmeler göstermektedir ki Dağlıca
ve Aktütün baskınları ile Türkiye'ye gösterilen "sopa" işe yaramış
ve Türkiye yola getirilmiştir! ABD'nin bütün isteği, Türkiye'ye
Kuzey Irak'taki kukla devleti tanıtmaktı. Artık Türkiye'nin muhatabı
Barzani'dir ve koca Türk devleti bir aşiret reisinden medet umar
duruma sokulmuş, onun sözde "yardımına" muhtaç kılınmıştır!
Barzani'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye
destek vermesi ise koca bir palavradır. Söz konusu olan "tavşana
kaç, tazıya tut" politikasıdır. Barzani, yıllardan beri Türkiye'nin
bu sorunu diyalog yoluyla çözmesi gerektiğini söyleyerek Kuzey
Irak'ta kendi otoritesinin, Türkiye'de de PKK'nın varlığının
tanınmasını sağlamaya çalışıyordu. Hatta Türkiye'yi bu konuda tehdit
ediyordu! Şimdi, Türkiye ile beraber PKK'ya karşı operasyon yapacak,
öyle mi? "PKK'dan biz de rahatsızız" türünden açıklamalar kimseyi
yanıltmamalıdır, Barzani ile ortak operasyon Türkiye'ye zaman
kaybından başka bir şey sağlamayacaktır. Bu süreç içinde muhtemelen
PKK unsurları önceden uyarılacak, Türkiye samanlıkta iğne aramaktan
öte bir etkinlik içinde olamayacak ve sonunda Kuzey Irak'ın aslında
ne kadar "temiz" ve teröre destek bakımından ne derece "masum"
olduğu sözde kanıtlanmış olacaktır!
Oysa Genelkurmay İkinci Başkanı Org.
Iğsız, Aktütün baskınından sonra yapılan bilgilendirme toplantısında
Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi'nin terör örgütüne yol, hastane gibi
imkânlarını sunduğunu ve Türkiye'nin terörle mücadelesine de destek
vermediğini söylüyordu. Dahası bu açıklamayı 17 askerimizin şehit
olmasından hemen sonra yapılan bilgilendirme toplantısında tüm
Türkiye ve dünyaya karşı yapıyordu. Yani devlet, bu son olayın
nedenini en yetkili kişilerden birinin ağzından duyuruyordu.
Ne var ki bu açıklamanın üzerinde bir
hafta, on gün bile geçmeden, şimdi "PKK'ya karşı Barzanili çözüm"
seçeneği yürürlüğe konuluyor! Türkiye 1995'ten beri "Barzanili
çözüm" ile oyalanıyor. Şimdi herkes şapkasını önüne koyup
düşünmelidir: Barzani ile neyi çözdünüz, ne kadar yol aldınız bugüne
kadar? Türkiye'nin güneydoğusundan "Kürdistan" diye bahseden bir
işbirlikçi Kürt ağası ile beraber hareket ederek PKK değil, ancak
Türkiye çözülür!
Her fırsatta terörün Kuzey Irak'tan
destek gördüğünü söyleyen Genelkurmay yetkilileri, eğer bu plana
yeşil ışık yakar, Barzani'yi işbirliği yapılacak bir güç olarak
kabul eder ve Türk milletinin bu şekilde gözünün boyanmasına ve
oyalanmasına alet olurlarsa, dahası bu yolla Kuzey Irak'taki kukla
yapının meşruiyet kazanmasına katkı sağlarlarsa, tarih önünde
sorumlu olacaklardır. O zaman "orduyu yıpratıyorsunuz" yaygaraları
da kurtaramayacaktır kimseyi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Erbil'e
gidip havaalanını açacak olması ise başlı başına bir skandal
olacaktır. Bu davetin henüz Cumhurbaşkanlığı tarafından
değerlendirilmekte olduğu türünden açıklamaların bu aşamada zerre
kadar önemi yoktur. Zira Abdullah Gül, Ermenistan'a gitmeden önce de
günlerce "henüz karar vermediğini, değerlendirme aşamasında
olduğunu" söyleyerek kamuoyunu oyalamış, sonra da Türkiye'den toprak
talebinde bulunan, ülkemizle arasındaki sınırı bile tanımayan bu
ülkeye gitmiştir. Şimdi sırada Kuzey Irak vardır! (Darısı Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi'nin başına!)
