'Mustafa' Belgeseli: Yapım-Yönetim: Romantik İntihalci McDündar
Siz savaş nedir, nasıl yapılır
bilir misiniz?
Bendeniz, savaşmadım ama, hasbelkader bir miktar
gördüm, öğrendim. Sekiz yıllık İran-Irak
savaşının son bir buçuk yılını, iki taraftan birinin merkez karargahı olan
Bağdat'ta gazeteci olarak geçirmiştim.
Düşününüz!
İran'la
Irak arasındaki sınır, sadece iki ülkeyi ayıran 1200 (yazıyla bin iki yüz)
kilometrelik bir tel örgü zinciri değil. Aynı zamanda savaşın cephesi. Yani bin
iki yüz kilometrelik bir cephe.
Ve başka hiçbir şey düşünmeyiniz. Zaman ve mekan
açısından hiçbir şey!... Sadece şunu düşününüz. Bu bin iki yüz kilometrelik
cephenin tamamında, her iki yanda tarafların orduları dizili
Siz de bu
ordulardan birinde sıfır numara asker, yani rütbesiz ersiniz.
Asker olarak merminizi, silahınızı, tankınızı,
topunuzu elbette mensubu olduğunuz, adına savaştığınız devlet sağlayacak. Zaten
günümüz dünyasında, "her şeyi devletten beklemeyin" denmeyen tek alan bu.
Rütbesiz ersiniz, ama aynı zamanda insansınız. En
başta karnınızın doyması gerek. Yoksa savaşamazsınız. Karnınız doyunca çişiniz,
kakanız gelecek. Bu ihtiyaçların karşılanması gerek. Yoksa savaşamazsınız. Sonra,
bir noktadan sonra uykunuz gelecek, uyumanız, yani biraz da dinlenmeniz lazım,
yoksa savaşamazsınız. E insansınız, yıkanmanız lazım. Üstünüzün başınızın
temizlenmesi, çamaşırlarınızın yıkanması lazım. Alçak sürünme, yüksek sürünme
yaparken, dağ bayır yürür, koşar dururken, o postallar, o rütbesiz üniformalar,
çok değil iki ay bile dayanmaz, paramparça olur, hiç değilse kirden leş gibi
olur.
Karnınızı açık arazide doyuracaksınız. Masa lüks.
Çatal bıçak bulursanız ne ala
Çişinizi, gerekiyorsa kakanızı, yine gerekiyorsa açık
arazide yapacaksınız.
Gerekiyorsa toprağa uzanıp uyuyacaksınız. Gerekiyorsa
banyo yapmayacaksınız; yaparsanız da haki renkli bir su tankerinin arkasına
monte edilmiş bir duştan akan soğuk suyla, gerekiyorsa öyle utanmaya filan
kalkışmadan
Kaldı ki bunlar bir yirminci yüzyıl sonu savaşının
manzaralarıdır.
Hele yüzyıl başı bir Kurtuluş savaşından,
Çanakkale savaşından,
Irak, Filistin,
Kutulamarra, Erzurum-Kars-Sarıkamış,
Trablusgarp, Galiçya savaşlarından, cephelerinden söz ediliyorsa, bugünkü
teknoloji filan da; öyle seyyar tuvaletler, seyyar hamamlar filan da yok. Sabit
bir cephe de yok. Ordular sürekli hareket
halinde
Ve
Hangi tarihten, hangi ülkeden, hangi cepheden,
hangi milletten olursanız olun ÖLECEKSİNİZ, ÖLDÜRECEKSİNİZ!..
An gelecek, ölmeyi, öldürmeyi unutacaksınız;
gözünüzün önünde çarşafları temiz, güzel kadın elleriyle serilmiş tertemiz,
yumuşacık yataklar gelecek.
