Kentsel Çevre Yönetimi ve
Sorunlar
Kentsel
Çevre Yönetimi ve Sorunlar
Giriş
1. Kentleşme ve Toplumsal Dönüşüm
2. Bugünkü Durum / Sorunlar
Politika ve Stratejiler
Yasal / Hukuksal Çerçeve
Yönetim / Örgüt Yapıları
Kaynaklar
Çevre Sorunları
Kentsel Rantlar
Planlama / Uygulama Süreci
3. Kentleşme ve Çevre
4.Kentsel Çevre Sorunları ve Kentlerimize Dair Bazı
Gerçekler
5. Sonuç: Çevre Sorunlarının Çözümü İçin,
Toplumcu-Ekolojik Bir Kent
Kaynakça
Doğal ve
insan yapısı çevreyi kirleten, bozan etmenlere, kuşku yok ki, yalnız
kentlerde rastlanmıyor. Kırsal çevre ve tarım alanları da kentler
kadar, bu tür tehlikelere maruz kalabiliyor. Ama kentleşmenin hızı,
kentlerin göreceli ağırlığı, kentsel-kırsal nüfus bozulması ve son
olarak kentlinin; sesini duyurmada kırsal topluluklara oranla sahip
olduğu üstünlük gibi nedenlerle, çevre sorunlarının genelde kent
ortamında çeşitlendiği belirlemesini yapmak yanlış olmasa gerekir.
Kentler
toplumların birer minyatürü, onların hastalıklarını, güzelliklerini,
bütün özelliklerini olduğu gibi yansıtan aynası gibidirler. İmgeleri,
gerçekte olduklarından daha iri gösteren dev aynaları gibi, çevre
sorunları da, kentlerde, giderek artan boyutlarda gözümüze çarpıyor.
Burada, belki, çoğumuzun kentlerde yaşıyor olmamızın da payı var.
Sanayileşme
ve kapital birikim sürecinin örgütlenmesinin doğal sonucu olarak,
kâr ve spekülasyon politikaları sonucunda, çevre değerlerinin
yozlaştığı bir küreleşme çağında yaşamaktayız. Gerekli önlemlerin
alınmaması durumunda, bu yozlaşma daha da önemli boyutlar kazanacak
ve derinleşecek gibi görünüyor.
Bugün, gelişmekte olan
ülkelerde en az 600 milyon kentlinin, yaşamı ve sağlığını tehdit
eden koşullarda yaşadığı öngörülmektedir. Birleşmiş Milletler İnsan
Yerleşimleri Merkezi Eski Genel Sekreteri Dr. Wally NDow,
geçtiğimiz yıllarda yaptığı bir değerlendirmede, Dünya yoksulların
büyük çoğunluğunu barındıran gelişmekte olan ülkelerde, kent
yoksulları... sağlıklı içme suyundan, temel sağlık koşullarından
yoksun bulunan ilkel konutlarda barınmak zorundadır. tespitini
yapmaktadır. Dr. NDowa göre, bu kesimler, çeşitli salgın ve
bulaşıcı hastalıkların hızla yayıldığı, kalabalık ve yüksek
yoğunluklu yerleşmelerin bulunduğu kentsel alanlarda
yaşamaktadırlar. Peki, bu kurumlar ve yetkili kişiler, bilim
çevreleri tesbitler dışında bir şeyler yapmakta mıdır?
Yoksa konu ve bu alandaki
sorunlar, Dünya Bankasının politika ve projelerine mi teslim
edilmiştir? Kuzuyu, kurda teslim etmek gibi
Kentleşme
politikalarının gereği gibi değerlendirilebilmesi, kentleşmenin
temel özelliklerinin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar.
Alınması gereken önlemlerin saptanmasında, sorunların gerçek
niteliklerinin tanımlanması ilk adım olarak görülebilir. Bu bağlamda,
şu şekilde bir sorunlar sıralaması yapılabilir:
Bunların
birincisi, kentleşmenin hızıdır. Kentleşme hızının, 1960 2000
yılları arasında izlediği seyir, sırasıyla, 1965: %5.7, 1970: %6.2,
1975: %5.9, 1980: %4.5, 1985: 6.26, 1990: 4.31, 1995: 2.65 ve 2000:
2.00 olarak gerçekleştiğini biliyoruz. Son nüfus sayımından sonra,
belirtilen orana bakılarak, kentlere akımın yavaşladığı yolunda
görüşlere rastlanmıştır. Göreceli rakamlara dayanan bu görüşlerin
büyük bir gerçeklik payı taşıdığı savunulamaz. Kentli nüfus, 1960da
7.3 milyondan 1980de 22 milyona, 1985de 27 milyona, 1990da 33
milyona ve 2000 yılında 45 milyona yükselmiş, en büyük kentlere her
yıl 150-200 bin kişi eklenmişse, kentleşmede bir yavaşlama olduğunu
ileri sürmek güçtür.