Bütün bu gelişmeler karşısında ne
yapılabilir?
Bir: kızılır, bağırılır, küfür
edilir. Sonuçta, kendi kendimizi yer bitiririz. Ama bu hiçbir işe
yaramaz.
İki: bu girişimi destekler ve mandacı
vatan satıcılar kervanına katılırız!
Bir de üçüncü seçenek var: Anlamaya
çalışırız. Bunun için de doğru sorular sormak gereklidir.
Gül, Ermenistan'a gittikten sonra
Kuzey Irak'a da gitme cesaretini kimden alıyor? Bu siyasal güce
nasıl sahip olabiliyor?
Bu soruya verilecek ilk yanıt
bellidir: Cumhurbaşkanı'nın ABD ve BOP politikalarına yatkınlığından
söz edilebilir. Siyasi geçmişi ortadadır! Ne var ki bu ülkede İkinci
Dünya Savaşı sonrasından beri hangi siyasi liderin arkasında ABD
olmamıştır ki? Hangisi oradan icazet almadan bir adım atmıştır ki?
Sonuçta keskin bir anti-Amerikan
söylemin (ama sadece söylemin!) aslında bağırıp çağırarak kendimizi
rahatlatmayı içeren birinci seçenekten öte bir anlamı olmayacaktır.
Her gelişmeyi ABD ile açıklamak da aslında hiç bir açıklama
yapmamaktır.
Sorulması gereken asıl soru şudur:
ABD Türkiye'deki iktidarını nasıl sürdürüyor?
Türkiye'deki ABD iktidarının ekonomik
ve siyasal boyutları olduğu, ama bunlardan çok daha önemli olan bir
de askeri boyutu bulunduğu açıktır! İlk ikisini vurgulayıp,
üçüncüsünü es geçtiğimizde ya da özenle gözlerden saklamaya
çalıştığımızda, aslında yaşanan gidişata katkı sunmuş olmaktayız.
Sorulması gereken kritik soru şudur:
Ordusu olmayan iktidar olur mu?
"Olmaz" diyorsak, o zaman Türkiye'yi
son 6 yıldır emperyalist güçlerin istediği doğrultuda yöneten AKP
iktidarının ordusunun kim olduğunu da ortaya koymalıyız. Türkiye'de
iktidar denklemi gelip burada düğümlenmektedir çünkü. Denklemin bu
bilinmeyeni konusunda açık olunmadığı takdirde, ne yurtsever olunur,
ne Kemalist, ne de devrimci
Bütün bu nedenlerle asıl sorun,
Türkiye'nin sürüklendiği bu uğursuz yolda, direksiyonda kimlerin
oturduğunu doğru tespit edebilmektir.
Bu ülkede MGK yok mudur?
Var!
Askerler o kurulun üyesi değil mi?
Evet!
O zaman MGK'nın "hayır" dediği bir
durumda Gül ne Ermenistan'a gidebilir ne de Kuzey Irak'a... Bu
gerçeği görmeden yapılan bütün değerlendirmeler taraflıdır, iktidara
verilen destektir.
Ama denilebilir ki, "askerler daha ne
yapsın? İşte teröre Kuzey Irak'tan destek verildiğini söylüyorlar,
bu konuda en yetkili ağızlardan açıklama yapıyorlar. Ne var ki
sorumlu olan hükümettir, MGK'da da siviller ağırlıktadır. Bu nedenle
bir etkileri olmuyor"
İlk bakışta mantıklı ve doğru görünen
bu açıklamanın samimiyetinin kabul edilebilmesi için, Genelkurmay'ın
Kuzey Irak konusundaki değerlendirmeleri ve bu konudaki
kararlılığının söylem düzeyinde kalmaması yaşamsal önemdedir. Bu
açıdan da gerekirse yakın geçmişte başvurulan bir yola yeniden
başvurulmalıdır.
