'Ergenekon, Uğur
Mumcu, Bülent Orakoğlu ve Bir Hezeyanlar Serenadı: İddianame!!!',
Ali Tartanoğlu
Bir başka mekanda yayınlanan bir yazıda demiştik ki "Bu AKAPE'nin hakkından biz
memleket içinde gelemeyeceğiz, bu anlaşılıyor; ama galiba memleketin dışı
yapacak bu işi
"
Biz bu yargıya, Karadeniz-Kafkasya hattındaki gelişmeler ve bu gelişmeler
karşısında Türkiye'nin içine düşürüldüğü garip duruma bakarak varmıştık.
Karedeniz-Kafkasya
Dışarısı!..
Ermenistan'a maç ziyareti
Dışarısı
Dişli'nin 1 milyon doları
İçindeki İngiliz şirketi Tesko ise bal gibi dışarısı
Dışarısı olmasa, bir milyon, on üç milyon dolar gibi paralardan söz edilemezdi
ki zaten
Gaziantep'teki, içinde yine AKAPE'li belediyenin katakullisinin bulunduğu bir
başka imar yolsuzluğu
İmar planında tarım arazisi görünen 14 trilyonluk arsanın
üç gün içinde yapılan imar değişikliğiyle iş merkezi arsasına dönüştürülüvererek
90 trilyona satıldığı
Eh o da dışarısı
Onun içinde de Lüksemburg'lu mu, Alman mı yine yabancılar var.
Hele Deniz Feneri iddianamesi
Ayan beyan dışarısı
Üstelik Alman savcılarının açtığı Deniz Feneri soruşturmasına ve onun
iddianamesine bakınca görüyorsunuz ki "dışarısı", sağ olsunlar bizim
duyarsızlığımızı telafide yarışıyor adeta. Sağ olsunlar, var olsunlar
Bir de bizim, adıyla bile köylü kurnazlığı taslayan Ergenekon iddianamesine
bakın.
İnceleyebildiğimiz kadarıyla iler tutar hiçbir yanının bulunmadığını gördüğümüz
bu ilginç belgenin amacı, sureti katiyyede demokrasi, demokrasinin güçlenmesi
bunun önündeki engellerin kaldırılıp, bu engellerin en başında gösterilen
darbelerin genel olarak önlenmesi değil.
SADECE
Evet SADECE AKAPE'yi kayırıp kollamak. Bu iddianame bizde, iddia edilmek
veya gösterilmek istendiği gibi, iktidarda hangi parti olursa olsun, yani
iktidardaki parti örneğin CHP de olsaydı, şu veya bu dozda zorlayıcı
müdahalelerle en azından yüzeysel şekli demokrasinin kesintiye uğramasını
önlemek istiyor izlenimini, asla uyandırmadı.
Özetle
28 Şubat yine bir dinci siyasi iktidara karşı idi
Bugün de AKAPE hukuki
yollardan ciddi biçimde sıkıştırılıyor.
AKAPE ve onun öncülleri ne? Modernleşmeyi, laikliği, aydınlanmayı çöpe atıp
yerine sulandırılmış, İslam'dan başka her şeye benzeyen dış güdümlü, tamamen
dışa bağlı bir rejim oluşturmak isteyenler
Karşısındakiler ne?.. Kim?
Bu projeye karşı çıkan HERKES!!!... Ordu, yargı, ana muhalefet, gazeteci, yazar,
siyasetçi, profesör, orgeneral, iş adamı
Öyleyse, Ergenekon iddianamesi mantığının, iktidarda olsaydı ve devrilmek
istenseydi CHP veya bir başka modernleşmeci, aydınlanmacı laik iktidarı da
kayırıp kollamayacağı, onun için de ekleriyle birlikte neredeyse 10 bin sayfalık
bir çırpınışı iddianame diye milletin önüne koymayacağı, böyle genel bir amacı
olmadığı o kadar açık ki
İddianame-demokrasi höykürmeleri de bu nedenle çöpe
atılıyor.
28 Şubat'ta Erbakan hükümetinin çekilmeye zorlanmasına bu kadar içerleyenlerin,
AKAPE'nin iktidardan indirilmesi olasılığına karşı bile 10 bin sayfa
celallenenlerin, bütün bunları önlemek için de anayasa değişikliği diye
çırpınanların göz bebeği dinci siyaset tüccarlarının bu değişiklikler babında 12
Eylül çavuşlarına özel koruma sağlayan 15'inci maddeyi niye hiç ağızlarına
almadıklarını hadi sormayalım.
Çünkü sorunun cevabı belli: Onlar komünizme karşı din dersini zorunlu yapıp,
Türk-İslam sentezini milli doktrin olarak milletin başına çivi gibi çakmışlar,
dincilere hemen hiç dokunmamışlardı!!!!....
Bu taifenin 12 Mart'la da hiçbir alıp veremediği yoktur. Çünkü o da dincilere
hiç dokunmamış, habire solcu kesmiştir. Bu silahlı koruma-kollama operasyonları
sayesinde bugün iktidar koltuğuna hatta Çankaya'ya tırmanabildiklerini çok iyi
bilirler, bu nedenle de 12'lere minnettardırlar
Onlar bir de 27 Mayıs'a bozulur. Ezanın Arapça okunmasına yeniden dönmeyi
sağlayan, "istesem hilafeti bile geri getiririm" diyen, Amerikancılıktaki kurucu
babaları Adnan Menderes ve şürekası ölüme mahkum edildiği için
İddianame teknik olarak da öyle ciddiyetsizliklerle dolu ki
Muzaffer Tekin'in ve eşinin, belki başka sanıkların ve yakınlarının suçlu
olmadıkları mealinde yazıp savcıya gönderdikleri mektup-dilekçelerin ek diye,
kanıt diye iddianamede ne işi olabileceğini de sormayalım. Çünkü Muzaffer Tekin,
savcıya göre baş sanıklardan biri. İddianamenin ve müstakbel yargılamanın ana
objelerinden biri
İddianameye alınmalarını anlamak imkansız olsa da bir alaka
kurmak mümkün.