Tüfek namlusu, tabanca kabzası, mermi çapı, silah
menzili hiiiç bilmeyen temiz, güzel, yumuşak kadın elleriyle pişirilip, tertemiz
kaşıklar eşliğinde, tertemiz tabaklarda, tertemiz yer sofralarında veya tertemiz,
beyaz örtülü masalarda önünüze konacak sıcacık, türüm türüm, dumanı üstünde
çorbalar tütecek burnunuza
Ve an gelecek
Birkaç saniye sonra ölebileceğinizin
ürpertisini, veya hiç tanımadığınız, yüzünü bile görmediğiniz birisini,
birilerini öldürebileceğinizin vicdan kanamasını unutup, birden bire sılada
bıraktığınız pembe yanaklı, al topuklu, ince belli yavuklunuz geliverecek
aklınıza, gözünüzün önüne. Yahut ak saçlı, tertemiz, bembeyaz tülbentli ananız,
kır saçlı, pos bıyıklı, sizi cepheye uğurlarken sevgiyle, sıcacık sımsıkı
kucaklayıp, sonra şöyle omuzlarınızdan tutarak geriye çekilip, ışıl ışıl ve
sadece gözleriyle, ve sadece bıyıklarıyla gülümseyen, siz iyice uzaklaşanda
gözleri yaşarıp burnunu çeken babanız, ya da minicik, pempecik ağızlı kundaktaki
bebeniz
Tam tersi de olabilir; çoğunlukla da bu olur.
Ne kadar mümkünse o kadar sağ kalabilmek için
ölmemeye, yahut ne kadar mümkünse o kadar sağ kalabilmek için ne kadar mümkünse
o kadar öldürmeye o kadar koşullanmış olacaksınız ki geride bıraktığınız
kentiniz, kasabanız, köyünüz, yavuklunuz, ananız, babanız, bebeniz çok silik
anılar, hatta gerçekliğinden kuşkulandığınız düşler, halüsinasyonlar haline
gelecek.
Çünkü artık tek düşündüğünüz, insani ihtiyaçlarınızı
karşılamanın bile ötesinde yapacağınız veya uğrayabileceğiniz bir saldırı, yarın
tan vakti başlayacak umumi taarruz, düşmanın filanca noktadan geçmesini önlemek,
filanca tepeyi veya kasabayı düşmana bırakmamak veya düşmandan almaktır; size
verilen emir böyledir. Bu emir yerine getirilinceye kadar da yemeyeceksiniz,
uykunuz gelmeyecek, üşümeyeceksiniz, sıcaktan bunalmayacaksınız, çişiniz
gelmeyecek, gelse bile öyle ulu orta halledeceksiniz. Düşman karşıdan kurşun
yağdırırken "bi" dakka; bi" çişimi yapıvereyim. Bi" belgesel çekivereyim,
sonra savaşırız" diyemezsiniz.
Tabir caizse, insan olmakla, başka bir varlık olmak
arasında gidip geleceksiniz yani
Bütün bunları rütbesiz er için anlattık.
Ya komutan?..
***
Başka her şeyi bir yana bırakın. Sadece şunları bir
düşünün.
Üç yıl boyunca annesini görememiş
Doğup büyüdüğü
kente hasret ölmüş
Selanik'in düştüğünü öğrendiği an, elbette göz yaşları
içerisinde "Selanik'i nasıl bırakırsınız!..." diye canciğer silah
arkadaşlarının yakasına sarılmış "Çünkü o sırada kendisi başka bir cephede
savaşmakta"
Dolmabahçe Sarayı'nın duvarına adeta kazınmış sözlerinde ifade
ettiği üzere çok sevdiği İstanbul'dan,
yabancılar Ankara'yı başkent olarak kabul
edinceye kadar "kendisini mahrum bırakmış!.."
Annesini yitirdiğini düşünde görmüş, haberin
bulunduğu telgrafı sunan emir erinin, evet emir erinin boynuna sarılarak elbette
"ağlamış!!!..."
