Harp Akademileri Konuşması,
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER,
- Sayın
Genelkurmay Başkanı,
- Silahlı
Kuvvetlerimizin Değerli Komutanları,
- Harp
Akademilerimizin Seçkin Üyeleri,
- Değerli
Konuklar,
Küresel ve askeri konuların tüm
boyutlarıyla ele alınarak derinlemesine irdelendiği ve çözümlemeler
yapıldığı Harp Akademilerinin çatısı altında, her yıl olduğu gibi bu
yıl da ülkemizi yakından ilgilendiren konularda görüşlerimi sizlerle
paylaşacak olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Bu seçkin eğitim
kurumumuzun bilimsel çalışma anlayışı içinde ulusal stratejimizin
belirlenmesi konusunda yaptığı katkılar, övgüye değerdir.
Soğuk Savaş'ın sona ermesinin,
kalıcı bir barışın sağlanması yolunda dünyada yarattığı iyimserlik,
11 Eylül terör saldırılarından sonra yerini kaygan, belirsiz ve
istikrarsız bir uluslararası ilişkiler ortamına bırakmıştır. Bunun
sonucu stratejik düşüncelerde bir değişim süreci başlamış, tehdit ve
buna bağlı olarak güvenlik kavramları temelden sarsılmıştır.
Bugün, dünyada büyük güçler arası
konvansiyonel bir savaş olasılığı giderek azalırken, bölgesel, etnik
ve dinsel kökenli savaşlar tehdit olma niteliğini korumakta ve
küresel gerginliği artırmaktadır.
Terörizm, uluslararası alanda tüm
ülkelerin siyasal, toplumsal, ekonomik ve moral yapıları üzerinde
olumsuz etkiler yaratmakta, aynı zamanda ülkelerin güvenliğini ve
toprak bütünlüğünü de tehdit etmektedir. Terörizm, temel hak ve
özgürlüklerin ve demokrasilerin yıkılmasını, istikrarın bozulmasını
ve çoğulcu sivil toplumların etkisiz kılınmasını hedef almaktadır.
Öte yandan, uluslararası terörizm
ve kitle yoketme silahlarının yayılması, dünyada kalıcı bir
güvensizlik algılaması yaratan başlıca etkendir. Terör eylemlerinde
kitle yoketme silâhlarının kullanılma risk ve olasılığının artmış
bulunması, nükleer teröre karşı kimi küresel savaşım girişimlerinin
başlatılmasına yol açmaktadır.
Bu durumda, silahlı kuvvetlerin bir
yandan konvansiyonel savaş olanak ve yeteneklerini korurken, diğer
yandan savaşı ve terörle savaşımı uzun süre birarada yürütebilecek
yeteneklere de sahip olması gerekmektedir.
21. yüzyılın başında yeni bir dünya
düzeninin oluşum aşamasında bulunduğu gözlenmektedir. Bu düzenin
meşruiyete ve bunun temeli olan uluslararası hukuka dayanması
asıldır. Tersi durumda, kültürler arasında derin uçurumlara ya da
başat bir gücün egemenliğine yol açma riski bulunmaktadır.
Dünyada çeşitli bölgesel güç
odaklarının ortaya çıkması sürecinin ülkemizce yakından izlenmesinin
sürdürülmesi gereklidir. Geçen yüzyılda ivme kazanan küreselleşmenin
olumlu sonuçlarının yanısıra, toplumlardaki dengeleri bozabilen,
eşitsizlikleri arttıran ve tehdit kaynaklarını çoğaltabilen yönleri
giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Yoksulluk, açlık ve salgın
hastalıklar gibi küresel sorunların çözümü için yeterli dayanışma
oluşturulamamıştır. Bu durum, "karşılıklı anlayış ve hoşgörü"
eksikliğini artırmış, terörizm başta olmak üzere pek çok küresel
sorunu da birlikte getirmiştir.
Küreselleşme sürecinde,
düşüncesizce atılan kimi adımlar ve hoşgörüden yoksun yaklaşımlar,
tarihsel önyargıları öne çıkararak uygarlıklararası çatışma
kuramlarını gündeme getirmiştir. Kültürel kaynakları çok çeşitli
olmakla birlikte, bireylerin özgürlük ve eşitliği ile barış ve
hoşgörüyü temel alan uygarlık, tek ve evrenseldir.
Böyle bir ortamda, çevremizde
ülkemizin kalkınma ve ilerleme çabalarını artırarak sürdürebilmesine
elverişli koşulların yaratılması, istikrar ve güvenin sağlayacağı
olanaklardan yararlanılması, ulusal çıkarlarımız yönünden başlıca
hedefi oluşturmaktadır.
Değerli Konuklar,
Jeostratejik konumu yönünden
dünyadaki uluslararası bunalım alanlarına yakın olan Türkiye,
terörizm, kitle yoketme silahlarının yayılması ve bölgesel
sorunlardan kaynaklanan çok yönlü ve artan, ağır iç ve dış tehdit ve
risklerle karşı karşıyadır.
Ülkemizin bütünlüğüne ve ulusal
birliğine yönelik bölücü terörist eylemler ve gerici etkinlikler,
birincil tehdit konumunu korumaktadır.
Türkiye'ye yönelik her türlü tehdit
ve risklerin, tüm ulusal güç ögeleriyle caydırılması ve gerektiğinde
etkisiz duruma getirilmesi, güvenlik politikamızın temelini
oluşturmaktadır. Ayrıca, Türkiye'nin çevresinde bir "Barış ve
Güvenlik Kuşağı" oluşturulması, böylece ülkemize yönelik tehdit ve
risklerin azaltılması hedef alınmaktadır. Bu çerçevede, kara suları,
hava sahası, münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı gibi
konularda Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye düşüren güncel
uygulamalar, ulusal hak ve yararlarımızı gözetecek biçimde yakından
izlenmektedir.
Türkiye, bulunduğu coğrafyadaki
sorunların çözümüne yardımcı olmak amacıyla tüm birikimini ve gücünü
kullanmalıdır. Bu yönde etkin girişimlerle bölgesine yönelik gündemi
belirlemeli, siyasa ve çözümler üretmeli, bunları biçimlendirmelidir.
Değerli Konuklar,
Terörizm artık küresel bir boyut
kazanmış, belirli ülkelerin ya da bölgelerin sorunu olmaktan çıkmış,
uluslar ve sınırlar ötesi özelliği belirginleşmiştir.
Terörden en çok zarar gören
ülkelerden biri olarak Türkiye, terörizmle uluslararası savaşımı ve
bu konuda işbirliğini ve dayanışmayı desteklemektedir.
Türkiye, karşılaştığı bölücü terörü
tümüyle yok edebilmek için yasalar çerçevesinde büyük bir
kararlılıkla savaşımını sürdürmektedir. Ülkenin ve Ulus'un her türlü
tehdit ve tehlikeye karşı korunup savunulması en büyük hakkımız ve
sorumluluğumuzdur.
Türkiye, bir yandan Irak'ın
kuzeyinden kaynaklanan terörist tehdidin etkisiz kılınması
konusundaki kimi ortak çabalara katkılarını sürdürürken,
uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru savunma hakkını saklı
tutmaktadır.
Siyasallaşmaya çalışan bölücü
terörle savaşımda ulusumuzun gösterdiği birlik ve beraberliği, tüm
güvenlik güçlerimizin sergilediği özverili ve kahramanca çabayı
beğeniyle karşılıyor, aziz şehitlerimize Tanrı'dan rahmet diliyor,
gazilerimizi gönül borcuyla anıyorum.
Kuruluşundan bu yana
Cumhuriyetimizi sinsi bir gölge gibi izlemiş olan gerici tehdit,
bugün ulaşmış olduğu boyutlarla kaygıya neden olmaktadır.
Türkiye'nin laik düzenini ve Cumhuriyet'in çağdaş kazanımlarını
hedef alan etkinlikler ile dini politikaya yansıtma çabaları
toplumsal gerginlikleri artırmaktadır.
Cumhuriyet'in demokratik, laik ve
sosyal hukuk devleti niteliğinin, ulusu ve ülkesiyle bölünmez
bütünlüğünün sonsuza kadar korunması ve kollanması Devlet'in hak ve
görevidir.
Cumhuriyet'in temel değerlerine ve
anayasal ilkelere inanmayanların, aydınlanmayı ve çağdaşlaşmayı
içine sindiremeyenlerin, ülkenin geleceğine ilişkin kötü niyet
taşıyanların laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ne ve kurumlarına
yönelik saldırıları, ulusumuzu ve devletimizi yolundan geri
döndüremeyecektir.