Ama çok daha ilginci var. Aşağıdaki gibi bir belgenin iddianamedeki yerini
savcılardan başka anlayabilen çıkar mı acaba?
Tarih ve Toplum Dergisi'nin, Haziran 1996'da yayınlanmış 126'ıncı sayısından,
aslında daha çok Mülkiye dergisine yakışan bir yazı:
"Arap Kaymakam"lıktan "Türk Başbakan"lığa.
Yazının kahramanı, 1884 veya 85 doğumlu Sadullah Bey, o zaman Osmanlı'nın bir
vilayeti olan Libya'daki Derne eşrafından Suudzade Mebruk Efendi ile Zeynep
Hanımın oğlu. Ailesi Kuloğlu adıyla biliniyor. Büyük dedesi, Kavalalı Mehmet Ali
Paşa döneminde (1805-1849) Konya-Karaman'dan Derne'ye gelerek evlenip burada
yerleşmiş bir yeniçeri.
Baba Mebruk Efendi Derne'de yağ ticareti ile uğraşıyor. Belediye meclisi
üyeliği, belediye başkanlığı yapar. Aralarında Mustafa Kemal ve Enver Beylerin
de bulunduğu ve İtalyan işgaline karşı direnişi örgütlemek üzere Trablusgarb'e
gelen Osmanlı subayları Derne'de Mebruk efendi ile ilişkide. İtalyan işgalini
kendine yediremeyen Mebruk Efendi, Hicaz'a gidip ömrünü Mekke'de tamamlar.
Yunan mezaliminden kaçan Girit Türklerinin bir kısmı da kaçarak Bingazi'ye
gelmiş. Anne Zeynep Hanım bu Girit göçmenlerinden.
Sadullah Bey, okul çağına gelince, tereyağı ticareti dolayısıyla sık sık
İstanbul'a gelip gitmekte olan babası tarafından İstanbul'a getirilir ve burada
dönemin (II. Abdülhamit) ileri gelenlerinin çocuklarının okuduğu, Türk kültürü
ve modern bilimler öğrenerek yetiştirilip daha sonra devlet hizmetinde görev
aldığı Aşiret Mektebine kaydolur.
Ailenin hem en küçüğü, hem de zeki ve sevimli olan Sadullah Bey, Aşiret
Mektebinden sonra kaydolduğu Mekteb-i Mülkiye-i Şahane'yi de 1902 yılında
Sınıf-ı Mahsusa'dan (Özel Sınıftan) aliyyülala (pekiyi) derece ile bitirir.
Mezuniyetten sonra ilk görevi Bingazi Vilayeti Derne Kaymakamlığı nezdinde
maiyet memurluğu olan Sadullah Bey daha sonra Hassa ve Berka Nahiyelerii
Müdürlüğüne, Buldan, Pınarhisar kaymakamlığına atanır. Trakya bölgesinde ayrıca
Vize ve Saray, Maçka, Cumhuriyet'in ilanından sonra Of, Sürmene,
Konya-Kadınhanı, 1929'da yine Trabzon-Of, sonra İznik, Karacabey, Çatalca
Kaymakamlığı görevinde bulunur.
Konya Muvazzaf İdare Heyeti Üyeliğinden sonra mesleğe başlamasının 36'ıncı
yılında 1938'de Hakkari, 1940'ta ise Bingöl Valiliği'ne atanır. 21 Kasım 1941'de
yaş haddini doldurduğu için emekliye ayrılır.
Derneğin üyesi olmamakla birlikte İttihatçılarla arası iyidir. O dönemin bütün
aydınları gibi ülkenin okul, yol, köprü gibi bayındırlık hizmetleri ile
kalkınacağına inanmaktadır. Görevinden de en önemli tutkusu budur. Bir köprü
projesi hazırlayacak kadar mühendislik hesabı bilir, başka inşaat işlerine de
yabancı değildir.
Bu tutkuyla, her gittiği yerde halkı da ikna ve seferber ederek ilçenin
ihtiyacına göre ya bir okul, ya yol, ya bir köprü mutlaka yaptırmakta, gerekirse
kendisi de kazma kürek çalışmaktadır.
Bu yaklaşım, bu çalışkanlık, elbette halk nezdinde büyük bir sempati
uyandırmaktadır ama o çevrede veya hükümet merkezlerinde de (önce İstanbul Sonra
Ankara) rahatsızlık yaratmaktadır. O da bu engellemeleri aşmak için gerektiğinde
Bakanlık bürokratlarıyla tartışmakta, hatta Bakanın yakasına bile
sarılabilmektedir.
Karadeniz'de bulunduğu dönem, Kurtuluş Savaşının da devam ettiği dönemdir. Gerek
Türk gerekse azınlık çetelerin faaliyetleri yüzünden son derece kötü durumda
olan asayiş konusunda, gerekirse yanına aldığı iki jandarmayla evinin kapısını
çalıp eşkıyayı gece kıyafetiyle yere yatırıp ellerini kelepçeleyerek büyük
başarı sağlamıştır. Ama daha da önemlisi Rum Pontus çetecilerinin karargah ve
silah deposu olarak kullandıkları, bize bu boyutuyla hiç anlatılmayıp, sadece
turistik yanıyla bildiğimiz ünlü Sümela Manastırını bu çetecilerden
temizlemiştir.
İrticaın etkin olduğu Konya'da da Trabzon'daki zihniyetiyle çalışmıştır Sadullah
Bey. Orada Müslim gayrı Müslim eşkıyaya ne yaptıysa burada da cahil mürteciye
aynı şeyi yapmıştır. Kadınhanı Kaymakamlığı sırasında, çarşıda kafasında büyük
bir sarıkla dolaşıp duran ve halk arasında "Büyük Hoca" diye çok saygı gören bir
mollayı halkın ortasında önce çok sıkı bir sorguya çeker. Arapça bilmeyen adam,
ayetlerin hiçbirini açıklayamamıştır. Sadullah Bey "hem cahilsin hem bu sarığı
niye taşıyorsun" der ve adamı tokatlar. Tabi, camiden çıkan halkı zorla toplayıp
çalıştırdığı yönünde Ankara'ya şikayet edilmesi de gecikmemiştir.