Ve hayatının kesintisiz en az on yılı, yukarıda
tasvire çalıştığımız rütbesiz er koşullarında savaşlarda cephelerde, doğru
dürüst banyoya, sıcak, rahat ve temiz bir yatağa, dumanı üstünde bir tas çorbaya
hasret, ölümle burun buruna geçmiş
Hastalığının son aşamasında bile, bütün unvanlarından,
rütbelerinden sıyrılıp filinta tüfek bir çete reisi olarak
Hatay'ı Fransız işgalinden kurtarmayı
düşünebilmiş, başında bulunduğu devlete önerebilmiş
Çocukları da, kadınları da, insanları da, hatta
hayvanları da çok sevmiş
Elbette çok kızıp öfkelenmiş de
Kendisine
İskenderun'unu İngilizlere bırakmasını emreden Sadrazama, Harbiye Nazır'ı Enver
Paşayı kastederek "ahmak"; ama bundan çok daha önemlisi "ben böyle bir
emri yerine getirmem. Kim getirecekse gönderin, görevimi kendisine teslim edeyim"
diyebilmiş
Hepsinden önce de, bu üst emre rağmen birliklerine "karaya
çıkmaya kalkan olursa vurun" diyip, İstanbul'a
da "ben böyle bir emir verdim. Bilginize
" tavrını koyabilmiş
Ve sonuç
Emperyalist düşmandan bağımsız, emperyalist
düşmandan özgürlüğünü almış, laik, modern bir ülke
Kendine güvenen,
başkalarının, hatta eski düşmanların ceket iliklediği bir Cumhuriyet
Bütün bunları yaşayan, yapan da elbette nihayet bizim
gibi "bir insan"dır. Elbette hepimiz gibi yer, içer ve nihayet tuvalete
gider.
Elbette hepimiz, her birimiz gibi endişeleri,
kaygıları, nihayet korkuları olabilir, vardır. Niye olmasın? Bir tanrıdan mı
bahsediyoruz ki?..
Ancak siz tutar, bırakın her birimizi, insanlık
tarihi boyunca ancak iki elin parmağı kadar insanın yapabildiği şeyleri yapmış,
yaşayabildiği, yaşamaya tahammül edebildiği şeyleri yaşamış bir önderi, bir
komutanı, bir devrimciyi, imparatorluk yıkan bir devlet kurucusunu bu
niteliklerinden tamamen sıyırıp, "canım işte o da hepimiz gibi gaz sancısı
çekiyormuş, hepimiz gibi boğazını temizliyormuş, pisuarın önünde ayakta
işiyormuş. Bizden hiç farkı yokmuş" diye, inatla, ısrarla ve sadece insan
olarak her birimizde ortak olan özelliklerle dayatıp durmaya kalkarsanız
projektörler size de istemediğiniz şekilde, yani hep alıştığınız üzere sizi
parlatmak için değil, karanlık yanlarınızı da sergilemek için dönecektir, döner.
Hiç bozulmayacaksınız.
Elbette birilerinin, böyle sözüm ona bir "yorumsal"
film yapma hakkı vardır. Ne yapalım! Devir "demirgrasi" devri!!!...
Ama bu hak kaçınılmaz olarak başkalarının da bunu
eleştirme hakkını doğurur. Ne yapalım devir, bu defa "demokrasi" devri!!!...
Eleştirilere derhal "anti demokratlık" damgası
vurmak, demokratlık değil, eşekliktir!..
Evet, belgesel'in değil, yorumsalın gerçekte kuşkusuz
bu kadar önemsenecek bir yanı yoktur. Ama önemsenmesi için "hökümet" bile
seferber oldu. En ekabir seviyede galaları teşrif buyurdukları gibi, bir de
okullara talimat gönderdiler; sürü sepet sabi sübyan öğretmenleri komutasında
sinema salonlarını doldurdu.
E insanlar da n'oluyor yav diye, en azından merak
saikiyle önemsedi, önemsemiş oldu.
Layık olduğundan değil.