İlk bakışta
bir demografik olay gibi görünen kentleşmenin toplum yapısındaki ve
ekonomideki değişimlerle çok yakından ilgili olduğu bilinmektedir.
On binden fazla nüfuslu yerleşim birimleri olarak alındığında,
Türkiyede kentli nüfusun, 1950de %18.7den, 1960da %25.9a,
2000lerde ise %48lere yükseldiği görülmektedir. Kent nüfusundaki
bu hızlı artışın kaynağı, doğal artışlardan çok, kırsal alanlardan
kentlere olan nüfus akınlarıdır.
Nüfusun bu
hareketliliği, doğum yerleri dışında yaşayan nüfus oranlarından da
anlaşılmaktadır. 2000li yıllarda doğum yerleri dışında yaşayan
nüfus oranının, dörtte biri geçtiği tahmin edilmektedir. Genellikle
köyden kente doğru olan bu akımlar, kırsal alanların itici,
kentlerin, kısmen gerçek, kısmen da yapay olmakla birlikte, çekici
bazı özellikleri nedeniyle gerçekleşmektedir. Taşınım ve iletişim
araç ve olanaklarındaki gelişmenin de, bu devingenliğin artışı
üzerinde büyük rolü vardır.
İkincisi,
kentleşmenin en büyük kentlere ve batıdaki bölgelere yönelmiş
olmasıdır. Kentli nüfusun kentler arasındaki dağılımından en büyük
payı, 100 bin ve daha fazla nüfuslu kentler almaktadır.
Kentleşmenin
bununla ilgili bir başka özelliği de, özellikle İstanbul, Ankara ve
İzmir gibi büyük kentlerde anakentleşme (metropolitenleşme)
eğilimlerinin başlamış olması ve bu sürecin planlama kavramı
olmaksızın gerçekleşmesidir. Yeryüzünün bütün büyük merkezlerinde
olduğu gibi, bu kentlerimizde de, kentin büyümesi, merkezden çok
çevrede yer almaktadır.
Kentleşme
düzeyleri bakımından coğrafi bölgeler arasında da önemli ayırımlar
olduğunu görüyoruz. Karadeniz Bölgesinde %26 olan kentleşme düzeyi,
Marmara Bölgesinde %70dir. Kentleşmeye ve modernleşmeye ilişkin
bütün göstergeler, aynı ayırımları yansıtmaktadır. Türkiyedeki
büyük sanayi kuruluşlarının hemen hemen yarısı İstanbulda, yalnız
%5i Doğu Anadoluda bulunmaktadır.
Türkiyedeki
kentleşmenin üçüncü özelliği, büyük kentlerde, yaşam ve kültür
düzeyleri ve dünya görüşleri birbirine karşıt bireylerden oluşan
heterojen ve bütünleşmemiş bir toplumsal yapı oluşturmasıdır. Bu
nitelik, kentleşmenin sanayileşmeden daha hızlı olması karşısında,
kentlere göçün kentte yaratılan iş olanaklarıyla koşut gitmemesinden,
kısacası, kırsal yoksulluğun kentsel bir yoksulluğa dönüşmesinden
doğmaktadır. Bu iki ayrı dünyanın insanları arasında sağlıklı bir
iletişim ortamının var olduğunu söylemek de güçtür.
İstanbul,
Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Antalya gibi kentlerde,
gecekonduların, kent çevresini bir yoksulluk kuşağı gibi sarması, bu
dengesizliğin bir belirtisidir. Kentleşmeye yakıştırılan "çarpık", "sağlıksız"
ve "aşırı"gibi nitelikler, onun bir parça da bu özelliğinden
dolayıdır.
Kentsel
nüfusunun, dörtte biri gecekondularda yaşayan kentlere sahip bir
ülkede sağlıklı kentleşmeden söz edilemeyeceği açıktır. Bundan 20
yıl önce, 240 bin gecekonduda, kentli nüfusunun %17sini oluşturan
1.2 milyon insan yaşarken, bugün bir milyondan fazla gecekonduda,
kentli nüfusunun %25ne varan yaklaşık 10 milyon kişi yaşamaktadır.
Kentsel
siyaset alanında araştırma yapan birçok uzman için 1980 yılı önemli
bir dönemeçtir. Bu noktada, Türkiyenin yaşadığı kentleşme
deneyiminin birbirinden ayrılan değişik ekonomik, toplumsal, politik
ve kültürel iklimlerde gerçekleştirdiği söylenebilir. Bu iklimler ya
da ayrılan dönemler arasında, yakın dönem Türkiye tarihi açısından
da bir dönüm noktası olan 1980 Askeri Darbesi ve bu darbe
sürecinin öncesi ve sonrasında meydana gelen yapısal, ekonomik ve
siyasal alt üst oluş ayrı bir öneme sahiptir.