Bu arada, Osmanlı döneminde İstanbul'daki, Cumhuriyet döneminde Ankara'daki
bürokrasi ağalarının önemli bir kısmının hışmını çekmiştir, cesareti,
çalışkanlığı ve başarısıyla; ama aynı nedenlerle yine aynı bürokrasiden pek çok
da takdirname almıştır.
Emekli olduktan sonra geçim sıkıntısı çekmeye başlayınca Ocak 1942'de Toprak
Mahsulleri Ofisi Çuval Bürosunda Kontrolör olarak yeniden çalışmaya başlar. Daha
sonra Çocuk Esirgeme Kurumu Müfettişliğine geçer. Bu arada çok sevildiği Trabzon
halkından gelen Demokrat Partiden Trabzon adayı olması teklifini sadık bir
CHP'li olarak reddeder. 1947'de Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan da emekli olur ama bu
kez çocuklar da iyice büyümüştür; tahsillerinin en önemli noktasındadırlar;
üniversitede veya üniversiteye başlamak üzeredirler; dolayısıyla geçim sıkıntısı
yine nüksetmiştir
Emekli Vali Sadullah Koloğlu'nun 60'ı aşmış yaşına rağmen bulduğu yeni iş inşaat
puantörlüğüdür.
Bu sırada dünyanın bir başka yerinde, o tarihten 20-30 yıl öncesine kadar bir
Osmanlı eyaleti olan Afrika'nın kuzey batı ucunda Libya Devleti'nin temelleri
atılmaktadır. Ama devletin fiili yönetim ve kontrolü İngiliz Askeri Valisinin
elindedir. Libya'nın o dönemdeki lideri Emir Sunusi ise Sadullah Bey'in babası
Mebruk Efendi'nin arkadaşıdır. Ondan Sadullah Bey hakkında birçok şey
öğrenmiştir.
Bir yandan Sadullah Bey'e bir mektup göndererek Libya'nın kuruluşunda birlikte
çalışmayı önerirken, diğer yandan da Türk Hükümetine başvurarak yeni kurulan
Bingazi hükümetinde Sadullah Bey'in de görev alabilmesi için izin ister. Bu
arada Sadullah Bey de eski mensubu olduğu İçişleri Bakanlığına başvurarak durumu
bildirmiştir zaten.
Bunun üzerine Bakanlar Kurulu 23 Ocak 1950 tarihli toplantısında Sadullah Bey'e
Bingazi'ye gittiği tarihten itibaren (daha önce, 1949 yazında gitmiştir), üç yıl
Bingazi emirliği hizmetinde çalışması için izin verir.
Sadullah Bey burada Sağlık ve İçişleri Bakanlıklarıyla Başbakanlık görevlerinde
bulunur. Bu görevleri de tıpkı kendi ülkesindeki kaymakamlık ve valiliklerde
olduğu gibi, inandığı doğrultuda yerine getiren Sadullah Bey'in üç yılı, bu kez
de İngilizlerin Libya'yı sömürge haline getirme ve onun petrolüne el koyma
emelleriyle mücadele ederek geçmiştir.
Tıpkı Türkiye'de valiliği sırasında Hakkari'ye yaptırmak istediği köprüye bir
türlü olanak sağlamayan Bayındırlık Bakanının yakasına sarıldığı gibi Libya'da
da konuşarak ikna edemediği İngiliz Vali'nin yakasına sarılmış, Sadullah Bey'in
ellerinden zor kurtulan İngiliz Vali, sıkıntısını Emir Sunusi'ye "nerden buldun
bu deliyi" diye aktarmış; onun faaliyetleri Türkiye'de olduğu gibi Libya'da da
aşiret liderlerini rahatsız etmiş, ama Emir Sunusi İngilizleri "haklısınız,
kusura bakmayın" diye oyalarken Sadullah Bey'e de bildiği gibi devam etmesi
işaretini vermiş; aşiret reislerini ise "yahu biz İngilizlere karşı bağımsızlık
mücadelesi vermiyor muyuz!? Bu Türk bu işi hepimizden iyi yapıyor işte. Daha ne
istiyorsunuz!.." diye susturmuştur.
Libya'nın 1951'de bağımsızlığını kazanmasından sonra senatör olarak Libya
meclisinde de görev verilen Sadullah Koloğlu, affını rica eder ve Kral'dan
ilerleyen hastalığının tedavisi için Türkiye'ye dönmesine izin vermesini ister.
Ne yazık ki eşyalarının hazırlanıp yüklendiği sırada, yani ülkesine dönemeden
aramızdan ayrılır.
İngilizler, sağlığında hiç sevmediği Sadullah Beye o kadar büyük bir ilgi
gösterirler; tabutu öylesine çiçek bahçesine döndürürler, bunun bir üzüntü
ilgisi mi yoksa sevinç ilgisi mi olduğu öylesine karışır ki, eşi O'nun
İngilizlerce zehirlenerek öldürüldüğünden kuşkulanmıştır.
Tarih ve Toplum dergisinde yayınlanan bu araştırmanın yazarı Mehmet Bilgin,
yazıyı şu yorumla bitiriyor:
"Emekli olduktan sonra geçim sıkıntısı çektiği günlerin ardından Libya'ya
Başbakan olan Sadullah Bey'in, öldüğü zaman şahsi hesabında sadece 45 İngiliz
lirası vardı. İsteseydi İngilizlerle anlaşıp servet edinebilirdi.