Bilindiği gibi Birinci Körfez Savaşı
sırasında Özal, hem askeri kesimin hem de hükümetin karşı görüşte
olmasına rağmen Irak'a kuzeyden bir cephe açılması politikasını
savunmuş, hatta bir oldu-bittiye getirerek bunu uygulamaya
çalışmıştı. Özal'ın Amerika hesabına gerçekleştirmeye çalıştığı bu
girişim, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Dışişleri
Bakanı'nın arka arkaya istifası ile durdurulabilmişti.
Bugünkü durum da benzer özellikler
taşımaktadır. Kuzey Irak'taki kukla devletin tanınması, bu yapıyla
PKK'ya karşı sözde işbirliğine gidilmesi gelecekte telafisi mümkün
olmayan sonuçlar doğuracak niteliktedir. Türkiye'nin Irak ve
güneydoğu politikasında da köklü bir değişikliği işaret eder bu
girişimler... Eğer askerler bu gelişmelere gerçekten karşıysalar, o
zaman bunu sadece söylemekle yetinmemeli, koşulların gerektirdiği
adımları da atmalıdırlar. Hükümetin ve Cumhurbaşkanı'nın Türkiye'nin
değil ABD'nin çıkarlarını esas alan politik açılımları, sadece
uyarmakla önlenemiyorsa; bu tarihi sorumluluğa ortak olmamak ve
emperyalist güçlerin değil Türkiye'nin safında olunduğunu, sadece
söylemle değil eylemle de gösterebilmek için gerekirse istifaya
başvurmaktan çekinilmemelidir. Türk ordusunda her komutanın yeri
doldurulabileceği için, böyle bir yol askeri yapıda bir zafiyete yol
açmayacağı gibi, siyasi iktidara verilecek en etkili uyarı olur!
Moliere, "yalnız yaptıklarımızdan
değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz." diyor.
Haksız mı?
Genelkurmay Başkanlığı bu akşam
yaptığı açıklamada "Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit
edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak
kullanılması üzücü ve düşündürücüdür." diyor.
Hangi "gerçek"?
Hangi "yıpratma"?
8 Ekim 2008 günü akşam saat 17: 30'da
Genelkurmay Başkanlığı Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan
Babaoğlu ile ilgili iddialara ilişkin bir açıklama yaptı. Açıklama
şöyle:
"Son günlerde Hava Kuvvetleri
Komutanı Hava Orgeneral Aydoğan BABAOĞLU ile ilgili olarak bazı
basın yayın organlarında haberler yer almaktadır. Hava Kuvvetleri
Komutanımızın Antalya'da bulunduğu sırada, 4 Ekim 2008 Cumartesi
günü akşam saatlerine kadar olan sürede, Bayraktepe bölgesinde
meydana gelen çatışma sonucunda verilen şehitler hakkında bir
bilgisi olmamıştır. Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit
edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak
kullanılması üzücü ve düşündürücüdür."
Oysa Genelkurmay Başkanlığı Aktütün
sınır karakoluna yapılan saldırı hakkında kamuoyuna resmi
açıklamayı, web sitesinden 4 Ekim 2008 Cumartesi günü sabah saat 9:
30'da yapmıştı. Bütün Türkiye, Cumartesi sabahı saat 9: 30'da
PKK'nın hain saldırısından haberdar olurken, Hava Kuvvetleri
komutanı Org. Babaoğlu'nun, "4 Ekim 2008 Cumartesi günü akşam
saatlerine kadar olan sürede, Bayraktepe bölgesinde meydana gelen
çatışma sonucunda verilen şehitler hakkında bir bilgisi" olmamış!
Dahası Org. Babaoğlu iddiaları
Hürriyet Gazetesi'ne şöyle yanıtlıyordu
:"Eleştiride bulunanları mutlu etmek
için o gün Aktütün'e mi gitseydim? Şehitlerimizin haberi bana o gün
doğal olarak anında ulaşmadı, ama sonrasında başlatılan her
harekâtın emrini Ankara ile koordine ederek bizzat ben verdim."
Şimdi, insan sormadan edemiyor:
Böyle bir şey nasıl olabilir?