Bu tarihsel eşik ve kırılma ile
birlikte, kentler ve çevresindeki hemen her tür alan vahşi bir
yapılaşmaya açılmış, kentlerin yerine konması mümkün olmayan
tarihsel değerinin yitip gitmesine göz yumulmuştur. Sonuçta ortaya
çıkan, kalitesiz sıfatını her ölçüte göre sonuna dek hak edecek bir
kentsel çevredir. 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 tarihlerinde yaşanan
depremler, Türkiyenin 50 yılı aşkın kentleşme deneyimi ile
oluşturduğu kentsel çevrenin ne denli kalitesiz ve felaketlere gebe
olduğunu gözler önüne sermiştir. Ama görünen odur ki, hızlı
kentleşme evresini artık geride bırakmakta olan Türkiye, geçmiş
dönemlerde bulduğu çözümlerin! yaratacağı yeni sorunlarla bir süre
daha uğraşmak ve ne yazık ki, yeni bedeller ödemek zorunda
kalacaktır.
Türkiyede
80li yıllardan günümüze değin farklı şekillenmeler, değişimler
yaşandı, yaşanıyor. Sosyo-ekonomik ve siyasi açıdan yürütülen tüm
uygulamalar toplumsal sürecin neresinde olursa olsun bütün kesimleri
derinden etkiliyor. Bu etkilenmeler kimi zaman korkunç sarsıntıları,
kimi zaman bireysel ve kitlesel çıkışları, kitlesel suskunlukları ve
tepkisel anlık olayları da beraberinde getiriyor. Toplum üzerinde
düzenli olmayan ve süreklilik arz etmeyen bu politik süreçler dizisi
de oluşan tüm bu sarsıntılara yanıt verecek düzeyde kendini ifade
edememektedir.
Dolayısıyla
sarsıntılara kaynak teşkil eden ekonomik siyasal ve sosyal
süreçler bir dağılma ve parçalanma gerçekliğini ortaya koyarken, bir
yandan da yeniden yapılanmanın da zemininin hazırlanmasına olanak
sağlayacak araçları gündeme sokuyor. Tüm bu sosyo ekonomik ve
siyasal değişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan kentleşme
sorunları nasıl bir gelişim izliyor? Kentleşme politikaları bu
yeniden yapılanma sürecinin neresinde yer alıyor? Kentsel süreç
içerisinde gecekondunun evrimi nasıl sürüyor? 80 öncesi gecekondulu
yaklaşımı nasıl farklılaştı? İnsan yerleşimleri kentsel
politikaların konusu olabildi mi? Kentsel bütünleşme yerini
kentsel parçalanmaya mı götürüyor? Kentin gelişim sürecinde yerel
yönetimler nasıl bir seyir izliyor? Soruları çoğaltmak mümkün, yine
de yanıt aranacak zeminlerin yaratılması, çözümlere ulaşılması
noktasında ciddi adımların atılması gerekiyor.
Ülkemizde
günümüze gelinceye dek, çevre, kentleşme ve insan yerleşimleri
alanında uygulama süreçlerine ilişkin temel strateji ve politikalar
yetersiz kalmıştır ve var olan politikalar da yanlışlıklar
içermektedir.
Bu konularda ülkede hukuksal
çerçeveyi oluşturan yasalar ve diğer düzenlemeler uygulamayı
yeterince yönlendirmediği gibi kendi içinde de çelişkiler
barındırmaktadır.
Bu tüzel sistemin ilgili kurumlara
verdiği görevlerde önemli yetki ve sorumluluk karmaşası ortaya
çıkmıştır.
Bu konulara farklı düzeylerde
hizmet üretmekle yükümlü olan ilgili yönetim birimleri, kurum ve
kuruluşların kendi iç yapılarında da yetersizlikler bulunmaktadır.
Özellikle,
yerel yönetimlerin çağımızın gereği, özerk ve demokratik nitelikleri
yeterince belirginleşmemiştir.
Çevre,
kentleşme ve konut alanlarına ülke çapında topyekun bir kaynak
yetersizliği olmasının yanısıra;
Varolan
kaynaklar yanlış yönlendirilmiştir;
Yatırımlar
arası eşgüdüm kurulmamıştır;
Sektörel
yatırım politikaları arasında tutarsızlıklar sürdürülmüştür.
Sağlıksız
yerleşmeler, kentsel altyapı yetersizlikleri ve doğal çevrenin
tahribatından kaynaklı sorunlar oluşmuştur.
Kentsel
rantın oluşumu, bölüşümü ve kamu yararı konularına bugüne değin
uygulana politikalar nedeniyle kentler bir paylaşım alanı olmuştur.
Bu durum ise, aslında kapitalist kent modelinin doğal bir sonucudur.
Ülkede,
günümüzde, planlamanın bilimsellikten, bütünsellikten, süreklilikten
yoksunluk ve uygulamada soyutlanmışlık gibi sorunları vardır.