Allah
dualarını kabul etmiş ve canını bir devlet görevlisi iken almıştı.. Libya Kralı,
onun adını Bingazi'de bir hastaneye verdi ve hastanenin açılışı için Türkiye'den
çağırdığı eşi ve çocuklarına büyük ilgi göstererek İngilizlere karşı vermiş
olduğu kavgadan övgü ile söz etmişti. Sadullah Koloğlu'nun adı sadece Türkiye'de
görev yapmış olduğu yerlerde değil, bugün Libya'da bile saygıyla anılmaktadır."
Tarih ve Toplum dergisinde Mehmet Bilgin'in yazısı bu çerçevede. Biz bir özetini
yaptık.
Mehmet Bilgin'in yazısının son paragrafından öğrendiğimiz gerçek ise bizim için
çok ilginç, hoş bir sürpriz oldu. Yazının sonuna kadar idrak edemediğimiz için
de mahcup olduğumuz bir sürpriz
Mülkiyeli Sadullah Ağabey'in iki oğlu vardı. Doğan ve Orhan.
Bunlardan Doğan Koloğlu'nu sporcu ve spor yazarı bir gazeteci olarak sadece
imzalarından tanıyorum
Küçük oğul (gerçi ağabeyiyle arasında sadece iki yaş vardır ama
) Orhan Koloğlu
ise
Babası gibi "Mülkiyeli Abim" değil. Ama "gazeteci abim
" Aynı gazetede maalesef
çalışamadık. Ben bürokratlığın hayatımda önceliği alması nedeniyle gazeteciliğe
zaten hayli geç başlamıştım. Onun için tanışmamız da geç oldu. En son geçen
Haziran'da Ankara'da "Onur ödülü"nü aldığı Çağdaş Gazeteciler Derneğinin yıllık
ödül töreninde aynı masada birlikteydik. O da sonradan bürokrasiye bulaşıp
Ecevit Hükümetleri döneminde Basın Yayın Genel Müdürlüğü, yurt dışında Turizm ve
Basın ataşeliği vb. yaptığı için Ankara'da bulunmuştu. Ama o İstanbul ben Ankara
gazetecisiydik. Dolayısıyla uzaktan uzağa izliyorduk birbirimizi
Ortak buluşma noktamız ise Çağdaş Gazeteciler derneğiydi. Kitaplarını
yayınlardık, benim de dernek yönetiminde olduğum yıllarda.
Orhan Abi bir yazma ve araştırma delisidir. Altı yedi tane dil bilir.
Araştırmalarında lazım olan her dili, araştırmasına yetecek kadar öğrenmiştir.
En az on beş yıl önceydi. Derneğin Ankara Karanfil Sokaktaki Genel merkezinde
yaptığımız bir sohbette "Ölüvereceğim diye korkuyorum. Daha yazılacak şeyler
bitmedi ki
" demişti.
İşte Önce Türkiye'nin "Arap Kaymakamı" sonra Libya'nın "Türk başbakanı" olan
Mülkiyedaşımız, Sadullah ağabeyimizin, bizde yarattığı anı, duygu ve
düşüncelerle birlikte öyküsü
Evet
Şimdi dönelim yine baştaki soruya: Kim söyleyecek bu yazının Ergenekon
İddianamesinde (Ekler/ 1. DVD, 5. Klasör, s. 305-319) ne işi olduğunu?
El kaldırsın. Davanın savcıları da dahil!!!...
Zavallı Sadullah Bey
56 yıl olmuş yaşama veda edeli
Torunu yaşındaki bir savcı
tarafından çok tuhaf bir şekilde hatırlanıyor.
Ne demek istedi acaba Savcı Bey? Böyle bir yazı hangi suçun delili olacak acaba?
Yahut Sadullah Ağabey hangi suçun sanığı?...
AKAPE iktidarını devirmeye kalkışmak, bu amaçla halkı isyana teşvik, silahlı suç
örgütü kurmak filan olamayacağına göre
Sakın Türkiye'de kaymakamlığı ve valiliği sırasında halkla çok yakın ilişki
kurmasını, Maçka Kaymakamıyken Sümela Manastırını Pontus çetecilerinden
temizlemesini, Kadınhanı Kaymakamıyken koca sarıklı üçkağıtçıyı tokatlamasını;
Libya'da İngiliz emperyalistlerine karşı bir Atatürk ve Cumhuriyet kaymakamı,
valisi gibi direnmesini, yani o bağımsızlıkçı, antiemperyalist damarı suç saymış
olmasın Savcı Beyler?..
Çünkü, ne yalan söyleyelim biz İddianame'nin asıl amacının AKAPE'ye yapılacak,
yapılabilecek bir darbeyi önleme maskesi altında Sadullah Bey'in bundan 80-90
yıl önce yaptıklarını, Atatürk'ü ve yaptıklarını sorguladığı izlenimine sahibiz.
Taraf gazetesinin Ahmet'iyle Yasemin'i "Doğum tarihi 1923
Tasfiye tarihi 2008"
diye tarif ederken Ergenekon'u neyi kast ediyordu?
Evet
İddianame böylesine abesliklerle mücehhez(!)
Şimdi bir başka noktaya geçelim.
Siz haklı olarak, Ergenekon İddianamesinin müellifi diye, Savcı Zekeriya Öz ve
iki meslektaşını biliyorsunuz. Bir şey daha biliyorsunuz: Daha açıklanmadan,
hatta üstelik yayın yasağı söz konusuyken iddianameyi kitap haline getirenin
Şamil Tayyar nam gazeteci olduğunu..
Öyle değil.
İddianamenin asıl müellifi kimdir; Zekeriya Öz ve arkadaşları mı, Şamil Tayyar
mı yoksa
.
Yoksa Bülent Orakoğlu mu?
Kim Bülent Orakoğlu?
Tansu Çiller'in gözdelerinden ve Emniyet Genel Müdürü adayı. Aynı dönemin
Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı. Erdoğan'ın Ramazan Akyürek'inin Çiller
versiyonu.
Buraya kadar pek aykırı bir durum yok. Bildiğimiz bir vaziyet. Yabancımız değil.
Bülent Orakoğlu'nun bir özelliği daha var.