Değerli Konuklar,
Anayasamızın 117. maddesi gereğince,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin manevî varlığından ayrılmayan
Başkomutanlığı temsil görevim yakında sona erecektir. Dünyanın en
büyük ve en kahraman ordularından birinin başkomutanlığını temsil
görevini, yaşantımın en mutlu ve onurlu anılarından biri olarak hep
koruyacağım. Bu olanaktan yararlanarak, Silahlı Kuvvetlerimiz ile
ilgili kimi görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Savunma politikamızın dayandığı
temel düşünce, Silahlı Kuvvetlerimizi, yurdumuza yönelik iç ve dış
tehditleri caydıracak, yurdu güvenle savunacak, toprak bütünlüğümüzü
ve ulusal çıkarlarımızı koruyacak çağdaş güç ve kudrette ve yüksek
bir hazırlık durumu içinde bulundurmaktır. Silahlı Kuvvetlerimiz bu
anlayışla, ülke tarihindeki en güçlü konuma erişmiştir. Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin yüksek bir caydırıcı güç olma niteliği, bölgemizde
barışın en önemli etkenidir.
21. yüzyılda da Silahlı
Kuvvetlerimizin çağdaş ve güçlü durumda tutulmaya devam edilmesi,
Devletimizin ve rejimin geleceğinin en önemli güvencelerinden biri
olacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Yüce Türk
Ulusu'nun gönlünde, her zaman üst düzeyde yer almıştır. Bunda,
elbette gücünü ve ruhunu ulustan almanın büyük payı vardır.
Türk Ordusu, başta her düzeydeki
komutanları olmak üzere, geleneksel olarak çok iyi eğitilmiş,
günümüzdeki teknolojik gelişmeleri yakından izleyen ve yetenekleri
üst düzeyde personelden oluşmaktadır.
Silahlı Kuvvetlerimiz en önemli
desteklerden birini kapsamlı, çağdaş ve ulusal nitelikteki savunma
sanayii alt yapımızdan almaktadır. Bu nedenle, Türk savunma
sanayiinin güçlendirilmesine yönelik çabaların aralıksız
sürdürülmesi yaşamsal önem taşımaktadır.
Silahlı Kuvvetlerimizin yüreğini
oluşturan Harp Akademilerinde subaylarımıza verilen eğitimin her
yönden en üst düzeyde olduğuna inancımız sonsuzdur.
Kurmay subay, sorunları önceden
sezen, karmaşık durumları hızla değerlendirerek, çözüme yönelik en
uygun kararı verebilen, farklı durumlar karşısında seçenek
üretebilen, bilim ve teknolojiyi görevin başarısı için kullanabilen,
üstün ve önder nitelikli askerdir.
Girdiği her savaşta, en üst düzeyde
önderlik ve kurmay yeteneği sergilemiş olan Büyük Atatürk'ün,
savaşın en ateşli dönemindeki kimi kararların, hesap ve mantıkla
açıklanması güç olsa da, üst düzeyde gözlem, sezgi ve değerlendirme
yeteneği gerektirdiğine ilişkin sözlerini unutmayınız.
Değerli Konuklar,
Birçok kez üzerinde durduğumuz kimi
konuları, Devletimizin ve ülkemizin geleceği yönünden çok
önemsediğim için bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Sistemi eleştirmek ve
değiştirilmesini istemekle mevcut kuralları uygulama zorunda olmak
çok ayrı şeylerdir.
Anayasa Mahkemesi Başkanı iken,
Anayasa'yla öngörülen Cumhurbaşkanı'nın görev ve yetkilerinin,
parlamenter demokrasinin gerekleriyle bağdaşmadığını söylemiştim. Bu
düşüncemi bugün de koruyorum.
Ancak, Cumhurbaşkanı'nın, kurallar
değişmedikçe Anayasa ile verilen görevleri yerine getirmesi,
yetkileri kullanması zorunludur. Üstelik, laik Cumhuriyet rejimini,
Anayasa'nın uygulanmasını gözetme bağlamında koruyup kollama görevi,
bu zorunluluğu kimi zaman daha da artırmaktadır.
Anayasalar, devletlerin temelini
oluşturan kurucu düşünceyi kurallaştırarak somutlaştıran, devlet
rejimini belirleyip siyasal sistemi kuran toplumsal sözleşmelerdir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temeli, ilkeler ve değerler bütünü
olan Atatürkçülük ideolojisine dayanmaktadır. Anayasamızda, Devlet
rejimini belirleyen temel ilkelere ve bu ilkeleri belirginleştirecek
kurallara yer verildiği ve bu kuralların bağlayıcılığının sağlandığı
görülmektedir.
Anayasa'nın üstünlüğünü ve
bağlayıcılığını düzenleyen 11. maddesinde, Anayasa kurallarının,
yasama, yürütme ve yargı organlarını, yönetimi, özel ve tüzel kurum
ve kuruluşları, seçilmiş ya da atanmış tüm görevlileri ve tüm
yurttaşları, kısaca herkesi bağladığı açıkça belirtilmiştir.
Ayrıca, Anayasa'nın özel
kurallarında, Yasama Organı'na, Cumhurbaşkanı'na ve Anayasa
Mahkemesi'ne, uygulamada anayasal kurallara uyma, bu kurallara
uyulmasını sağlama ve kurallara uyulup uyulmadığını denetleme görev
ve yetkisi verilmiştir.
Anayasa'nın yine 11. maddesinde,
yasaların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilerek, Yasama Organı,
Anayasa'ya uygun yasa çıkarmakla yükümlü kılınmıştır.
Anayasa'nın 148. maddesinde,
Anayasa Mahkemesi'ne, yasa, yasa gücünde kararname ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğü'nün Anayasa'ya uygunluğunu denetleme görev
ve yetkisi verilerek, Yasama işlemleri Anayasa'ya uygunluk
denetimine bağlı kılınmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bu görev ve
yetkisi, aynı zamanda anayasal Devlet rejiminin korunması
yükümlülüğünü de içermektedir.
Anayasal rejimin korunup
sürdürülmesi yönünden görev ve yetki verilen bir başka organ
Cumhurbaşkanlığı'dır. Anayasa'nın 104. maddesinde, Devlet'in Başı
sıfatıyla Cumhurbaşkanı'na, Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Ulusu'nun
birliğini temsil etme, Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet
organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme görev ve yetkisi
verilmiştir.
Cumhurbaşkanı'na ve Anayasa
Mahkemesi'ne verilen görev ve yetkiler, siyasal iktidar gücünün,
dengelenip frenlenerek "çoğunluk diktatörlüğüne" dönüşmesinin
önlenmesi ve Anayasa'da somutlaşan Devlet rejiminin korunması
yönünden çok önemlidir.
Anayasa'nın dayandığı temel görüş
ve ilkeleri belirten ve Anayasa metnine dahil olan Başlangıç
bölümünde, Türk Yurdu ve Türk Ulusu'nun sonsuza uzanan varlığı ve
Yüce Türk Devleti'nin bölünmez bütünlüğü kabul edilmiştir. Yine
Başlangıç bölümünde, hiçbir etkinliğin, ulusal çıkarlar, Türk
varlığı, Devlet'i ve Ülkesi'yle bölünmezliği esası karşısında
korunma göremeyeceği belirtilmiştir.
Anayasa koyucu bununla yetinmemiş,
Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayandığını, niteliklerini, 3 ve 4.
maddelerinde, Türkiye Devleti'nin Ülkesi ve Ulusu'yla bölünmez bütün
olduğu ve bunun değiştirilemeyeceğini vurguladıktan sonra, 5.
maddesinde, Devlet'e, Türk Ulusu'nun bağımsızlığını ve bütünlüğünü,
Ülke'nin bölünmezliğini, Cumhuriyet'i ve demokrasiyi koruma görevini
vermiştir.
Görüldüğü gibi Anayasamızda,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş düşüncesi, tek Ulus ve
ulusal devlet, tekil devlet, laik devlet, demokratik devlet, sosyal
devlet, hukuk devleti ilkelerine dayandırılmış ve bu ilkeler
kurallarla anayasal belirginliğe kavuşturulmuştur.
Anayasal kuralların bağlayıcılığı
yanında, içtiği ant ve Anayasa'nın uygulanmasını gözetme görev ve
yetkisi, Cumhurbaşkanı'nı, yukarıdaki ilkeleri özümseyerek uygulamak
ve uygulatmakla yükümlü kılmaktadır. Başka bir anlatımla, uzlaşma ve
uyum ancak anayasal rejim çerçevesinde olanaklıdır. Bunun dışında
bir uzlaşma aramak anayasal kuralları savsaklamak anlamına
gelecektir.
Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet'in
ilkelerinden ve anayasal içeriklerinden yana taraftır, Anayasa'nın
buyurucu kuralları karşısında taraf olmak zorundadır. Başka ve
güncel bir deyişle, bu ilkeler ve onların anayasal içerikleri
Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejiminin "kırmızı çizgileri"dir.
Yürürlükteki anayasal kurallar uyarınca, başta aynı doğrultuda
andiçen milletvekilleri olmak üzere tüm yurttaşlar da Devlet
rejimini oluşturan anayasal kurallar çerçevesinde bu ilkelere uymak
zorundadırlar.