Üst plan
kademeleri eksiktir.
Bütüncül
olma yerine parçacı yaklaşımlar yeğlenmektedir. Tüm bunların yanında,
planlama demokratik olmak zorundadır.
Türkiyenin
hızlı kentleşen bir ülke olduğu bilinmektedir. Ancak, kentleşme
sürecinin sağlıksız ve çarpık nitelikleri bugün kentlerin karşı
karşıya olduğu sorunlarında göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır.
1960dan 2000lere geçen süre içinde, kentli nüfus 7 milyondan 45-50
milyona yükselmiştir. Böyle büyük bir artış, kentlerde yaşayanların
kentlileşmesini değil, daha çok kırın kente taşınması sorununu
beraberinde getirmiştir. Bu arada, sanayileşme ve kalkınma,
kentleşmenin önünde değil, arkasında kalmıştır. Bu durum ise, birçok
kentsel ve çevresel sorunun da kökeni olmuştur.
Ülkemizde
kent yönetiminde ve yerel yönetimler alanında, özellikle 12 Eylül
1980 Askeri Darbesi ve takip eden yıllarda yapılan yasal
düzenlemelerle birlikte yeni ve karmaşık bir süreç başlamıştır. Bu
noktada, yerel ölçekteki kamu hizmetleri yürütülürken kamu yararı
ihmal edilmiş, yıllar içinde, kentlerin imar, planlama, altyapı,
ulaşım, çöp, su ve atık su gibi konulardaki sorunları çeşitlenmiş ve
derinleşmiştir.
Türkiyede kentsel alt yapı
hizmetleri, uzun yıllar boyunca ağırlıklı olarak merkezi bir kuruluş
olan İller Bankası kanalı ile gerçekleştirilmiştir.
1980li yıllarla birlikte, yeni
liberal politikaların bir yansıması olarak, kentsel altyapı
hizmetleri; su, kanalizasyon ve katı atık proje, tasarım ve uygulama
süreçleri yabancı firmalar, merkezi denetimden uzak olan belediye
şirketleri ya da özel kuruluşlar marifeti ile ele alınmaya
başlamıştır.
Yerelleşme ideolojisi ya da
uygulaması olarak ortaya koyulan bu sürecin sonunda, Belediye Yasası
ve Büyükşehir Belediyeleri Yasası değiştirilmiş, yeni yasal
düzenlemeler ile birlikte, tamamen Dünya Bankasının plan ve
programına uygun bir yerel yönetim anlayışı yaratılmıştır.
Bu noktada, kentsel altyapı
hizmetleri ve ağırlıklı olarak çevre mühendisliği hizmetleri, kamu
hizmeti olmaktan çıkarılarak, ticaretin konusu haline getirilmiştir.
Böylece, Dünya Bankasının hakim
yerelleşme politikaları, kentsel altyapı hizmetlerinde
özelleştirmeyi ve beraberinde uluslararası sermayenin, su konusu
öncelikli olmak üzere, bu alana girmesini sağlamıştır.
Su, kanalizasyon ve katı atık
hizmetleri olarak öne çıkan kentsel altyapı hizmetlerinin, bir
noktada özelleştirmeye ve ticarete konu olması bugün karşı karşıya
olduğumuz sorunun temeli olmakla birlikte, belediyelerin bu konudaki
bilgisizliği ve yetersizliği de ayrıca üzerinde durulması gereken
bir husustur.
Belediyeler, üstlenmekle yükümlü
oldukları hizmetleri taşeronlar eliyle yapmayı tercih etmekte ya
da zaman zaman ehil olmayan kişi ve kadrolara bu konular teslim
edilmektedir.
Örneğin,Türkiye genelinde
belediyelerin pek çoğunda çevre mühendisi bulunmamaktadır. Bu
durumda, kanalizasyon şebeke çalışmaları, su yönetimi ile ilgili
proje ve çalışmalar, atık su şebeke ve arıtım işleri, çöp yönetimi
ile ilgili proje ve uygulamalar bilgisiz ve cahil insanların elinde
kalmaktadır.
Kentsel ortamda çevre sorunlarını,
genel olarak; sağlıklı içme suyu temini, kanalizasyon ve arıtma,
katı ve zararlı atıklar (çöp), yeşil alan yoksunluğu, hava kirliliği
ve gürültü kirliliği gibi ana başlıklar altında toplamak mümkündür.