Türkiye'nin hızla 28 Şubat sathı mailine girdiği Çiller-Erbakan koalisyonu
döneminde bir şeyler hissedilmiş olduğundan, gazetelerde apaçık Ordu'ya karşı
devlet içinde bir başka silahlı güç oluşturmaktan söz ediliyordu. Bugünün
Ergenekon soruşturması öncesinde yaşadıklarımıza benzer tuhaflıklar yaşanıyor,
Ordu'nun içine köstebekler salınıyor, bunlardan biri de Deniz Kuvvetleri
Komutanlığında iş üstündeyken, yani bilgisayarlardan bilgi çalarken yakalanıyor
ve bu çocuğun Orakoğlu'nun adamı olduğu anlaşılıyordu. Yani bugünkü Ergenekon
ucubesinin doğum tarihini o günlere kadar uzatmak mümkün.
Bu uyanık arkadaşın kitabının adı: İhanet Çemberi: PKK'yı Yöneten Türkler
(Timas Yayınları, İstanbul 2008)
Kitabın yayınevi çok ilginç: Timas Yayınları
Biz ilk kez Metal Fırtına adlı
uçuk kitapla duymuştuk bu yayınevinin adını. Kitapta Amerikalıların, Kuzey
Irak'ta Türk ordusunu nasıl perişan ettikleri, sonra Irak işgalini bir anda
bırakıp, 130 bin kişilik bir orduyla karadan Suriye'yi bir gecede geçip, Hatay
üzerinden Türkiye'ye girdiklerini; hızla Ankara'ya ilerleyip şehri
kuşattıklarını, bu arada Meclis binasının ve Anıtkabrin havadan bombalandığını,
tam İstanbul kuşatılıp, kanlı sokak çatışmaları başlamışken, ulusalcı kahraman
Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın nasıl devreye girerek Rusları ikna edip
Amerika'ya işgali kesmezlerse olaya kendilerinin müdahale edeceği ültimatomu
verdirerek işgali durdurduğunu anlatan sevimli bir kitaptı.
Orakoğlu'nun kitabı da böyle ilginç ve sevimli. Bu açıdan bakınca Ergenekon
İddianamesinin asıl müellifi olarak Tayyar'dan ziyade Orakoğlu'nu işaret
edesimiz geliyor.
Kitap sanki birkaç kişi tarafından yazılmış; tıpkı Metal Fırtına gibi.
Bir yanda geniş ufuklu, aklı başında, ayağı yerde tespit ve değerlendirmeler
var. Geniş Ufuklu, Aklı Başında, Ayağı Yerde herkesin ifade veya kabul
edebileceği türden
Ama bir noktadan sonra bu rasyonalite öylesine sapıyor ki, Orakoğlu'nun kendinin
bile inanarak yazdığını sanmıyoruz.
Orakoğlu'nun ve Savcıların ve yandaş matbuatın deyimi olan Ergenekon'u biz de
ilk kez bundan en az on yıl önce ve ilginç bir isimden, milletvekili iken Uğur
Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu üyeliği de yapmış olan Fikri Sağlar'dan
duymuştuk.
Sovyetler Birliği'nin her hangi bir üye ülkeye saldırısı durumunda cephe
gerisinden sivillerin de dahil olduğu bir direniş örgütlenmesinin alt yapısı
olarak ABD'nin telkinleriyle NATO tarafından bütün üye ülkelerde kurulmuş, yarı
resmi bir yapı. Amerikan literatüründe bunun adı gayrı nizami harp. Türkiye'deki
yapının ilk aşamasındaki adı Seferberlik Tetkik Kurulu.
Ancak Sovyetler Birliği bir türlü saldırmıyor. Belki Amerikan deyimiyle "Hür
Dünya" da bunu biliyor ama "şeytan azapta gerek!.." Yani mutlaka bir tehlike
olması lazım. Bu, komünizmdir. Komünizmin somutlaşmış hali olan Sovyetler
Birliği doğrudan askeri gücüyle saldırmayabilir. Ama başka yollardan, içerideki
yandaşları yoluyla ülkeleri komünist yapabilir. Öyleyse bu örgütler bu tehlikeye
karşı mücadele etmeli, yerli köstebek komünistlerin faaliyetlerini önlemeli, bu
köstebekleri yok etmelidir.
Bu projenin ideolojik alt yapısından o zaman din pek belirgin değil. Daha ziyade
milliyetçilik unsuru ön plana çıkarılıp kullanılıyor. Bu en azından Türkiye için
böyle. Bu çerçevede milliyetçi olarak ülkücüler ve MHP dikkat çekiyor. Bu
unsurlar, 1961 Anayasasının sağladığı özgürlük ortamının da desteğiyle
Türkiye'de ciddi bir gelişme kaydetmiş olan sola karşı, Amerikan doktrininin
deyimiyle komünizme karşı kanlı bir mücadele için ön safa itiliyor.
Uğur Mumcu'nun yazılarında, kitaplarında bu oluşumun adı kontrgerilladır.
Amerikan terminolojisinde de bizim askeri terminolojide de kontrgerilladır.
Fikri Sağlar vb.ye göre ise NATO bütününde genel adı gladyo olan bu örgüt, her
ülkede başka ad almış, bizdeki adı da Ergenekon'muş.
Uğur Mumcu'nun deyimiyle kontrgerilla, komünizmle mücadele adı altında
Türkiye'de bizzat Uğur Mumcu'nun öldürülmesi dahil sayısız siyasal cinayete,
sosyal, siyasal gerginliğe, kargaşaya, gerginliğe yol açmıştır.
Bülent Orakoğlu da, nedense(!) komünizm, komünizmle mücadele lafını etmeden, ama
Ergenekon diyerek aşağı yukarı benzer şeyler söylüyor. O daha ziyade,
Türkiye'nin istikrarsızlaştırılması, kalkınıp güçlenmesinin, en azından bölgede,
giderek dünyada söz sahibi bir ülke olmasının engellenmesi olarak ifade ediyor
bunu.