Cumhurbaşkanı'nın tarafsızlığı
siyasal tarafsızlıktır. Anayasa'nın 101. maddesinin son fıkrasında,
"Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir"
denilerek, Cumhurbaşkanı'nın siyasal yönden tarafsız olması
gerektiği açık biçimde belirtilmiştir.
Bu özellik, Cumhurbaşkanı ile
siyasal liderler arasındaki önemli bir farkı oluşturmaktadır. Asıl
önemli fark ise, Anayasa'nın 104. maddesine göre, Cumhurbaşkanı'nın
Devlet'in başı; 112. maddesine göre ise, Başbakan'ın, bir siyasal
organ olan Bakanlar Kurulu'nun başkanı olmasıdır. Başbakan, yürütme
görevinde, ancak ilişkin bulunduğu siyasal görüşü temsil edebilir.
Oysa, Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Ulusu'nun
temsilcisidir.
Temelinde Atatürk ilke ve
devrimleri bulunan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi, tüm
yurttaşların taraf olması gereken bir Devlet ideolojisidir.
Cumhurbaşkanı, anayasal devlet rejimine egemen olan değerleri
savunurken toplumun çeşitli kesimleriyle birlik içinde olabilir.
Cumhurbaşkanı'nın anayasal ilkelerden yana taraf olması, siyasal
taraflılık biçiminde yorumlanamaz.
Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin
temel ilkelerine karşı ortaya konulan eylem ve uygulamalara karşı
çıkmak ve engel olmak, Cumhurbaşkanı'nın içtiği andın ve anayasal
görevinin gereğidir. Bunun "siyasal muhalefet" görevi ile
karıştırılması son derece yanlıştır.
Yukarıda vurgulanan anayasal
zorunluluğa bağlı olarak, Anayasa'ya, hukukun evrensel ilkelerine ve
kamu yararına uygun görülmeyen yasalar ya da kimi maddeleri, bir kez
daha görüşülmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne geri
gönderilmiş; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce aynen kabul edilip de
Anayasa'ya aykırılık içeren yasalar ya da kimi kuralları için
Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açılmıştır.
Yine, anayasal kuralların özüne,
hukuk devleti niteliğine, onun gereği olan liyakat ve kariyer
ilkelerine, hukuka, kamu yararına ve hizmetin gereklerine uygun
olmayan kararname taslakları da imzalanmayarak geri gönderilmiştir.
16 Mayıs 2000 günü Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ndeki konuşmamda,
"Kimse hukukun üstünde değildir;
hukukun üstünlüğü ilkesi herkesi bağlamalı, Anayasa'nın, yasaların
ve hukukun gereği her zaman ve herkese karşı yerine getirilmelidir.
En büyük felaketin, hukuka ve adalete duyulan güvenin yitirilmesi
olduğu unutulmamalıdır."
demiştim. Tüm meslek yaşamımda
olduğu gibi Cumhurbaşkanlığım döneminde de bu düşüncenin
uygulayıcısı, izleyicisi ve gözeticisi olmaya çalıştım.
Değerli Konuklar,
"Türk Ulusu", birlik ve
bütünlüğümüzün ve bunun yarattığı ulusal devletin temel kavramıdır.
Yüce Atatürk, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk
Ulusu denir" anlatımıyla Ulus'un adını açıkça vurgulamış, içeriğini
belirlemiştir.
Atatürk Ulusçuluğu, bu anlatımda da
görüldüğü gibi ırk, dil, din, mezhep temeline değil, birleştirici,
bütünleştirici temele dayanır. Bunun doğal sonucu olarak Anayasa'da,
"Türk Devleti"ne yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkes "Türk"
sayılmıştır. Bu, ülke bölünmezliğini sağlayan bir ulusal kimliktir.
Çok kültürlü toplumlarda "birlik"
ulusal devletle sağlanmış ve "tek ulus" ilkesi bu birliği sağlayan
ve pekiştiren en önemli öğe olmuştur. Toplumu oluşturan yurttaşların
tek ulus çatısında toplanması, laiklikte olduğu gibi, farklılıklar
korunarak birlikte yaşamanın en etkili yoludur. Bu gerçeği göremeyen
devletlerin tarihsel süreci çok kısa olmuştur.
Anayasa'daki egemenlik kayıtsız
koşulsuz Türk Ulusu'nundur kuralı, "Türk Ulusu" kavramının
çoğunluk-azınlık ya da din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapılmadan
yurttaşların tümünü kapsadığını göstermektedir.
Bayrağımızın dalgalandığı bu
topraklarda yaşamak hepimizi mutlu etmeli, bağımsızlığımızın sembolü
İstiklal Marşı'nın okunması hepimizi coşkulandırmalı,
duygulandırmalı, her kademede ayrım yapılmaksızın bu ülkeye hizmet
etme, hepimize düşen görev ve sorumluluk olmalıdır.
Ülke ve Ulus birliğine zarar
verecek, tekil ve ulusal devleti bozmaya kalkacak hiçbir eyleme izin
verilmeyeceği asla akıllardan çıkarılmamalıdır.
Türkiye'yi çağdışı rejime
sürüklemek isteyenlerin demokrasiden sözetmelerinin bir oyun olduğu
görülmelidir. Huzur ve iç barış olmadan siyasal istikrarın, ekonomik
kalkınma ve toplumsal gelişmenin hiçbir anlamının olmayacağı
anlaşılmalıdır. Temeli Atatürkçü düşünceye dayalı çağdaş
Cumhuriyet'te huzur da, denge de, istikrar da, ancak laiklik,
bölünmezlik ve ulus devlet yapısı güvenceye alınıp sürdürülerek
sağlanabilecektir.
Unutulmamalıdır ki, bu ülkeye ve
rejimimize en büyük kötülük, aymazlıktan gelmektedir ve bundan
kurtulmak rejimi korumanın koşuludur.
Anayasamıza göre, seçme ve seçilme
hakkını da kapsayan temel haklar ve özgürlükler, bireyin topluma,
ailesine ve diğer bireylere karşı ödev ve sorumluluklarını da
içermektedir. Yurttaşların oy kullanmaları aynı zamanda topluma
karşı ödevi ve sorumluluğudur.
Değerli Konuklar,
Türkiye'de siyasal rejim,
Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar
tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel
değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış
güçler, bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde
hareket etmektedir.
Dış güçler, Türkiye'nin İslam
ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin "laik
Cumhuriyet"ten, "demokratik Cumhuriyet" adı altında, "Ilımlı İslam
Cumhuriyeti"ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. Ilımlı İslam,
Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din
kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. Bu
niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler
için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir
geriye gidiş, daha açık söylemiyle, "irticai" bir modeldir. Türkiye
bölge için, ancak laik, demokratik hukuk devleti niteliği ile örnek
oluşturabilir; bu yöndeki deneyimlerini paylaşmaya hazırdır.
Ülkelerin yönetim sistemlerinin
değiştirilmesine direnen en önemli ögeler, ulus devletlerdir. Bu
nedenle, ulus devletlerin parçalanıp yok edilmesi ya da bölünüp
siyasal denetime alınması küresel sistemin başarısı için gerekli
görülmektedir. Bunun için de, ulusal ülkü, ulusal bilinç ve ulusal
dilin zayıflatılması, bu yolla ulusal benliğin yok edilmesine
çalışılmaktadır. Kimi ülkelerin düşün önderlerinin son yıllarda
Atatürk'e ve Atatürkçü düşünce sistemine yönelttikleri yoğun
eleştirilerin anlamı ve amacı açıktır.
İşin dikkat çekici yanı, Türkiye
Cumhuriyeti rejimini ılımlı İslam'a dönüştürmek için, dış ve kimi iç
odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı
altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır.
Oysa bu odakların bilmesi gereken
üç önemli gerçek vardır: Birincisi, ister "ılımlı", ister "köktenci"
olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve
bilime ters düşen bir yaklaşımdır. İkincisi, ılımlı İslam'ın çok
kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmazdır. Üçüncüsü de,
Türkiye Devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte
84 yıl önce yapmıştır. Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleri ile
Atatürk Ulusçuluğu'na bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk
devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
felsefesi, siyasal yönden tekil devlet yapısını ve tam bağımsızlık
ilkesini, yönetsel yönden laik, demokratik, sosyal, hukuk devletini,
ekonomik, sosyal, kültürel ve sanatsal yönden de çağdaş bir
Türkiye'yi hedeflemektedir.
Türk Devrimi'nin genel amacı,
aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu çağdaşlaştırmaktır.
Küresel sistemin üzerinde durduğu
bir başka alan ülkelerin doğal kaynakları ve üretim araçlarıdır.