Dünya reklam dünyası
İsterlerse serçeyi bülbül diye
satarlar. Nitekim sattılar!..
Deniyor ki bu muhteşem yorumsal(!) için; "Böyle
bir belgesel hiç yapılmamıştı, ilkti. Verdiği somut bilgiler ilk kez
yayınlananlardı."
Hayır!. Bir kere bu bir belgesel değil, bir "yorumsal!.."
Yorumsalcı da kabul ediyor.
İkincisi yayınlanan somut bilgilerin hiçbiri, insani
boyutta olsun veya olmasın, "ilk" değil.
İnsani boyutta bakalım. İçki içtiği, sigara içtiği,
bu toplumun tamamı için durmadan yazılıp çizilmiş bilgiler. Kaynak Yayınlarının,
25'inci cilde doğru ilerlemekte olduğunu sandığım "Atatürk'ün
Bütün Eserleri" dizisinde, "Yav, hesabımızı kitabımızı bilmiyoruz. Amma
harcamışız!.." mealindeki notları, Madam Corin'e mektupları dahil, "ilk
kez ben yayınlıyorum" denilen bilgilerin hepsi var.
Şimdi yorumsalcıya desek ki, niye taktın kafayı "insan
Atatürk"e de yatıyor
kalkıyor habire insan Atatürk belgeseli
yapıyorsun? Niye toplumsal kahraman, toplumsal kurucu önder, toplumsal
Atatürk'ten böyle bucak bucak kaçıyorsun? Bir kere de böyle bir Atatürk
belgeseli yapsaydın, "insan Atatürk" yorumsalın bu kadar itici
olmayabilirdi
Eminiz o da diyecektir ki, efendim sizin dediğiniz
Atatürk kitaplarda çok var
İyi de senin dediğin Atatürk de çok var kitaplarda.
Ortaya ilk ben attım derken uyduruyorsun.
Yani çoluğa çocuğa "aaa Atatürk de bizim gibi bir
insanmış" dedirtince ne olacak?!!..
Bu millet, bu yorumsal olmasa bilmiyor muydu O'nun da
bir insan olduğunu? İçki içtiğini, fazlaca sigara içtiğini? Saklamış mıydı ki o
bütün bunları? Tam tersine, başkaları saklamaya kalkışınca "bırak çocuk!
Görürlerse görsünler!..." diye müdahale edendi o!..
Senin yaptığın yorumsalı veya o yorumsalda verdiğin
sözüm ona "insan Atatürk"ü en çok kim sevdi biliyor musun? "Kurtuluş"tan,
"istiklal"den, "bağımsızlık"tan, hatta bizatihi bu sözcüklerden
hoşlanmayanlar
Sen savaş nedir, nasıl yapılır, bilir misin
yorumsalcı? Ülke nasıl kurtarılır, devrim nasıl yapılır bilir misin? Ha!?!..
Şimdi senden üç şey istenmeli:
1 Önce otur adam gibi, belgeselci gibi, doğru
dürüst bir kahraman, kurucu, önder, devrimci Atatürk, tarihi ve toplumsal
kişiliğiyle bir Atatürk filmi yap.
2 Görüntü sıkıntısı, kaynak sıkıntısı çekmezsin.
Otur bir de mesela "İNSAN RECEP TAYYİP" belgeseli yap!..
Ama işin kolayına, "yorumsal"a kaytarmadan
Dört dörtlük belgesel yap. Çünkü sen belgesel diye yine "yorumsal"
yaparsan, bu defa da ortaya bir MUHTEŞEM RECEP TAYYİP SULTAN çıkar!..
"Yorumsal" değil, "belgesel!!!!!...
Çünkü sen serçeyi bülbül diye satıyorsun. Adını
belgesel koyup, uygun gördüğün insanları uçuruyor, uygun görmediklerine "o da
kim ki
" muamelesi yapıyor, sıkışınca da "canım bu benim yorumum"
diyip çıkıyorsun.