Antalya, Fizan'da mı?
Hava Kuvvetleri Komutanı'nın yaveri
yok mu? Hadi diyelim yaveri yok, cep telefonu da mı yok?
Hadi diyelim ki, bunların hiçbiri
yok, olan bitenden haberdar olamıyor. Peki, bulunduğu yerdeki
kimsenin de olan bitenlerden haberi olmamış mı? Hiç kimse paşamıza
haber vermemiş mi?
Org. Babaoğlu, Hürriyet'e yaptığı
açıklamada "sonrasında başlatılan her harekâtın emrini Ankara ile
koordine ederek bizzat ben verdim." dediğine göre, demek ki Ankara
ile bağlantısı var!
Dahası Genelkurmay Başkanlığı,
Aktütün saldırısı ile ilgili resmi açıklamayı 4 Ekim Cumartesi
sabahı saat 9: 30'da yaptığına göre, Ankara'nın aslında
gelişmelerden daha önce, muhtemelen Cuma akşamından ya da Cuma'yı
Cumartesi'ye bağlayan geceden itibaren haberdar olduğu
düşünülebilir. Ve büyük bir olasılıkla, yüksek askeri komutanlık ve
kuvvet komutanları Türkiye kamuoyundan daha önce
bilgilendirilmiştir. Demek ki neredeyse 24 saat Türkiye'nin Hava
Kuvvetleri Komutanı'na ulaşılamamış! Ne bir asker, ne bir telefon
mesajı ile uyarılabilmiş ya da haberdar edilebilmiş komutanımız. Eh
kendisi tatilde olduğuna göre ne televizyon izliyordur ne de radyo
dinliyordur!
Genelkurmay Başkanlığı bu akşam
yaptığı açıklamada "Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit
edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak
kullanılması üzücü ve düşündürücüdür." diyor.
Hangi "gerçek"?
Hangi "yıpratma"?
"Üzücü ve düşündürücü olan" bunları
söylemek mi, yoksa neredeyse 24 saat boyunca Türkiye'nin Hava
Kuvvetleri Komutanı'na ulaşılamaması ya da paşamızın sergilediği
vurdumduymazlık ve umursamazlık mı?
Ne var ki bu vurdumduymazlık kimi
askerlerle sınırlı değil. Geçtiğimiz birkaç gün içinde Türkiye,
şehitlerini toprağa verdi. Halkımız yurdun dört bir yanında teröre
lanet yağdırdı, ülkenin bölünmez bütünlüğüne vurgu yaptı.
Yaşamlarının baharında toprağa verdiğimiz gençlerimiz geride acılı
ana babalar, kardeşler; gözü yaşlı eşler, nişanlılar, sevgililer,
masum bebeler bıraktı!
Peki, kim bunun sorumlusu?
Yanıt belli
Ayrılıkçı, Kürtçü, terörist örgüt PKK
ve onu maşa olarak kullanan emperyalist güçlerle bölgedeki
kuklaları
İyi de siyasal iktidarın hiç mi
sorumluluğu yok bu tablonun ortaya çıkmasında? Bugüne kadar
yapılanlar Kuzey Irak'ın hem coğrafi hem de siyasal bakımdan teröre
destek veren bir halden çıkarılmasını sağlayamamışsa eğer,
Türkiye'yi 6 yıldır tek başına yöneten AKP'nin hiç mi sorumluluğu
yoktur bu tablonun oluşmasında?
Başbakan Erdoğan "kimse şehitler
üzerinden siyaset yapmasın" diyor, "kimse suçlu aramasın
".
Oysa bu tablonun ortaya çıkmasında
AKP dolaylı olarak "suçludur", izlediği politikalar ve AB ile ABD
karşısındaki teslim olmuş haliyle de baş sorumludur!
Ne var ki, madalyonun bir de diğer
yüzü var. Bu durumda da şu soru akla geliyor:
Halkımız bunun bilincinde mi peki?
Örneğin şehit Piyade Onbaşı Halil
İbrahim Arılık, memleketi Denizli'de yaklaşık 40 bin kişinin
katıldığı törenle uğurlanıyor. Şehidin annesi Elif Ayşe "Düşmanlar
sevinmesin, ben oğlumu zaten şehit doğurdum" diyor.