Sistem, özelleştirme uygulamaları ile bu kaynak ve araçları ele
geçirmeye çabalamaktadır. Bunun ayırdında olan Amerika Birleşik
Devletleri, İngiltere ve Fransa gibi gelişmiş ülkeler, ulusal
güvenlikle doğrudan ya da dolaylı ilgili stratejik şirketlerin
yabancı sermayeye satışını önlemek için koruyucu önlemler
almaktadır. Rusya ve Latin Amerika ülkeleri ise, stratejik
şirketleri yeniden devletleştirmek için yoğun çaba içindedirler.
Türkiye'de de stratejik konu ve
kuruluşların özelleştirilmesinden vazgeçilmelidir.
Türkiye'nin henüz tam olarak
Küresel Sistem'in egemenliğine girmemiş olması, Sistem ülkelerini
rahatsız etmektedir. Bunun nedeni, tüm çabalara karşın hala sağlam
bir Atatürkçü yapının sürüyor olması ve Cumhuriyet'in anayasal
kurumlarının ulusal çıkarlardan ödün vermeyen sağlam bir duruş
sergilemeleridir.
Ulus devletin, Ulus birliği ve Ülke
bütünlüğünün, tekil devlet ve laik Cumhuriyet'in koruyucusu ve
güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de, ilk kez iç ve dış
odakların hedefi durumuna gelmiştir. Bu odaklar niyetlerini açıkça
sergileyerek işi "hesap sorma" söylemine kadar vardırmışlardır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, anayasal
rejimin korunması yönünden, tüm anayasal organ ve kurumlar gibi
görevli ve taraftır. Ordu'yu yıpratarak etkisizleştirmek için,
zamanlaması ayarlanmış bir oyun oynanmaktadır.
Oysa, özellikle bölgesel
karışıklıkların yoğunlaştığı ve küresel güçlerin Ülkemiz üzerindeki
planlarının açığa çıktığı günümüzde Ordumuzu yıpratmak, bu planlara
destek olmak amacı taşımıyorsa, hiç düşünülmemesi gereken bir
olgudur.
Değerli Konuklar,
Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin
yaşadığı iç tehlikeleri ise uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Bunun
için 1930'lu, 40'lı, 50'li, 60'lı yıllara dönmeye de gerek yoktur.
Türkiye'de son 15-20 yıldır yaşanan toplumsal gelişmeler, toplumsal
ve bireysel yaşamda sergilenen çağ dışı görüntüler, dinci fetvalar,
saldırılar ve karışmalar, kamusal alanlarda türban kullanılmamasına
ilişkin tüm yüksek yargı kararlarına karşı tutumlar, görevi din
adamı yetiştirmek olan okulları bitirenler ile tarikat ve cemaat
mensuplarının Devlet'in her kademesine yerleştirilmeye
çalışılmaları, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğinin
anlaşılması için yeterli olacaktır.
Demokrasiyi yanlış yorumlayıp
değerlendirenlerin tutum ve davranışlarının en büyük zararının
Cumhuriyet'e ve demokrasiye olacağı gözden uzak tutulmamalıdır.
Türkiye'nin siyasal rejimi, laiklik
konusunda duyarlı dengeler üzerine oturtulmuştur. Laiklik, din ve
inanç özgürlüğüne indirgenemez. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal
temelinde laiklik ilkesi vardır. Tüm ilke ve devrimler, başka bir
deyişle Atatürkçü Cumhuriyet laiklik ilkesine dayanmaktadır.
Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli
kararlarında da belirtildiği gibi, laiklik, ülkelerin içinde
bulunduğu tarihsel, siyasal, toplumsal koşullara ve her dinin
bünyesinin gerektirdiği isterlere bağlı olarak ülkeden ülkeye
farklılık göstermektedir. Dini ve din anlayışı tümüyle farklı
ülkelerde laikliğin, aynı anlam ve düzeyde benimsenip uygulanması
beklenemez.
Anayasamızın dayandığı temel görüş
ve ilkeleri içeren, maddelerin amacını ve yönünü belirten Başlangıç
bölümünde, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının Devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı belirtilirken,
açık ve kesin biçimde laikliğin tanımı da yapılmıştır.
Bu tanıma göre laiklik, dinin
sosyal, siyasal ve hukuksal bir güç olmasını önleyen temel ilkedir.
Bu işlevine uygun olarak Anayasa'nın 24. maddesinde,
- Devlet'in sosyal, ekonomik,
siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına
dayandırılamayacağı,
- Dinin ya da din duygularının
yahut dince kutsal sayılan şeylerin siyasal ya da kişisel çıkar
yahut nüfuz sağlama amacıyla kötüye kullanılamayacağı,
belirtilmiştir.
Laiklik ilkesinin, Anayasa'nın 24.
maddesindeki tanımı ve içeriğiyle, din kurallarının toplumsal yaşam
dışında yalnızca bireysel yaşam alanını düzenlediğinin kabulü
zorunludur.
Değerli Konuklar,
Anayasamızın 2. maddesinde, Türkiye
Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında sayılan hukuk devletinin en
önemli özelliği hukukun üstünlüğünün kabul edilmiş olmasıdır. Hukuk
devleti ilkesinin işlerliği yönünden ve hukukun üstünlüğünün gereği
olarak, yasama ve yürütme işlemleri yargı denetimine bağlı
tutulmuştur.
Güçler ayrılığını benimseyen
parlamenter demokrasilerde, yargı, rejimden ve demokrasiden sapmayı
önleyici bir denge düzeneği olarak öngörülmüştür. Bunun sonucunda
yargı erki, yasamaya, özellikle gerçek gücü elinde bulunduran
yürütmeye ve bu iki erkin birlikteliğinden oluşacak üstün güce karşı
korunmuş ve bağımsız kılınmıştır. Tam bağımsız olmayan yargının,
denge öğesi görevini sağlıklı biçimde yerine getirmesi olanaksızdır.
Yargı bağımsızlığının
gerçekleştirilebilmesi için, mahkemelerin yanında, yargı erkinin en
önemli öğesi ve temsilcisi olan yargıçların da bağımsız ve güvenceli
olması gerekmektedir.
Bu nedenle, Anayasa'nın 9.
maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına "bağımsız
mahkemelerce" kullanılacağı, 138. maddesinde de, yargıçların
görevlerinde bağımsız oldukları belirtilmiştir.
Yine Anayasamızda, yargı erkinin
yürütmenin etki ve karışmasından uzak tutulabilmesi için kimi
düzenlemeler yapılmıştır. 140. maddede, yargıçların, mahkemelerin
bağımsızlığı ve yargıçlık güvencesi ilkelerine göre görev
yapacakları; 138. maddede de, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak
vicdani kanaatlerine göre hüküm verecekleri, hiçbir organ, makam,
merci ya da kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve
yargıçlara emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği,
tavsiye ve telkinde bulunamayacağı kurala bağlanmıştır.
Yargı organlarının kuruluşu,
çalışma ilkeleri, yargıçların seçimi ve özlük hakları konularında
yargı bağımsızlığını gölgeleyecek yöntemlerden uzak durulması, hukuk
devleti ilkesinin gereğidir.
Yargıç ve savcıların tüm özlük ve
disiplin işleri, Yargıtay, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi
üyelerinin seçimi gibi önemli yetkilerle donatılmış Hakimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumunda bir siyasal parti mensubu olan
Bakan'ın ve onun buyruk ve yönergeleri ile hareket eden Müsteşar'ın
yer alması yargı bağımsızlığını, dolayısıyla hukuk devleti ilkesini
zedelemektedir.
Avrupa Komisyonu'nun 08.11.2006
günlü Türkiye 2006 İlerleme Raporu'nda, Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu'nun sekreteryasının, bütçesinin ve binasının olmaması,
müfettişlerin üst kurul yerine Adalet Bakanlığı'na bağlı bulunması
ve Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı'nın Kurul'un oy hakkına
sahip üyeleri olması eleştiri konusu yapılmıştır.
Yine, 06.03.2007 gününde yayımlanan
Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı 2006 yılı İnsan
Hakları Raporu'nun Türkiye'ye ilişkin bölümünde, her yıl olduğu
gibi, "Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na üye
olarak katılmasının Adil Yargılanma Hakkına aykırı olduğu"
belirtilmiştir.
Çeşitli hükümet programlarında da
vurgulandığı gibi, yargının kişiselleştirilmesi ve
siyasallaştırılmasının önlenebilmesi için, yargı bağımsızlığıyla
bağdaşmayan bu durumun ivedi olarak düzeltilmesi gerekir.
Unutulmamalıdır ki, yargıç
güvencesi yargı bağımsızlığının, yargı bağımsızlığı da devlete
güvenin ön koşuludur.
Yasama ve yürütme organlarının da
yargının siyasallaştırılmasından özenle kaçınmaları gerekir.
Yargının siyasallaştırılması durumunda bundan zarar görecek olan
başta yine Devlet organlarıdır. Bununla da kalmayacak, tüm Devlet
kurumları, insani değerler ve bireyler de bu zarardan paylarını
alacaklardır.