Ama kontrgerilla değil de Ergenekon deyimini seçince işin rengi değişiyor.
Uğur Mumcu'nun Amerikan, Türk, NATO terminolojisinden aktardığı kontrgerilla çok
eski, genel ve kabul görmüş bir deyim. Başta Uğur Mumcu olmak üzere bu deyimi
tercih edenlerin söylemek istedikleri de şu. Amerika ve genel olarak Batı
emperyalizmi, o dönemde yönetimlerini, hükümetlerini, rejimlerini, siyasi,
iktisadi, sosyal gelişimini, bu gelişimin yönünü beğenmedikleri, sola,
sosyalizme kaydıklarını, daha açığı kendi çıkarlarının, yerli ve yabancı
sermayenin çıkarlarının aleyhine programların uygulandığı, gelişmelerin
yaşandığı, ulusal çıkarların, geniş kitlelerin lehine politikaların
gerçekleştiği ülkelerde en azından yönetimleri, giderek rejimleri değiştirmek
için istikrarsızlaştırma ve kaos programları uygular. Bu uygulamanın aracı da en
azından NATO üyesi ülkelerde, giderek bütün az gelişmiş ülkelerde
kontrgerilladır. Kontrgerillanın hemen bütün unsurları yerli olabilir. Ama ipler
daima dışarının elindedir. Bu amaç için kanlı toplumsal olaylar çıkarılır,
çıkmış olaylar kullanılır, dini liderler, sendika, öğrenci önderleri, aydınlar,
işçiler, siyasetçiler öldürülür, bütün bunlar bahane edilerek hükümetler
devrilir. İstenilen hükümetlerin gelmesi sağlanır. Bu amacın karşısında olduğu,
bu amaca karşı çıkabileceği düşünülen büktün unsurlar gerilla, buna karşı
mücadele edenler ve yöntem de kontrgerilladır.
Bülent Orakoğlu ve benzerleri de bu örgütün marifetlerini benzer şekilde
belirliyor. Ama çok önemli bir farkla
Ergenekon adıyla
Ergenekon Türkçülüğü, Türk'ün, bizim özelimizde Türkiye'nin çıkarlarını, bu
çıkarlara öncelik verilmesini, yabancıların, emperyalistlerin çıkarları uğruna
ulusal çıkarların feda edilmemesini çağrıştıran bir deyim.
Şimdi bu deyimin üzerine, PKK'yı da Ergenekon'un örgütleyip yönettiğini, hele
Uğur Mumcu'yu da Ergenekon'un öldürttüğünü eklerseniz, işin renginin niye
değiştiği her halde anlaşılacaktır.
Yani Bülent Orakoğlu ve şürekası diyor ki: Ulusalcılık, yurtseverlik, ulusal
çıkarlar, antiemperyalizm diye ortaya çıkanlar, tam tersine bunların hepsine
zarar vermiş, ihanet etmiştir. Bu çevrelerin yurt sevgisiyle ulusal çıkarlarla
hiç ilgisi yoktur. Onlar, tersine haindir!!!... Hattaaa
Uğur mumcu da o kadar
ulusalcı, anti emperyalist idi; ama bakın o nu da Ergenekoncular öldürdü
(Tabii, esas olarak, taa derinlerde "emperyalizmin, Amerika'nın zararı yoktur.
Tersine faydası vardır; dolayısıyla bunlara karşı çıkmak yanlıştır, hatta ülke
çıkarlarına aykırıdır, hatta ihanettir" demek istemiyorlarsa!!!...)
Oysa Uğur Mumcu'nun kontrgerilla deyiminin içinde yoğun bir şekilde Amerika,
CIA, asker var; Orakoğlu'nun Ergenekon'unda da var; ama Mumcu'nun
"kontrgerilla"sının içinde bulunan MHP, Ülkücüler, polis, MİT, Orakoğlu'nda
yok!!!...
Mülkiye'den sınıf arkadaşı da olan Güldal Mumcu'ya, hem de eşi Uğur Mumcu'nun
ölümü dolayısıyla dönemin Emniyet Genel Müdürü olarak başsağlığı ziyaretine
gittiğinde,
"- Tuğla çekiliverse duvar yıkılır.
"- E öyleyse çekin tuğlayı!?..
"- Ama o zaman ben de altında kalırım" diyen Mehmet Ağar yok.
Ağar'ın kendi imzasıyla özel kimlik verdiği, Ankara Bahçelievler'de 7 TİP'li
gencin öldürülmesi operasyonunun komutanı Abdullah Çatlı yok. Bu operasyonun
fiili katili Haluk Kırcı yok.
Oral Çelik yok.
Musa Serdar Çelebi yok.
Abdi İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca yok!
Hele
12 Eylül öncesinin ünlüüüüüü Ankara Emniyeti, onun işkence uzmanlık
merkezi ünlüüüüü DAL'ı-Derin Araştırma Laboratuarı, yani POLİS hiiiiiç yok!...
Polis, sütten çıkmış ak kaşık; zemzemde yunmuş çamaşır!..
E ne de olsa Bülent Bey de polis!..
MİT de hiiiç yok
Artı
O dönemin MHP'si ve yandaşları, Amerika'nın baskısıyla 12 Mart askeri yönetimi
tarafından getirilen Haşhaş ekimi yasağının kaldırılmasına, hatta Kıbrıs Barış
harekatına bile "Amerika'ya danıştınız mı? Danışmadan nasıl yaparsınız" diye
çığlık çığlığa karşı çıkan Alparslan Türkeş'in MHP'si.
Aynı MHP bugün de AKAPE'nin adeta gizli hamisi. Cumhurbaşkanı Gül'ün Erivan
ziyaretine karşı çıkışını, AKAPE'nin "senin Başbuğ'un da Ermenistan'ın eski
cumhurbaşkanıyla görüşmüştü" diye kafasına vuruverdiği MHP.