Özellikle büyük kentlerimde,
emekçi sınıfların yaşadığı semtlerde, (varoşlar) içme suyu
şebekesinin yetersiz olması sonucu, bu bölgede yaşayan insanlara
sağlıklı su verilememektedir. Yine bir çok bölgede var olan içme
suyu şebekelerinin eski ve yıpranmış olmasından kaynaklı, şebekeye
dış ortamdan sızıntılar olabilmektedir. Yeterli ve sağlıklı içme
suyunun sağlanamaması, özellikle çocuklarda bulaşıcı hastalıkların
ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Bu arada, kentlerde içme suyunun
ticari bir mal olarak algılanarak özelleştirilmesi, beraberinde bir
dizi sorunu da getirmektedir. Özelleştirilen içme ve kullanma suyu
hizmetleriyle birlikte birim fiyatlar yükselmekte ve gelir düzeyi
düşük olan kentliler şebeke suyunu, ihtiyaçları oranında
kullanamamaktadır. Sonuçta oluşacak salgınlar, sadece düşük gelir
düzeyi bulunan insanları etkilemeyecek, tüm kenti etkileyecektir. En
fazla etkilenen grubun ise çocuklar olması muhtemeldir. Bu nedenle
kentsel yaşamın temel elemanlarından olan içme ve kullanma suyu
hizmetleri, kamusal hizmet olarak korunmalı ve
özelleştirilmemelidir.
Plansız ve çarpık bir şekilde
hızla gelişen kent varoşlarında kanalizasyon sisteminin yeterli
düzeyde kurulamaması, önemli sağlık sorunlarını ve salgın hastalık
riskini ortaya çıkarmaktadır. Özellikle çocukların oyun oynadığı
bölgelerde açıktan akan kanalizasyon suları büyük risk taşımaktadır.
Katı ve tehlikeli atıklar, önemli
bir sorun alanı olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Çöplerin
düzenli olarak toplanamamasından kaynaklı bekleyen atıklar bölgede
yaşayanlar için her zaman tehdit unsuru oluşturmaktadır. Sokaklarda
kalan çöpler, düzensiz ve vahşi çöp depolama alanları halk sağlığı
açısından istenilen uygulamalar değildir. Çöplerin kent ortamından
uzaklaştırılması belirli bir atık yönetimi programı dahilinde
yapılması gerekirken, bu sürecin en önemli unsuru olan Düzenli Çöp
Depolama Sahaları ülkemizde yok denecek kadar azdır. Genel olarak
vahşi depolama şeklinde olan çöp alanları, kentlerin hızla
gelişmesiyle birlikte kentlerle birleşmekte ve büyük tehdit
yaratmaktadır. İstanbul Ümraniye Çöplüğünde geçmiş yıllarda yaşanan
felaket, Ankarada Mamak Çöplüğünün durumu, ne yazık ki , bu
alandaki idari ve teknik sorumsuzlukları ortaya koymaktadır.
Çocukların bu alanlarda oynadığı ve hatta çöplerin ger kazanılması
işlerinde gayrı resmi olarak çalıştırıldığı bilinmektedir. Yapılması
gereken, bir an önce bu alanların rehabilite edilmesi, mevzuata
uygun bir şekilde Düzenli Çöp Depolama Sahalarının yapılmasıdır.
Hava kirliliği sorunu genel olarak
düşük kaliteli yakıt kullanımı ve trafikten kaynaklanmakla birlikte,
kentlerde ısınma amaçlı doğalgaz kullanımıyla birlikte azalma
eğilimindedir. Ancak doğalgaz fiyatlarının çok yüksek olması,
özellikle gelir düzeyi düşük gecekondu bölgelerinde düşük kaliteli
kömür kullanımına neden olmaktadır.Siyasi iktidarın, yönetimde
olduğu belediyeler kanalı ile yaptığı kömür yardımları Türkiye
genelinde kentlerimizin havasını kirletmiş, hava kalitesi açısından
kent ortamları nefes alınamaz hale gelmiştir.
Hava kirliliğinin kentler içinde
bulunan tüm canlı ve cansız varlıklar üzerinde olumsuz etkileri
olduğu bilinmektedir. Ancak etkilerin en yoğun olduğu kesim;
çocuklar, yaşlılar ve solunum rahatsızlığı bulunanlar olmaktadır.
Ülkemizde, bu konuda sağlık merkezlerinde yeterli kayıt bulunmadığı
için, yeterli bilgi elde edilememektedir.
Türkiyede gürültü kirliliği
konusunda yeterli araştırma bulunmamaktadır. Kentlerde yaşayan
yurttaşlarımıza bu konuda bir eğitim verilmediği için, yurttaşların
da fazla bir şikayeti bulunmamaktadır. Gürültü kirliliğinin temel
kaynaklarını; trafik ve kent içinde bulunan sanayi tesisleri
oluşturmaktadır.
Türkiyede toplam nüfusun %80i
belediye sınırları içinde yaşamaktadır. Bu noktada, şöyle bir yorum
yapılabilir, her beş kişiden dördü belediye hizmetlerinden
yararlanmakta ve çevre sağlığı açısından belediyelerin vereceği
hizmete bağlı bir yaşam sürmektedir. Ancak, veriler ve gerçekler
başka bir durumu ifade etmektedir.