Değerli Konuklar,
Anayasa'da, demokratik devlet
niteliği Türkiye Cumhuriyeti'nin değiştirilemez nitelikleri arasında
sayılmış; demokrasiye en uygun yönetim biçimi olarak parlamenter
hükümet sistemi kabul edilmiştir.
Yine Anayasamıza göre, egemenlik
kayıtsız koşulsuz Ulus'undur ve Türk Ulusu egemenliğini, Anayasa'nın
koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanmaktadır.
Ulusal egemenliğin kaynağı ulusal
istençtir ve ulusal istenç, ancak özgür seçimlerle yaşama
geçirilebilir. Bunun için Anayasa'da, tüm yurttaşlara seçme, seçilme
ve siyasal etkinlikte bulunma hakkı getirilmiştir. Seçme, seçilme ve
siyasal etkinlikte bulunma hakkı, demokrasinin yeterli değil, ancak
gerekli koşuludur.
Devlet yönetiminin aksamaması da
gözetilerek ulusal istencin parlamentoya en geniş biçimde yansıması,
çoğulcu ve katılımcı demokrasinin ve ulusal egemenliğin gereğidir.
Bu nedenle, Anayasa'da, seçim yasalarının "temsilde adalet" ve
"yönetimde istikrar" ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenmesi
öngörülmüştür.
Bu iki ilkenin, seçme ve seçilme
hakkının özünü zedelemeyecek ve Devlet yönetimini aksatmayacak
biçimde dengelenmesi, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve
ölçülülük ilkesi çerçevesinde bağdaştırılarak seçim sistemine
dengeli biçimde yansıtılması anayasal zorunluluktur.
Yönetimde istikrar ilkesi, salt
çoğunluğu sağlayacak seçim sistemini değil, istikrarlı yönetimi
olanaklı kılacak adaletli bir temsil sistemini gerektirmektedir.
Adalet, yönetimde istikrarın da temel koşuludur. Yalnızca istikrar
ilkesini gözetmek, temsilde adalet olmayınca istikrarsızlık
yaratacaktır.
Seçim sistemimiz incelendiğinde,
iki ilke arasında olması gereken dengenin, yönetimde istikrar ilkesi
lehine önemli ölçüde bozulduğu görülmektedir. 2002 yılındaki
seçimlerde geçerli oyların yaklaşık üçte birini alarak Meclis'te
yaklaşık üçte ikilik temsil oranına ulaşılması bunun açık kanıtıdır.
Ayrıca, toplam kayıtlı seçmen
sayısına göre, seçmenlerin yüzde 59.14'ü, toplam oy kullanan
sayısına göre ise, yüzde 48.37'si Meclis'te temsil edilmemiştir. Bu
durum, iki ilke arasındaki dengenin nasıl bozulduğunu
göstermektedir. Bunun da nedeni Seçim Yasası'ndaki ülke geneli
barajıdır.
Siyasal ve bunun getirisi olarak
ekonomik istikrar uğruna temsilde adalet ilkesinin gözardı edilmesi,
Türkiye Cumhuriyeti rejiminin istikrarını bozacak düzeye
ulaşabilecektir.
Seçim sisteminin, ulusal istencin
adaletli olarak Meclis'e yansımasını sağlayacak biçimde ivedilikle
düzeltilmesinde, başka bir deyişle ülke geneli barajının
düşürülmesinde yarar bulunmaktadır.
Unutulmamalıdır ki, demokrasi,
yalnızca çoğunluk yönetimini öngördüğü için değil, azınlıkta
kalanların haklarının korunduğu, seslerinin duyurulduğu,
görüşlerinin yönetime yansıtıldığı için üstün nitelikli bir
yöntemdir.
Anayasa'nın 68. maddesinde, siyasal
partilerin demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri olduğu
belirtildikten sonra 69. maddesinde, siyasal partilerin iç
düzenlemeleri ve çalışmalarının demokratik ilkelere uygun olacağı
vurgulanmıştır.
Böylece, Anayasa Koyucu, siyasal
partisiz demokrasi olamayacağını kabul ederken, siyasal partilerin
demokrasiyi gerçekleştirebilmeleri için öncelikle iç
yapılanmalarının ve çalışmalarının demokrasinin gereklerine uygun
olmasını zorunlu görmüştür.
Günümüzde, siyasal partilerin en
önemli sorunu parti içi demokrasinin eksikliğidir. Partilerin her
kademedeki görevlileri, lidere bağlılıkları esas alınarak
göstermelik seçimlerle işbaşına gelmekte, seçimle oluşan organların
yeterli güvencesi bulunmamakta, ülke sorunlarıyla ilgili
düşüncelerini özgürce dile getirememektedirler.
Siyasal partilerin topluma öncülük
edebilmesi ve çoğulcu demokrasiyi etkin kılabilmesi, parti içi
hukuksal ve demokratik düzenin kurulması ve işlerlik kazanmasıyla
olanaklıdır.
Türkiye'nin demokratikleşme
sürecini başarıyla sürdürmesi ve çağdaş demokratik yapıya kavuşması
için siyasal partiler ve seçim yasalarında günün koşullarına uygun
değişikliklerin yapılması, Siyasal Partiler Yasası'nda parti içi
demokrasiyi sağlayıp güvence altına alacak sistemin getirilmesi
zorunlu duruma gelmiştir.
Değerli Konuklar,
Anayasa'nın 83. maddesinde, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeleri için yasama sorumsuzluğu ve yasama
dokunulmazlığı birlikte düzenlenmiştir.
Maddenin birinci fıkrasına göre,
milletvekilleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözleri ile Meclis'te
ileri sürdükleri düşünceleri nedeniyle sorumlu tutulamazlar.
Parlamenter demokratik sistemi
benimseyen her ülkede olduğu gibi, Anayasamızda da, çok yerinde
olarak, kamu yararı amacıyla milletvekilleri için yasama
sorumsuzluğu öngörülmüştür.
Yasama sorumsuzluğu, yasama organı
üyelerine kişisel yarar ya da ayrıcalık tanımak için değil, ulusal
istencin tam olarak gerçekleşebilmesi amacıyla öngörülen bir
güvencedir.
Bu güvence ile, yasama organı
üyelerinin, yasama işlevini hiçbir kuşku, baskı ya da ceza tehdidi
altında kalmadan, özgür, bağımsız ve korkusuzca yerine getirmesi
sağlanmaktadır.
Ne var ki, Anayasa'da bununla
yetinilmemiş, maddenin ikinci fıkrasında, seçimden önce ya da sonra
suç işlediği ileri sürülen milletvekilinin, Meclis kararı olmadıkça
tutulamayacağı, sorguya çekilemeyeceği, tutuklanamayacağı,
yargılanamayacağı ve üyelik süresince verilen ceza hükmünün yerine
getirilemeyeceği belirtilerek, milletvekilleri için, parlamenter
işlevi dışındaki kişisel eylemleri nedeniyle yasama dokunulmazlığı
da getirilmiştir.
Yasama dokunulmazlığı, yasama
organı üyelerinin, yasama işlevi dışındaki etkinliklerinden
kaynaklanan her türlü suç nedeniyle sorgulanmasını, tutuklanmasını
ve yargılanmasını önlemek üzere öngörülen bir ayrıcalıktır.
Yasama işlevinin sağlıklı
yürüyebilmesi için yasama sorumsuzluğu gereklidir ve yeterlidir.
Milletvekillerinin yasama işlevi dışındaki eylemleri nedeniyle
dokunulmazlık zırhına bürünmeleri, saydam toplum isterleriyle
bağdaşmamakta, yolsuzlukla savaşım çabalarına olumsuz etki
yapmaktadır.
Ayrıca, bu durum, ceza adaletinde
eşitlik ilkesiyle çelişmekte, Yüce Meclis'in saygınlığına gölge
düşürmekte ve yasama erkinin yüceliğiyle bağdaşmamaktadır.
Bu nedenlerle belirtmek isterim ki,
yasama dokunulmazlığının kaldırılması, hukuk devleti ilkesi ile
demokratik değerlerin gereğidir ve toplumsal beklentilere olumlu
yanıt oluşturacaktır.
Sırası gelmişken, yasama
dokunulmazlığı ile memur güvencesini birbirine karıştırmamak
gerektiğini de vurgulamak isterim.
Anayasa'nın 129. maddesi ve
02.12.1999 günlü, 4483 sayılı Yasa'da, memurlar ve diğer kamu
görevlilerine ilişkin soruşturma açılması izne bağlanmıştır; ancak,
bu düzenlemelerin yasama dokunulmazlığı ile karşılaştırıldığında iki
önemli farkı olduğu görülmektedir.
Öncelikle, memurlar ile diğer kamu
görevlilerinin yargılanabilmeleri için izin alınması, kişisel
suçlarda değil, yalnızca "görevleri nedeniyle işledikleri suçlar"da
söz konusudur. İkincisi de, bu izin, mutlak sonuç doğuran bir izin
olmayıp, idari yargı denetimine bağlıdır.