Şehit onbaşının toprağa verildiği,
Beyağaç ilçesine bağlı Kapuz köyünde 22 Temmuz 2007 seçimlerinde
sandıktan şu sonuç çıkmış:
AKP: 287, MHP: 96, CHP: 31
Antalyalı şehit Piyade Er Ramazan
Yeşil'in cenazesi, Serik ilçesi Zırlankaya köyünde toprağa
veriliyor. Zırlankaya köyünde de 22 Temmuz seçimlerinde sandıktan şu
sonuç çıkmış:
AKP: 97, MHP: 72, CHP: 44
Aktütün Sınır Karakolu'na yönelik
saldırıda şehit olan Jandarma Uzman Çavuş Hasan Aygör ise
Kırıkkale'nin Keskin ilçesi Armutlu köyünde toprağa veriliyor.
Cenaze törenine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da katılıyor! Törende
bazı vatandaşlar, terörist Abdullah Öcalan'ın asılmamasına ve
DTP'lilerin Meclis'te bulunmalarına sert tepki gösteriyor.
Protokolün olduğu bölüme giden bir vatandaş Başbakan'a, "Öcalan'ı
içeride beslemeyin, asın bunu. Vatan hainleri Meclis'te" diyerek
tepkisini dile getiriyor. Polisler bu vatandaşı hemen alandan
uzaklaştırıyor tabii!
Peki, 22 Temmuz seçimlerinde Keskin
ilçesi Armutlu köyünde seçim nasıl sonuçlanıyor?
AKP: 128, MHP: 16, CHP: 5
Başbakan'ın neden Keskin-Armutlu
köyünde cenazeye katılmayı yeğlediği ortada değil mi?
Türk milleti ülkeyi yönetsin diye
iktidardaki partiye yetki veriyor. Sorumluluk olmadan yetki olmaz.
Yetki varsa, sorumluluk da vardır! İktidar yetkisini kullananlar
nasıl ki başarılı olduklarında bunun nimetlerinden yararlanıyor ve
övünüyorlarsa, başarısızlık durumunda sorumluluğu da
yüklenmelidirler. Demokratik rejimin gereği budur.
2002'den beri AKP iktidardadır.
Türkiye'yi son 6 yıldır AKP yönetmektedir.
2002'de dibe vuran terör, bugün
azmıştır! Teröre kurban vermeyen il, ilçe kalmamıştır ülkede.
Başbakan Erdoğan "kimse şehitler
üzerinden siyaset yapmasın" diyerek bu siyasal sorumluktan kaçamaz.
Ne var ki, bu gerçeği öncelikle
evlatlarını PKK terörüne kurban veren Türk halkı görmelidir!
Özellikle de son seçimde AKP'ye ülkeyi yönetsin diye 4 yıl daha
yetki verenler
Daralma
Ne demek "daralma"?
Arzuhan Hanım, artık bir beden küçük
elbise mi giyecek? Daha az mı yiyecek?
Daralacak olan Arzuhan Hanımlar
değil, Türkiye'nin çalışan kesimleridir.
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan
Doğan Yalçındağ, "çok tedirginiz" demiş. (9.10.2008 tarihli günlük
basın)
Peki, neden tedirginmiş TÜSAİD'ımız?
Arzuhan Hanım'a kulak verelim:
"Dünya bir daralmaya gidiyor ve
dolayısıyla ihracatımıza gelen talep düşecek. Zaten iç tüketim
düşüyor. Türk özel sektörü muazzam borçlu
140 milyar dolar. Bu
borcu nasıl döndürecek? Bütün bunlar bu daralmanın Türkiye'de de
ciddiyetle yaşanacağını gösteriyor ve bu bizi hakikatten çok ciddi
tedirgin ediyor."
Demek ki "tedirginlik" borçtan
"140
milyar doları nasıl döndüreceğiz?" diye soruyor Arzuhan Hanımefendi.
Ama bu soruyu sorarken satır arasında kendi çözümünü de söylüyor:
Daralma
Ne demek "daralma"?