Belediyelerin %68i kanalizasyon
şebekesine sahiptir. Nüfus açısından belediye sınırları içine
yaşayanların %83ü kanalizasyon hizmeti almaktadır.TÜİK
Başkanlığının Belediye Atık Su Temel Gösterge Sonuçlarına göre;
2004 yılında, 3213 belediyeden 2226 belediyede kanalizasyon şebekesi
ile hizmet verildiği belirlenmiştir.Halen 987 belediye yani
belediyelerin %31i bu hizmetten yoksundur Son yıllarda kanalizasyon
şebekesi ile hizmet verilen belediye sayısında görece artış olduğu
görülmekle birlikte, kanalizasyon şebekesi ile hizmet verilen
nüfusun toplam belediye nüfusuna oranında benzer seviyede artış
görülmemektedir. Kanalizasyon şebekesi ile hizmet verilen nüfusun
toplam belediye nüfusuna oranı, 2001 yılında %81 iken, 2004 yılında
bu oran ancak % 86ya ulaşmıştır.
Bu arada, mevcut belediyelerin
ancak %15i atık sularını arıtmakta, alıcı ortamlara deşarj
etmektedir.Atık su hizmeti alan nüfus ise %35 civarında kalmaktadır.
Bu veri ise, atık suların büyük bir kısmının arıtılmadan, doğaya
yani denizlere, göllere, akarsulara ya da toprağa bırakıldığını
ortaya koymaktadır.TÜİK Başkanlığının Belediye Atık Su Temel
Gösterge Sonuçlarına göre; atık su arıtma tesisi ile hizmet verilen
belediye sayısı 2004 yılı verilerine göre 319 olup, atık su arıtma
tesisi ile hizmet verilen nüfusun toplam belediye nüfusuna oranı
yine 2004 verilerine göre %45dir. Ancak, Türkiye geneline
bakıldığında, 2004 yılında, atık su arıtma tesisi ile hizmet verilen
nüfusun toplam nüfusa oranı %36 olarak belirlenmiştir.Yani toplam
nüfusumuzun %64üne atık su arıtma tesisi hizmeti verilememektedir.
TÜİK Başkanlığı tarafından,
belediye teşkilatları kurulmuş olan tüm belediyelerden elde edilen
Belediye İçme ve Kullanma Suyu Temel Gösterge Sonuçları
kapsamında; 2004 verilerine göre 3213 belediyeden 3159 belediyede
içme ve kullanma suyu şebekesi ile hizmet verildiği belirlenmiş olup
halen 53 belediye bu asgari hizmetten bile yoksundur.
Öte yandan, toplam su üretiminin
bir bölümünün, fiziksel olarak, boru hatlarında ve rezervuarlarda
meydana gelen sızıntılar ve kaçaklar nedeni ile kayboluyor olması da
halen çok önemli bir sorundur.TÜİK Başkanlığı tarafından, 2004
yılında elde edilen Belediye İçme ve Kullanma Suyu Temel Gösterge
Sonuçlarına göre; içme ve kullanma suyu şebekesi için, şebekeye
çekilen ile kullanıcılara dağıtılan su miktarı arasındaki fark
alınarak hesaplanan şebeke kayıplarının ortalama %55 olduğu
belirlenmiştir.
Söz konusu kayıplar fiziksel ve
fiziksel olmayan kayıplar olarak ortaya çıkmaktadır.Tesislerin
eskiliği ve yetersizliği; belediyelerde içme ve kullanma suyu
şebekesi haritalarının olmaması ya da mevcut olanlarının sağlıklı
olmaması; belediyeler tarafından iletim hatlarında ve dağıtım
şebekelerinde gerekli bakımın ve onarımın zamanında ve yeterli
düzeyde yapılmaması; abone bağlantılarının tekniğine uygun olarak
gerçekleştirilmemesi; sızıntılardan ve kaçaklardan kaynaklanan
fiziksel su kayıplarının başlıca nedenleridir.
Üretilen suyun diğer bölümü ise
tüketilen, ancak, ölçülemeyen veya bedeli alınamayan suların
varlığından dolayı ortaya çıkmaktadır.Belediyelerdeki abone kayıt
sisteminin yeteri derecede sağlıklı olmaması; dağıtım şebekesine
giren ve çıkan su miktarının kontrolüne yönelik uygun kontrol
sistemlerinin kullanılmaması; arızalı sayaçlar; düşük tüketimlerde
sayaçların doğru tüketim miktarını belirleyememesi; kaçak
bağlantılar ve ücretsiz su sağlama gibi yasadışı yararlanmalar,
fiziksel olmayan su kayıplarının başlıca nedenleridir.