Değerli Konuklar,
Demokratik toplumlar, temel hak ve
özgürlüklere dayalı toplumlardır. Bu tür toplumlarda, devletin
görevi, temel hak ve özgürlükleri korumak ve geliştirmektir. Temel
hak ve özgürlükler arasında, düşünceyi açıklama özgürlüğü önemli bir
yer tutmaktadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğünün olağan yollarından
biri basındır.
Basının, düşüncenin açıklanmasında
oynadığı önemli rol gözönünde tutularak, çağdaş anayasalarda basın
özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin özel bir türü olarak
düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 26.maddesinde,
düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün haber almak ve vermek
özgürlüğünü de kapsadığı; 28. maddesinde de, basının özgür olduğu,
devletin basın ve haber alma özgürlüğünü sağlayacak önlemleri
alacağı belirtilmiştir. Basın özgürlüğü, düşünceyi açıklama
özgürlüğünü tamamlayan ve onun kullanılmasını sağlayan özgürlüktür.
Demokratik toplumlarda basının
işlevi, bu hak ve özgürlükler bağlamında kamu yararını ilgilendiren
olay ve konularda açıklamalar yapmak, haber ve bilgi vermek,
eleştiri ve yorumlarla kamuoyu oluşturmak, toplumu aydınlatmaktır.
Bu önemli işlevi nedeniyle basın
özgürlüğünün, kamu otoritelerine karşı olduğu kadar özel güçlere
karşı da korunması gerekmektedir.
Medyanın belli kişi ya da gruplar
elinde toplanması, gücünün o kişi ya da grupların çıkarı için
kullanılmasına neden olabilecektir.
Bu durum, bir yandan ekonomik
alanda haksızlık yaratacak, öte yandan haber alma özgürlüğünü
kısıtlayabilecek ve medya gücünün çıkar amaçlı kullanılmasına hizmet
edebilecektir.
Kamu hizmeti veren medyanın, kişi
ya da grupların eline geçerek bireysel çıkarlara hizmet edecek
ticari nitelik kazanması, medya-siyaset bağlantısının güçlenmesi,
medyanın Devlet'le ticari ilişkiye girmenin aracı olarak
kullanılması kamu yararı ve kamu düzenine zarar vermekle kalmayacak,
aynı zamanda demokrasiyi de olumsuz etkileyecektir.
Devlet'le ticari ilişkiye giren
medya sahibi sermaye gruplarının, medyayı kullanarak siyasal
iktidarlar üzerinde baskı kurabilecekleri ya da tam tersine siyasal
iktidarların sermaye grupları aracılığıyla medyayı
kullanabilecekleri açık gerçeklerdir.
Sermayenin belli kişi ya da
grupların elinde toplanması, çok sayıda medya organının belli kişi
ya da gruplarca sahiplenilme olasılığı, medyada tekelleşmeye neden
olabilecektir. Tekelleşerek sorumluluk bilincinden uzaklaşacak
medya, her sorumsuz güç gibi toplumsal yaşamı ve ulusal güvenliği
tehlikeye sokabilecektir.
Medyanın kamuoyunu etkileme gücü,
dolayısıyla bu gücün olumsuz kullanılması olasılığının yüksekliği,
yabancılaştırma olgusunun da çok iyi düşünülmesi gerektiğini
göstermektedir. Yabancılaştırmanın uzun erimde ulusal benliğimize
vereceği zarar çok iyi değerlendirilmelidir.
Toplumsal görevini yerine
getirebilmesi için basın özgürlüğü ile donatılan medyanın da
sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gereklidir. Anayasa ve
yasalarda temel hak olarak düzenlenen basın özgürlüğü ile kişilik
hakkının çatışması her zaman olanaklıdır. Bu konuda dengeyi
sağlamak, Devlet'in olduğu kadar medyanın da görevidir.
Demokratik toplumlarda, hem basın
özgürlüğü hem de kişilik hakkı, temel hak ve özgürlük olarak
anayasalarda düzenlenip korunmuş olmakla birlikte, kişilik hakkının,
basın özgürlüğünün sınırlarından birini oluşturduğunda duraksamaya
yer yoktur.
Basın, bir olayı açıklarken,
değerlendirme ya da eleştiri yaparken kişilik haklarına, özel
yaşama, gizlilik alanına, mesleki ve ticari saygınlığa karışmamalı,
kişinin maddi ve manevi zarara uğramasına neden olmamalıdır.
Basının saygınlığının ve
güvenirliğinin artması, medya gücünün kötüye kullanılmasının
önlenmesine, bu gücün kişisel çıkarlardan ve ticari kaygılardan uzak
tutulmasına, yansız, doğru, ilkeli, kişilik haklarına ve özel yaşama
saygılı habercilik anlayışının benimsenmesine, her koşulda meslek
etiğinin gözetilmesine bağlıdır.
Değerli Konuklar,
21. yüzyılın ilk aylarında
devraldığım görevimin sonlarına yaklaşırken, uluslararası konulara
ilişkin kimi gözlemlerimi de paylaşmak istiyorum.
Batı ile Doğu'nun kesiştiği
coğrafyadaki konumumuz, tarihsel ve kültürel değerlerimiz, ülkemizin
etkin ve çok boyutlu bir dış politika izlemesini olanaklı ve gerekli
kılmaktadır. Yüzyıllara yayılan deneyimimizin yarattığı denge,
Cumhuriyetimizin çağdaşlaşma yolunda getirdiği kazanımlar, evrensel
değerlere ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir anlayışla örülmüş,
ülkemize dünya üzerinde benzersiz bir konum kazandırmıştır.
Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu
yana, uluslararası ilişkilerdeki gelişmeler ve bugünkü küresel
ortam, Ulu Önder Atatürk'ün öngörülerinin ne kadar sağlam olduğunu
göstermektedir. Onun "Yurtta Barış, Dünyada Barış" sözleriyle
çizdiği yol, dışarıda istikrar, güvenlik ve gönenci hedef almayı, bu
hedefe ulaşmak için gereken gücü de içerideki ulusal birlik ve
beraberlikten sağlamayı öğütleyen bir ışık olmuştur. Bu ışık,
şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da yolumuzu aydınlatmayı
sürdürecektir.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun
yüzüncü yılını kutlayacağı güne vardığında, dünyanın en güçlü,
saygın ve her yönden önde gelen ülkeleri arasında olacaktır.
Değerli Konuklar,
Avrupa Birliği, çağımızın en
başarılı siyasal ve ekonomik bütünleşme girişimlerinden biridir. Bu
bütünleşme süreci Avrupa'ya barış, istikrar ve gönenç getirmiştir.
Türkiye'nin katılımı bu süreci pekiştirecek, Avrupa'daki barış ve
istikrarı daha geniş bir coğrafyaya taşıyacak, getireceği stratejik,
ekonomik ve askeri katkılarla Birliğe küresel bir oyuncu niteliği
kazandıracaktır.
Avrupa Birliği, Büyük Atatürk'ün
gösterdiği çağdaş uygarlık yönündeki en anlamlı duraklardan birini
oluşturmaktadır. Birliğin Ekim 2005'te Türkiye ile katılım
görüşmelerini başlatması, ortak değerlere bağlı her Avrupa ülkesine
kapısının açık olduğunu göstermesi yönünden önemli bir aşama
oluşturmuştur.
Bununla birlikte, son dönemde
yaşanan gelişmeler, kimi üye ülkelerin iç politikadan kaynaklanan
nedenlerle, Birliğin bu stratejik yönelimine bağlı kalmakta
zorlandığını ortaya koymaktadır. Geçtiğimiz Aralık Doruğu'nda
katılım sürecimize ilişkin alınan kararın, Birlik içindeki kimi
kesimlerce Türkiye'ye karşı sergilenen önyargılı tutumun yansımasını
oluşturduğunu düşünüyoruz. Çözüm yeri Avrupa Birliği olmayan yapay
sorunlarla katılım sürecimizin tıkanmasının, aynı zamanda Birliğin
kendi önünü keseceğini, geleceğe yönelik stratejik yararlarını
gölgeleyeceğini anımsatmak isterim.
Türk Ulusu'nun hedefi, uygar ve
çağdaş bir toplumsal yaşam sürdürmektir. Bu hedefe yönelik
çabalarımız, Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinden bağımsız olarak
sürmektedir ve Türkiye, bu süreci ulusal yarar ve onurunu gözeterek,
bunlardan ödün vermeden gerçekleştirmeye kararlıdır.
Türk Ulusu'nun Avrupa Birliği
sürecine verdiği desteğin, Birliğin Türkiye'ye yönelik tutumuna
bağlı bulunduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Değerli Konuklar,
Kıbrıs konusu, Türk Ulusu'nun her
bireyi için bir "ulusal dava" niteliği taşımaktadır. Ada'da
gerçeklerle uyumlu, hakça ve kalıcı bir çözüme ulaşılması, öteden
beri Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin başlıca hedefi
olmuştur. Bu anlayışla sürdürdüğümüz politika, Kıbrıs'da gerçekte
çözüm isteyen tarafın kim olduğunu ortaya koymuştur.