Arzuhan Hanım, artık bir beden küçük
elbise mi giyecek? Daha az mı yiyecek?
Daralacak olan Arzuhan Hanımlar
değil, Türkiye'nin çalışan kesimleridir. Az yiyecek olanlar da her
zaman olduğu gibi yine halk kitleleridir, Türk özel sektörü değil!
"Daralma" denilen sözde tedbir ise "işçi çıkartacağım, gerekirse
fabrikamı kapatacağım" demektir. Halkımızın yoksulluğunun artması,
sefaletin yarattığı sonuçların daha da keskinleşmesidir. Faturayı
yine emekçilerin, çalışanların ödemesidir.
Türk özel sektörü bugüne kadar aldığı
o 140 milyar dolar borcu nereye kullandı? Türkiye'ye yatırım mı
yaptı? Fabrikalar kurdu, yeni iş sahaları açtı da, şimdi orada
üretilenleri, daralan dünya ekonomisinde ihracatımıza talep düşeceği
için satamayacak ve zarar mı edecek?
Dahası iç talep de düşüyormuş! Peki,
neden düşüyor iç talep? İşçinin, memurun, esnafın, köylünün,
emeklinin kısacası halkın, TÜSAİD tarafından sözcülüğü yapılan
sermaye sınıfı gibi "bir eli yağda, bir eli balda" idi de, şimdi
birdenbire milletin pintiliği tutup harcama yapmadığı için mi
düşüyor iç talep? Eğitim paralı, sağlık paralı, su bile paralı bu
ülkede
Üstelik işsizlik ayyuka çıkmış. Hangi iç talepten
bahsediyorsunuz?
O IMF reçeteleriniz, o Dünya Bankası
programlarınız, o istikrar paketlerinizle üretmeden borçla yaşayan
bir sözde "ekonomi" yaratıp caka sattınız yıllardır. Entegrasyon
dediğiniz bu yarı sömürge ekonomisi idi işte! Gırtlağa kadar borca
battığınızı yeni mi fark ettiniz? Yıllardan beri yabancı
piyasalardan dolarla, Euro ile borçlanıp, devlete YTL ile borç
vererek kurduğunuz "saadet zinciri" şimdi kopma noktasında
O
"saadet zinciri" ile dolar milyarderi olan bu ülkenin yoksul
emekçileri miydi, yoksa parasını İsviçre Bankaları'nda tutan,
yatırımlarını ülke dışına yapan Arzuhan Hanım ve saz arkadaşları mı?
Şimdi
hanımefendi çıkmış "tedirginiz" diyor! "140 milyar doları nasıl
döndüreceğiz?" diye soruyor
Üstelik bir de bunu terör konusunda
timsah gözyaşları dökerek söylüyor:
"Çok tedirginiz, terör içimizi
yakıyor. Moralimizi bozuyor. Birlik olmalıyız."
Bak sen!
Oysa terör
denilen bela, sizin o liberal ekonomi politikalarınızın, azgın
sömürü hırsınızın yarattığı sefalet denizinden besleniyor! İşsizliğe
mahkûm gençler ya mafyaya tetikçi oluyor ya da terör örgütlerinin
kancasına takılıp ziyan oluyor, yitip gidiyor!
Bu kadar yıldır bu manzara
karşısında moraliniz bozulmadı da, şimdi paracıklarınız tehlikeye
girince, tatlı kazancınız kesilme tehlikesiyle karşılaşınca mı
aklınıza geldi terör? Onun için mi moraliniz bozuluyor?
Neden birlik
olalım?
Sömürünüz
devam etsin, saadet zinciriniz kopmasın, küpünüzü doldurmaya devam
edin diye mi? Siz milyar dolarlarınızı yabancı bankalara istif
ederken, biz sefalet denizinde kulaç atmaya devam edelim diye mi "birlik
olmalıyız"?
"Zenginlerin hazları, genellikle
fakirlerin gözyaşları pahasınadır" diyor Tolstoy.
Kendi
mutluluklarını başkalarının gözyaşlarının üstüne kuranlarla birlik
olur mu?
S. Ant
|