Diğer taraftan Sağlık
Bakanlığından temin edilen su kalitesi verilerine göre 2002
yılında; nüfusun %80ine su temin edilmiş il merkezlerinde
örneklerin % 13üne kadar olan kısmının standartlara uymadığı,
nüfusun %60ına su temin edilen il merkezlerinde ise örneklerin
%5inin standartlara uymadığı görülmüştür.İl merkezinde yaşayan
nüfusun %90ı için standartlara uymayan numune oranı; mikrobiyolojik
parametreler için (toplam kolibasili) %23, kimyasal parametreler
için %21 ve fiziksel parametreler için %10 olarak belirlenmiştir.Bu
değerler su kalitesine ilişkin sorunların en başta mikrobiyolojik
kirlilikten, daha sonra ise kimyasal kirlilikten kaynaklandığını
göstermektedir.
Son yıllarda özellikle büyük
kentlerimizin yüz yüze kaldığı su yoksunluğu, içme suyu şebekesine
sızıntı nedeniyle tifo salgınları, 2008 yılının bahar aylarında
Aksaraydan Konyaya Türkiyenin değişik illerinde baş gösteren
ishal vakaları, sayıları binleri geçen insanın hastanelere taşınması
ve kamu görevlilerinin bu konudaki duyarsızlıkları ve aymazlıkları
ülkemizin bu konudaki altyapı eksiklerini ve işletme-yönetme
yetersizliklerini ortaya koyan bazı örneklerdir...
TÜİKin Belediye İçme ve Kullanma
Suyu Temel Gösterge Sonuçlarına göre; içme ve kullanma suyu arıtma
tesisi ile hizmet verilen nüfusun toplam belediye nüfusuna oranı,
2004 yılı verilerine göre %42dir.Halen %58 oranında nüfus içme ve
kullanma suyu arıtma tesisi hizmetinden yoksundur.
Bu arada, Çöp Dağları
kentlerimizi tehdit etmeye devam etmektedir.Çöp yönetiminin,
bütüncül bir şekilde ele alınmaması nedeni ile çöplerin toplanması,
geri kazanımı ve geri dönüşümü, taşınması ve yok edilmesi
süreçlerinde yasal, idari ve teknik anlamda yeni düzenlemelere
ihtiyaç olduğu açıktır.Bu bağlamda, Türkiyede katı atık sorunu ya
da çöp sorunu, en önemli kentsel çevre sorunu olarak önümüzde
durmaktadır. Ülkemizde katı atık depolama tesisleri sayısı yalnızca
16dır.Katı atık bertaraf tesisleri ile hizmet edilen nüfusun toplam
nüfusa oranı sadece %23,5 dir.Her yıl miktarı milyon tonlarla ifade
edilen tehlikeli atıkların kontrolsüzce doğaya verildiği ise bilinen
bir gerçektir.Bu konuda doğal olarak herhangi bir veriye ya da kayda
ulaşmak da mümkün değildir.Ülkemizin değişik coğrafyalarında
tesadüfen bulunan gömülü tehlikeli atık varillerine her geçen gün
bir yenisi eklenmektedir.
İçinde yaşadığımız yüzyıldaki
hızlı nüfus artışı ve kentleşme, insanın doğa ile olan ilişkisinden
oluşan sistemde, yani ekosistemde; pekçok dengesizliğin doğmasına
yol açmıştır. Artan kent nüfusunun gereksindiği hammadde ve besin
üretim ve dağıtımı, ulaşım araçlarının hızla artması, sanayileşmenin
ve teknolojik ilerlemenin doğal çevre üzerinde yarattığı olumsuz
etkiler çevre sorunları adı altında toplanan, türlü sorunlara
güncel önem kazandırmıştır.
Sanayi Devriminin 19. Yüzyıl
Avrupasında yarattığı ekonomik ve toplumsal koşullar, nasıl o
günlerin bireyciliğine bir tepki olarak toplumsal politika
biliminin doğmasını zorunlu kılmışsa, 20. Yüzyılın kentleşmesi ve
teknolojik ilerlemesi de, doğal ve insan elinden çıkmış çevrenin
korunmasını, önemli ekonomik ve toplumsal sorunlar arasına
sokmuştur.
Özellikle kapitalist ülkelerde,
bireyin, kârını en çoğa çıkarmak çabası, ekonomik etkinliklerin,
toplumsal mâl oluşunu yükleyecek sorumlu bulmayı güçleştirmekte, bu
bedel çoğu kez toplumca yüklenilmektedir. Çünkü, üreticilerin, daha
doğrusu sanayicilerin, kârlarını en yüksek düzeyde tutabilmek için
sanayi artıklarını yok etmede en ucuz yöntemleri seçmeleri, çevre ve
toplum sağlığı yönünden, çevresel sorunlarla uğraşmaktan
kaçınmalarına yol açmaktadır.