Kıbrıs'da 2004 yılında Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri'nin Planına ilişkin halkoylamalarıyla
başlayan süreçteki gelişmeler, hem Türkiye, hem Kıbrıs Türk halkı
için hayal kırıcı olmuştur. Çözümü reddeden taraf ödüllendirilmiş,
çözüm isteyen ve kendisi için sıkıntılar yaratacak kurallar
içermesine karşın, Plana halkoylamasında evet diyen taraf ise
cezalandırılmıştır.
Kıbrıs'da her yönden eşit iki halk,
iki demokratik düzen ve iki devlet vardır. Ada'da çözüme yönelik
çabalar da bu gerçekleri gözönünde tutmak zorundadır. 2004 yılında
halkoylamasına sunulan Plan artık geçersizdir. Gelecekte yapılması
olası görüşmelerde de gündeme getirilmesi sozkonusu olamaz.
Kıbrıs'da güvenlik ve istikrarı yerleşik Birleşmiş Milletler
ölçütleri temelinde siyasal eşitlik ve iki kesimlilik ilkelerini
karşılayan, yeni bir ortaklık kurulmasına dayalı çözüm sağlayabilir.
Rum Yönetimi, yapıcı olmaktan uzak
tutumunu son dönemde tırmandırdığı gibi, sorumsuz ve kışkırtıcı
biçimde 2003 yılından bu yana Doğu Akdeniz'deki ülkelerle deniz
yetki alanlarını paylaşmaya çalışmaktadır.
Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti, Rumların bu girişimlerini yakından izlemekte ve gerekli
önlemleri almaktadır. Yarı kapalı bir deniz niteliğindeki Doğu
Akdeniz'de Türkiye'nin, Kıbrıs Adası'nın deniz alanlarında ise Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin yasal hak ve çıkarları bulunmaktadır.
Bunlardan ödün verilmesi sözkonusu olmadığı gibi, bölgedeki
haklarımızı kararlılıkla korumayı sürdüreceğimizi vurgulamak
isterim.
Bu gelişmeler de göstermektedir ki,
Rum tarafının hakça bir çözüme ve sorumluluk içinde davranmaya
yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği'ne önemli
görevler düşmektedir. Bunların başında, çözüm yönündeki istencini
açık biçimde her zaman ortaya koyan Kıbrıs Türk tarafı üzerindeki
yalıtılmışlığın, daha fazla gecikmeden kaldırılması gelmektedir.
Değerli Konuklar,
Dış politikamızın temel bir
eksenini de Amerika Birleşik Devletleri'yle ilişkilerimiz
oluşturmaktadır. Bu ilişkiler aynı zamanda Avrupa Birliği'ne üyelik
sürecimizi tamamlayan önemli bir öge niteliği taşımaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri'yle
köklü bağlarımız çok geniş bir alanı kapsamakta, aramızdaki derin
dostluk ve işbirliği, birçok konuda ortak anlayışı da beraberinde
getirmektedir. Geçtiğimiz yıl iki ülke arasında kabul edilen "Ortak
Stratejik Vizyon Belgesi", bu anlayış birliğini bir kez daha
vurgulamış, daha örgün bir işbirliğinin önünü açmıştır.
Önümüzdeki dönem, Türkiye ile
Amerika Birleşik Devletleri'nin pek çok bölgesel ve küresel konuda
daha yakın bir işbirliği içinde olmasını gerektirecektir.
İlişkilerimizin dayandığı geniş payda üzerinde birbirimize
sağlayacağımız katkılar, ortak hedeflerimize ulaşmamızı
kolaylaştıracak, aramızda varolan danışma ve eşgüdüm
pekiştirilecektir. Bu bağlamda, kimi çevrelerin etkisi altında,
onarımı olanaklı bulunmayan adımlardan kaçınılmasının önemini bir
kez daha vurgulamakta yarar görüyorum.
NATO, Türkiye ile Amerika Birleşik
Devletleri arasındaki bağlaşıklığın yapı taşlarından biridir.
Değişen dünya koşullarına başarıyla uyum sağlayan Kuzey Atlantik
Antlaşması, ülkemizin dış ve güvenlik politikasındaki kilit konumunu
korumaktadır. Türkiye, Avrupa'nın güvenlik alanında attığı adımları
da tutarlı ve bütüncül bir yaklaşımla desteklemekte, ancak bu
alandaki gelişmelerin NATO'nun sağlayageldiği kazanımları
aşındırmadan ilerletilmesine önem vermektedir.
Değerli Konuklar,
Yaşadığımız coğrafya geçmişte
olduğu gibi günümüzde de sık sık çatışma ve bunalımlara sahne
olmaktadır. Bölgemiz, tarafı ve nedeni olmadığımız birçok sorunla
örülüdür. Bu sorunların aşılarak çevremizde bir uyum ve istikrar
kuşağı oluşturulması başlıca hedefimizdir.
Bu hedef doğrultusunda,
Balkanlar'dan Kafkaslar'a, Karadeniz'den Orta Doğu'ya, başta
komşularımız olmak üzere bölge ülkeleriyle gerçekçi, saydam ve
barışçıl ilişkiler sürdürmek hep dileğimiz olmuştur. Bu
yaklaşımımızı paylaşan her ülke ortağımızdır.
Orta Doğu'nun kemikleşmiş
sorunlarını geride bırakarak hızlı adımlarla barış ve gönence
ilerlemesi, bölgesel ve küresel istikrara kuşkusuz önemli katkılar
sağlayacaktır. Bölgede kalıcı barış ve istikrarın sağlanması yönünde
gösterdiğimiz çabaları yılmadan sürdürmemiz gerekmektedir. Ancak, ne
yazık ki, bölge koşulları günümüzde bu hedefe ulaşmaktan bir hayli
uzaktır.
Irak'taki gelişmeler kaygı
vericidir. Yakın tarihsel ve kültürel bağlarımız bulunan Irak
halkının güvenlik ve esenlik ortamına kavuşması için Türkiye elinden
gelen yardımı sürdürecektir.
Irak'ın güvenlik ve istikrara
kavuşabilmesi için en temel koşul, ülkenin toprak bütünlüğü ve
siyasal birliğinin korunmasıdır. Bu koşul, bölgenin esenliği
açısından da zorunludur. Tersine bir gelişmenin Irak'ı onlarca yıl
geriye götürmesi, Orta Doğu ve yakın bölgenin çok uzun süreli
istikrarsızlıklara sürüklenmesine yol açabilir. Kuşkusuz küresel
yansımaları da olacak böyle bir ayrışmanın önüne geçilmesi yaşamsal
bir önem taşımaktadır.
Bu çerçevede kimi grupların Irak
halkının ortak istencini gözardı ederek, kendi dar görüşlü
gündemleri doğrultusunda kazanım peşinde koşmaları kabul edilemez.
Bu önemli dönemeçte hiçbir kesimin dışlanmaması, ortak çıkarın
birlik ve beraberlikte olduğunun anlaşılması, Irak'da huzurlu bir
geleceğin güvencesi olacaktır.
Bu ortamda giderek tırmanan mezhep
çatışmalarına da ayrı bir dikkat göstermek gerekmektedir. Etkisi
Irak'ın sınırlarını aşıp, bölgesel bir çekişme ve gerginliğe yol
açabilecek bu gelişmenin daha fazla kan dökülmeden önüne geçilmesi,
her geçen gün daha da ivedilik kazanmaktadır. Burada bölgenin ileri
gelen kimi ülkelerine kuşkusuz önemli görev ve sorumluluklar
düşmektedir.
Irak'ın geleceğinde Kerkük konusu
belirleyici bir nitelik taşıyacaktır. Irak'ın pek çok yönden küçük
bir örneği olan kentin statüsünün uyum içinde, tüm kesimlerin
istemleri gözetilerek belirlenmesi, Irak'da kalıcı istikrara yönelik
sağlam bir adım oluşturacaktır.
Irak bağlamında Türkiye için bir
başka kaygı kaynağını, bölücü terör örgütünün Irak'ın kuzeyindeki
varlığı oluşturmaktadır.
Türkiye, kendi ulusal güvenliğine
ve toprak bütünlüğüne yönelik böylesine önemli bir tehdide karşı
uzun süre izleyici konumunda kalamaz. Bu nedenle, Iraklı ve
Amerikalı yetkililerle yürüttüğümüz temasların hızla somut sonuçlar
vermesini diliyoruz. Bu sorun bir an önce çözülmelidir.