Evet, Amerika açısından milliyetçilik artık 70'lerdeki gibi geçer akçe
olmadığından, MHP bugün o günkü kadar muteber değil. Ama Ergenekon iddianamesine
dahil edilerek harcanmıyor da
Yani bugün tu kaka olan, MHP'nin o günkü ve bugünkü Amerikancı veya AKAPE'ci
"milliyetçiliği" değil; onun için de amblemleri, simgeleri Engenekon'dan çıkışın
öncüsü dişi kurt Asena olan MHP bugün Ergenekon iddianamesinden MUAF!!!...
Bugün tu kaka olan ise, o gün de bu gün de sömürülmekte olan ülkelerin
sömürgeliğe karşı çıkan anti emperyalist yurtseverliği, anti emperyalist
milliyetçiliği.
Çok dümdüz olacağı için Bülent Bey belki alınacak. Ama yazacağız.
Bülent Bey, fikriyatının ve kitabının bütünü itibarıyla, hele Ergenekon
İddianamesiyle yakın ünsiyeti dikkate alındığında, "antiemperyalizm vatana
ihanettir" diyor gibi geldi.
Çünkü Ergenekon deyimine ve bu adı taşıyan iddianameye
Çok sahip çıkıyor demek
bile yetersiz
Kitabı, iddianamenin adeta ön raporu, geniş bir eskizi
Adeta
Zekeriya Bey Orakoğlu'ndan, işin esasını kopye çekmiş, genişletmiş
Çünkü künyesindeki belirlemeye göre kitap Mayıs 2008'de yayınlanmış, yani yine
iddianamenin açıklanmasından çok önce, ama içindeki ifadelerden anlaşılıyor ki
yazılmaya çok daha önceden, daha Ümraniye bombaları(!) ele geçirilir geçilmez
başlanmış. Yayınlanması gecikmiş, çünkü Orakoğlu soruşturmanın gelişmelerini
görmeyi, daha çok şeyi bilmeyi istemiş anlaşılan. Gerçi hukuken soruşturmayı
İstanbul Savcılığı, başsavcının görevlendirdiği savcılar yürütüp yönetiyor; ama
buna temel olacak çalışmaların, aramaların, sorguların, el koymaların, ifade
almaların, göz altıların tamamını POLİS gerçekleştiriyor. Orakoğlu da ne de olsa
eski ve yüksek düzey bir POLİS MÜDÜRÜ!.. Hele Emniyet'teki "F Tipi örgütlenme"
iddiaları dikkate alındığında, dosyaları görmekte, tutanakları incelemekte
zorluk çekmesi beklenemez.
Orakoğlu'nun kitabı Uğur Mumcu'yla dolu. Hatta yoğun bir duygu sömürüsü var.
Sanırsınız Uğur Mumcu'nun hele "ERGENEKON" tarafından öldürülmesine fevkalade
üzülmüş, onu çok takdir edermiş!..
Hayır!
İddianamede Zekeriya Öz, kitabında Bülent Orakoğlu, Uğur Mumcuyu Yeni
Ergenekoncuların öldürdüğünü, CHP'nin ve Genel Başkan Deniz Baykal'ın da
Ergenekoncu olduğunu ima ve iddia ediyorlar. Bundan hareket eden küçük Taraf
gazetesinin küçük patronlarından Abdurrahman Dilipak'a kadar bir "yığın", büyük
bir başı bozuklukla Güldal Mumcu'ya, kocasını öldürenlerin partisinde ne işi
olduğunu sorabiliyor. Kerameti kendinden menkul bir yeni yetme siyasetçi, Ufuk
Uras, 301 değişikliğini imzalamadığı için (tamamen Yeni Şafak'ın başlığından
kopya çekerek ve bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olup, Uğur Mumcu'nun 301'in
atası 159'uncu maddeden açılmış bir davaya hiçbir zaman muhatap olmadığını
bilmediği halde) "kocasının kemiklerini sızlattı" diye kaba bir şekilde
saçmalayabiliyor.
Biz Bülent Orakoğlu'nun da bu adamlar ve kadıncıklar gibi, YAŞASAYDI UĞUR
MUMCU'YU ERGENEKON'UN "BİR NUMARASI" ilan etmekte hiç tereddüt etmeyecek
taifeden olacağına en ufak bir kuşku ne yazık ki duyamıyoruz.
Uğur Mumcu'yu elbette herkes sevmek zorunda değil. Ama hem sevmeyip hem de
öldürülmesine sanki pek üzülmüş gibi davranarak, onu Ergenekon saçmalığında
kendi kafalarına göre kullanmak istemek de hiç ahlaki değil.
Zaten Ergenekon iddianamesinde Uğur Mumcu'ya da yer verilmesinin "Bakın
Mumcu
da ulusalcı idi, yurtseverdi, anti emperyalistti, anti Amerikan'dı. Ama onu da
milliyetçi Ergenkoncu darbeciler öldürtmüş" demekten başka anlamı var mı? Veya
Uğur Mumcu'nun kendisine, "o kadar yurtsever oldun da neye yaradı? Bak
öldürüldün. Kendin ettin kendin buldun" demekten başka!!!???... Yani düpedüz
O'nu da darbeci çeteciler arasında gördüğünü ima etmekten başka!..
Sürekli Amerika diyoruz dikkat edilirse. Çünkü Bülent Orakoğlu diyor.
Orakoğlu, Ergenekon'un en başta bizzat Amerika tarafından örgütlendiğini
söylüyor.
Tamam. Uğur Mumcu da kontrgerilla için aynı şeyi söylüyordu.
Orakoğlu, altına bomba konup parçalanmadığı, yani ömrü de vefa ettiği için kadim
Ergenekon'un tasfiye edilmediğini, bugün de devam ettiğini ileri sürüyor.
Hatta diyor ki;
Her NATO ülkesinde farklı adlar alan Gladyo şemsiyeli kontrgerilla örgütleri bu
ülkelerin hemen hepsinde tasfiye edilmiş, en azından faaliyetleri
durdurulmuştur. Bu husus ilgili ülkelerin hepsinde hükümet ve/veya devlet
yetkililerince resmen açıklanmıştır. Hatta bu doğrultuda CIA raporları vardır.