Sonuç olarak, kapitalizm, bugünkü
emperyalizm aşamasında, ekolojik krizin birçok alandaki
sorumlusudur. Kentlerde bu süreçte payına düşeni fazlası ile
almıştır. Aslında, Castellsinde belirttiği gibi, ... kentsel kriz,
ekolojik sorunun temelinde yer alan üretici güçler ile üretim
ilişkileri arasındaki çelişkinin ortaya çıkardığı daha genel bir
krizin özel bir biçimidir.
Bu bağlamda, kentsel yaşam
kalitesi kavramını, özellikle Türkiye gibi kentsel sorunları kriz
noktasına gelmiş bir ülkede değerlendirmek ve yorumlamak hiç de
kolay olmayabilir. Temel insan hak ve özgürlükleri ile birlikte,
dayanışma hakları arasında sayılan çevre hakkı kavramı, ardından
kent hakkı anlayışı, çağdaş ve yaşanabilir bir çevre, planlı
kentsel mekanlar kentsel yaşamın standardlarını artırmada birer
girdi olarak ele alınabilir. Ancak, sorun tek başına iyi tasarlanmış
konutların üretilmesi ya da içme suyunun temini veya çöplerin
düzenli toplanmasında yatmamaktadır. Tüm bunların yanında veya
öncesinde kentin işlevlerini nasıl yerine getirdiği sorusuna yanıt
verilerek, kentte yaşayan insanların toplumcu bir tarzda demokratik
geleneklere sahip olmaları ile bağlantı kurulmalıdır.
Kentlerde köklü bir değişim
yaşanabilmesi, birçok kent bilimcinin de ortaya koyduğu üzere ancak
toplumcu bir kent modeli ile olanaklı görülmektedir.
Kentlerde yaşanan çevre
sorunlarının giderimi için öncelikle düşünsel bir devrimin
gerçekleştirilmesi gereği açıktır. Bu düşünsel devrim, hayatın her
alanında yaratacağı değişim ve dönüşümle birlikte,bu noktada
özellikle üretim ilişkilerini ve yaşamı dönüştürdüğü oranda, kent
kentlilere ait bir yerleşim olmaya başlayacaktır. Kentlerin,
insanların birlikte ürettiği, bölüştüğü, tükettiği ve eşitliğin
egemen olduğu, kollektif mekanlara dönüştüğü bir süreç, doğa
merkezli politika ve yaklaşımlar için de olanak sağlayacak, böylece
birçok sorunun yanında çevre sorunları da çözülebilecektir.
Bugün,dünya nüfusunun yarısını
barındıran kentlerin planlaması, mimarisi ve çevre sorunları ile
mücadele etmek ayrı bir önem taşımaktadır.Kentsel ve çevresel
sorunların çözümü, bazı çevrecilerin ileri sürdüğü gibi yalnız doğa
merkezcilikte ya da doğa romantizminde yatmamaktadır.Kentler,
sistemin yarattığı (kapitalist üretimin) sorunlarla karşı karşıya
bulunurken, bir yandan da toplumsal yaşamın vazgeçilmez unsurları
olmaya devam etmektedirler.Bu durumda, sosyalist düşüncenin ve
sosyalizme inanan insanların devrimci ekolojiyi ve kentbilimde
devrimci çalışmayı önlerine acil hedef olarak koyması gereği
açıktır.
Dr. Ethem Torunoğlu
-
Ağaoğulları, Mehmet Ali, Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge
Kitabevi, Ankara,1994.
- Aksakal
Pertev, Bir Yerel Yönetim Deneyimi, Simge Yayınevi,
İstanbul,1989.
-
Aslanoğlu, Rana, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Asa Yayınları,
Bursa,1998.
- Braudel
Fernand, Uygarlıkların Grameri, İmge Kitabevi Yayını, Ankara,
Nisan 1996.
- Castells
Manuel, Kent, Sınıf, İktidar, Çeviri: Asuman Erendil, Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara,1997.
- Çevre
Durum Raporu 2008, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Haziran 2008.
- Erder,
Sema, Göç, Yerleşme ve Çok Kültürel Tanışma, Kentte Yarılma,
Birikim Dergisi, Temmuz 1999.
- Harvey,
David, Sosyal Adalet ve Şehir, Çeviri: Mehmet Moralı ve Sabir
Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, Mart 2003.
- Gürel,
Birgül Ayman, Yerel Yönetimler Liberal Açıklamalara Eleştirel
Yaklaşım, TODAİE Yayını No: 280,Ankara, Mart 1998.
- Kartal
Kemal, Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiyede Kentlileşme,
Adım Yayıncılık, Ankara, Mart 1992.
- Keleş
Ruşen, Kentleşme Politikası, 5.Baskı İmge Kitapevi Yayınları,
Ankara 2000.
- TUİK,
Belediye İçme ve Kullanma Suyu Temel İstatistikleri, Ankara,
2004.
Not:
Teknik Emek Dergisinin Şubat-Mart 2009 Tarihli 4.
Sayısında yayınlanmıştır.
|