Uygun görür veya görmezken ölçütün ne? Gazetecilik,
belgeselcilik mi?..
Yoksa "bunların hangisi beni parlatır, bana para
kazandırır; önce günün modasına göre çalışayım, Atatürk'ü küçülteyim, moda
akımların aferinini alıp daha çok parlayayım; gün olur devran döner moda değişir,
"harp olur darb olur"sa o zaman da "ama bakın ben kaç tane Atatürk
belgeseli çektim. Hatta "McDündar'dan başka Uğur Mumcu belgeseli yapacak adam mı
kalmadı" diye ayağa kalkan bir dinozor halk kitlesi ve bir iflah olmaz dinozor
olmasaydı bir Uğur Mumcu Belgeseli bile yapacaktım" mı?..
3 Maksat senin Mustafa Kemal Atatürk'e yaptığını
sana yapmak değil, seni özel hayatınla verip karizmanı çizdirmek de değil.
Dolayısıyla bir "İNSAN YORUMSALCI" önermiyoruz. Önemli değil çünkü.
Ama bir gece bir rüya görsen; Mustafa Kemal yattığı
yerden doğrulup kamera arkasına geçmiş olsa
"GAZETECİ MCDUNDAR"
belgeseli yapsa!.. Hatta sadece Çağdaş Gazeteciler Derneği Onur Kurulu'nun 2003
tarihli raporunun seninle ilgili bölümlerini belgesel yapsa!..
"O kadarı çok olur" dersen sadece TRT
arşivlerindeki birçok master bandın bir gece ansızın nasıl kendiliklerinden
mevzi ve mevki değiştirdiklerini belgeselleştirse, uzman tanık olarak da TRT
genel müdür eski yardımcılarından Şener Tokcan'ı konuştursa.
Ya da sadece Türkan Sultan belgeselinin öyküsünü
belgeselleştirse; Seçil Büker'i veya Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu üyelerini uzman tanık olarak konuştursa.
Yahut sadece, kendi yaveri Salih Bozok'un "HEP
ATATÜRK'ÜN YANINDA" başlıklı anılarının nasıl alt üst edilerek "YAVERİ
ATATÜRK'Ü ANLATIYOR"a dönüştüğünün öyküsünü belgeselleştirse, buna da
bendenizi uzman tanık olarak çağırsa.
Filmin adını da, gazeteci Rahmi Yıldırım'ın eşsiz
tanımlamasıyla "ROMANTİK İNTİHALCİ MCDUNDAR" koysa
Eğer hala pantolonun kuru kalabilmişse, çatılmış
kaşlarıyla sana "belgesel böyle yapılır Mc!.. Türkiye'ye ve bana hep bir
yabancı gibi bakıyorsun, ama sen galiba işine de yabancısın
" dese!..
Bizi de "Ben çıkıp gelmesem, böyle yüksek bir
değerin belgeselini çekmek için ölmesini mi bekleyecektiniz!.. Ayıp ayıp!...Bakın
ne kadar da bol malzeme varmış!.." diye fırçalasa
Haklı.
Çünkü sen de, sadece topluma değil, artık neredeyse
tarihe mal oluyorsun. Sadece son yorumsalını, AKP
devleti zoruyla da olsa on beş gün içinde yarım milyon kişi izlemiş. Galaları
için devlet en görkemli mekanlarını tahsis etmiş, en bi birinci derece
şahsiyetleriyle o galaları şereflendirmiş
Bir MCDUNDAR BELGESELİ için McDundar'ın'ın ölmesi
beklenmemeli. O hayattayken yapılmalı o belgesel. O büyük insan layıktır buna!...
Ama yine işin kolayına kaçmadan
Öyle yorumsal filan
değil; adam gibi BEL-GE-SEL!..
O zaman hiç kuşku duymayalım samimiyetinden!
Ha?!.. Var mısın?!..
Ali Tartanoğlu
|