Türkiye terörle savaşım konusunda
küresel düzeyde üzerine düşenleri yerine getirmektedir. Bizimle aynı
sözleşmelere imza atmış bulunan ülkelerin, özellikle Batılı
bağlaşıklarımızın da bölücü terör örgütüyle savaşımda gerekli
duyarlılığı ve işbirliğini göstermelerini bekliyoruz.
Orta Doğu'da kalıcı barış ve
istikrara açılan kapının anahtarı Filistin sorununun çözümündedir.
Bu bağlamda son dönemdeki gelişmeler umut verici sayılabilir.
Filistin'de kurulan Ulusal Birlik Hükümeti ile iç barışın
sağlanması, kamu düzeninin yeniden işlemesi ve Filistin halkının
sıkıntılarının giderilmesi yönünden yeni bir pencere açılmıştır.
Bunun gerektiği biçimde değerlendirilmesi durumunda barış sürecinin
de önünün açılabileceğini düşünüyoruz.
Sorunlarla örülü Orta Doğu'nun yeni
bir bunalımı kaldırma gücü yoktur. Özellikle bu yönden, İran'ın
nükleer programına ilişkin gelişmeleri yakından ve kaygıyla
izliyoruz.
Değerli Konuklar,
Türk-Yunan ilişkilerindeki olumlu
gelişmeler, iki tarafın da geleceğe daha güvenle bakmasını
sağlayacak, gelecek kuşaklara yeni olanaklar sunacaktır.
Yunanistan'ın da bu bilinç ve istenci paylaşması, varolan sorunların
çözümünü kolaylaştıracaktır. Komşumuzdan karşılıklı güven ve
dostluğa inanmasını ve sorunların çözümüne katkıda bulunmasını
bekliyoruz. Batı Trakya Türk azınlığının uluslararası anlaşmalarla
güvence altına alınmış "azınlık hakları"nı tanıması da
beklentilerimiz arasındadır.
Kafkaslar gelecekte de, başta
enerji ve ulaşım yolları bağlamında olmak üzere, stratejik konumuyla
uluslararası gündemin üst sıralarında yer almaya adaydır. Gerek bir
bütün olarak bu bölgeyle, gerek bölgedeki ülkelerle ilişkilerimiz
bundan sonra da önemini koruyacaktır.
Türkiye'nin çevresinde oluşturmayı
başlıca hedef edindiği barış, işbirliği ve gönenç kuşağına
Ermenistan'ın da katılması dileğimizdir. Ancak unutulmamalıdır ki,
günümüzün dünyasında uygar bir ilişki düzeyi, en azından iyi
komşuluk ilişkileri ve temel uluslararası hukuk ilkelerine
bağlılıktan geçmektedir.
1915 olaylarını irdelemek üzere
ortak bir komisyon kurulması yönündeki önerimiz açık ve özgüvenli
yaklaşımımızın göstergesidir.
Değerli Konuklar,
Karadeniz'in bir barış ve işbirliği
denizine dönüştürülmesi yolundaki çabalarımızı sürdürmeliyiz.
Karadeniz önümüzdeki dönemde, değişen dünya koşullarına bağlı olarak
daha çok ilgi toplayacak ve enerji yolları üzerindeki konumunu
pekiştirecektir.
Yüzyıllardır aynı coğrafyayı
paylaştığımız Rusya Federasyonu'yla ilişkilerimizin ve
işbirliğimizin bugün ulaştığı düzey sevindiricidir. Bu yolda
attığımız her adım, Avrasya ve Karadeniz bölgesinin barış, istikrar
ve gönencine katkıda bulunacaktır.
Orta Avrupa'ya geçiş kapımızı
oluşturan Balkanlar'ın istikrarı ülkemiz için önemini korumaktadır.
Bu anlayışla, Balkanların içinden geçmekte olduğu değişim sürecinin
yeni gerilimlere yol açmamasını sağlamak amacıyla bölgedeki barışı
koruma görevlerine ve yeniden yapılandırma çabalarına katkılarımızı
bundan sonra da sürdüreceğiz. Bölge ülkelerinin Avrupa-Atlantik
kurumlarıyla bütünleşmesi, kalıcı istikrar ve güvenliğin olduğu
kadar demokratikleşme sürecinin de güvencesi olacaktır.
Değerli Konuklar,
Önümüzdeki 20 yıl içinde dünyadaki
enerji gereksiniminin yaklaşık yüzde 50 oranında artması
beklenmektedir. En büyük istem gelişmekte olan ülkelerden
gelecektir. Sınırlı enerji kaynaklarına güvenli biçimde ulaşmak, bir
yarışma konusu olacaktır.
Ülkemiz, dünya enerji kaynaklarının
yaklaşık yüzde 70'inin bulunduğu bölgenin merkezinde yer almakta; bu
stratejik coğrafyada kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde güvenli bir
geçiş noktası sunmaktadır. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının tam
kapasiteye ulaşmasıyla dünyada her 16 varil petrolden biri Türkiye
üzerinden dünya enerji pazarlarına ulaşacaktır. Yapımı süren
doğalgaz boru hattı tasarılarıyla yalnızca Avrupa'nın değil, tüm
dünyanın önemli bir enerji iletim damarı olma yolunda ilerlemeyi
sürdüreceğiz.
Ülkemizin demokrasi, insan hakları,
hukukun üstünlüğü, bilim, teknoloji ve saydamlık gibi çağdaş ve
evrensel değerlere verdiği öncelik çağdaş uluslar arasındaki yerini
pekiştirmektedir. Bu değerler, Türk dış politikasını biçimlendiren
barış, istikrar ve gönenç arayışını, laiklik ilkesini ve uygar,
hakça bir anlayışa dayalı ilişkiler hedefini yansıtmaktadır. Bu
ilkeler, Türkiye'nin uluslararası alandaki üstünlüklerini de
göstermektedir.
Ülkemiz, uluslararası barışı koruma
görevlerinde de önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye'nin bugün
katkıda bulunduğu dünyanın çeşitli bölgelerinden barışı koruma
görevlerinin sayısı yirminin üzerindedir. Etkin katılım sağladığımız
NATO görevlerindeki asker sayımız 1500'e yakındır. Askerlerimiz
dünyanın dört bir köşesinde bayrağımızı dalgalandırırken,
sergiledikleri üstün başarıyla göğsümüzü kabartmaktadır. Bu
bölgelerde görev yapan askerlerimizi ve her düzeydeki komutanlarını
yürekten kutluyorum.
Bu tür yardımlar ve görevler
Türkiye'nin uluslararası alandaki ağırlığının somut göstergesini
oluşturmaktadır. Başarıyla tamamlanan her bir görev, Türkiye'nin
küresel barış ve istikrara verdiği önemi ve katkıyı kayda
geçirmektedir.
Değerli Konuklar,
Dış politikamıza ve gündemimizdeki
belli başlı konulara genel yaklaşımımıza ilişkin görüş ve
gözlemlerimi bu kürsüden kapsamlı biçimde aktarmaya çalıştım.
Küresel politika, ekonomi ve güvenlik yapısında belirgin ağırlığı
bulunan, sorunlarla örülü bir coğrafyanın merkezinde yer alan
Türkiye'nin dış politikasının gerçekçi, saydam ve içten olduğunu
yeniden vurgulamak istiyorum.
Burada önemli olan, dış politika
hedeflerimizin kişisel ya da belirli bir grubun anlayışına göre
değil, ulusal yararlarımız ve Ulu Önder Atatürk'ün, güncelliğini hiç
yitirmeyen ilkeleri doğrultusunda biçimlendirilmesidir.
Geçmişte olduğu gibi, ileride de
gereksinim duyacağımız tek dayanak, Yüce Atatürk'ün ilkeleri
olacaktır.
Değerli Konuklar,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 84
yıllık dönemi, tarihinin en uzun barış dönemi olmuştur. Bu dönemde,
büyük bir çağdaşlaşma ve kalkınma gerçekleştirilmiştir. Bu kazanım
ve başarılar, içinde yaşadığımız zorluklara karşın ilerisi için ümit
verici bir güvencedir.
Türkiye'nin çağdaşlaşma ve
aydınlanma yolunda ilerlemesine yön veren temel ilkeler çerçevesinde,
laik ve demokratik Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yıldönümünde
bölgesel ve küresel düzeyde saygınlık ve gücünün her alanda daha da
pekiştiğini görmek istiyoruz.
Ulusumuza, Cumhuriyetimize ve
demokrasimize güvenerek, Büyük Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'i,
Anayasa'da öngörülen Devlet'in temel niteliklerini hep birlikte
koruyarak, Atatürk ulusçuluğu ve devletin tekliği ilkesi
çerçevesinde ulusal birlik ve bütünleşmeyi artırarak ve çok
çalışarak istikrarlı, mutlu, büyük ve güçlü Türkiye'yi yaratmamız,
gelecek kuşaklara karşı tarihsel sorumluluğumuzdur.
Bu duygu ve düşüncelerle hepinize
esenlikler diliyorum.
Ahmet Necdet
Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkani, Nisan 13, 2007
|