Ama bir tek Türkiye'de ne faaliyetlerinin sona erdiğine hele ne de tasfiye
edildiğine dair ne Türk ne NATO yetkililerinin bir açıklaması olduğu gibi, her
iki kanat yetkilileri de bu konu üzerinde çalışan araştırmacılara en ufak bilgi
vermemişler, söz konusu CIA raporlarında da Türkiye ile ilgili bölüm siyah
boyalı olarak kapatılmıştır!!!...
Bu çok ürkütücü bir iddia
Yine Orakoğlu devamla "öyleyse bugünkü Ergenekon, dünkü Amerikan güdümlü, derin
devletler konsorsiyumu tarafından kurulan, yönlendirilen Ergenekon'un devamıdır.
Bugünkünün dünkünden farkı gibi görünen ulusalcılık, antiemperyalizm ise
palavradır" diyor
Ve bombasını şöyle patlatıyor: Bugünkü Ergenekon'un tek amacı ulusalcı,
antiemperyalist görünüp, demokratik yollardan halk tarafından seçilmiş AKAPE
iktidarını devirmektir. Tıpkı Erbakan hükümetini devirdiği gibi
Aslında tıpkı Ergenekon İddianamesi gibi Orakoğlu'nun ve kitabının, bu kadar
açık ifade edilmese de tek ve temel tezi bu!!!...
Peki de
"Velev ki
"(!) Amerika Birinci Ergenekon babası, ikincisinin de dedesi.
Ama bu ülkede altı yıldır AKAPE'nin de Amerikan çocuğu olduğu açık seçil yazılıp
çiziliyor. Buna, AKAPE beslemesi, korkağı, yardakçısı yazıcı çizici takımı
dışında AKAPE'den bile bu güne kadar dostoğru bir itiraz yükselmedi. Yükselse
bile, bunların hiç inandırıcılığı olmadı. Çünkü aynı adamlar Süleymaniye-çuval
hadisesinden sonra "Amerika'ya NOTA verecek misiniz" diye soranlara ya
"Amerika'ya nota mı verilir yav" diye büyük(!) devlet adamlığı sergilediler; ya
da "Ne notası
Müzik notası mı!!!" diye sululuk ettiler.
O zaman soru:
AMERİKA, KENDİ KURDURDUĞU ERGENEKONLARI, YİNE KENDİ YARATIĞI AKAPE'YE Mİ TASFİYE
ETTİRİYOR?!!!??!?!...
Birinci Ergenekoncular "milliyetçi"ydi, İkinci Ergenekoncular "ulusalcı".
Ne oldu ne değişti de Amerika İkinci Ergenekoncuları tasfiye etmeye kalktı?
Hadise bir kelime farkı mı? Nihayet, aynı kastın biri Arapça ifadesi, öteki
Türkçe
Demek "milliyetçi" ile "ulusalcı" arasında bir fark var!...
Nedir bu fark?
Fark şu: Birinci Ergenekoncular Amerika'ya secde edip komünist kesiyordu. İkinci
Ergenekoncular ise Amerika'ya secde etmiyor. Ortada kesilecek komünist de
kalmadı.
Ama AKAPE'ye karşı kıyam ediyorlar. Amerika ise "Komünist kesmeni ben
istediydim. Sen de kestin. Aferin. Ama AKAPE'me dokundurtmam
" mı diyor!?..
Türkeş'in MHP'sinin Amerika'ya doğrudan verdiği topuk selamını, Bahçeli'nin
MHP'si AKAPE üzerinden mi çakıyor? Bunun için mi çakıyor? Yeniden Amerika'nın
gözüne girmek için mi çakıyor? "AKAPE'den istediklerini ben ondan iyi yaparım"
mı demek istiyor. Zekeriya Öz'ün iddianamesinde, Bülent Orakoğlu'nun kitabında
bunun için mi MHP'ye hiç toz kondurulmuyor?.. Bahçeli, 22 Temmuz seçimlerinin
hemen öncesinde, Aksaz'daki NATO Deniz Üssünü protesto eden Marmaris İlçe
Örgütünü bunun için mi derhal feshetmişti?
Helal olsun MHP'ye de, Zekeriya Öz'e de, Bülent Orakoğlu'na da!!!...
Orakoğlu sürekli askere vuruyor.
Polis ve MİT pirü pak!...
Orakoğlu da, onun hocalık, öncülük ettiği İddianame de Birinci Ergenekon'un da
İkinci Ergenekon'un da altında "asker" olduğuna tereddütsüz iman etmiş.
Kıbrıs konusunda susup "bizim her konuda konuşmamız doğru olmaz. Bu siyasi bir
konu" diyip siyasi saymadığından olsa gerek AB konusunda bülbül gibi konuşan
Hilmi Özkök Bey'e "Ya sus, ya tam konuş" diye seslenmiş, epey kahırlarını çekmiş
"Ordu 12 Mart ve 12 Eylül'de Atatürk'ün ordusu değildi; Amerika'nın ve
sermayenin tetikçiliğini yapmıştır" dediğimiz için, KOÇ Holding danışmanı Emekli
Org. Kemal Yavuz Beyi epey kızdırmış bir kalem emekçisi olarak bu konuda Bülent
Bey'in derslerinin bize pek fazla bir bilgi katkısı olmaz.
Ama el insaf
Aynı Ordu 12 Mart ve 12 Eylül'de Amerika'nın, sermayenin, Batı emperyalizminin
"our boys"u idi. Ne oldu da 28 Şubat'tan sonra birden tasfiyesi, haddi
bildirilmesi gereken bir şeytan haline geldi?
Diyor ki, demeye getiriyor ki Orakoğlu: MGK Toplumla İlişkiler Başkanı bir
albay, Brüksel'e gidip PKK'nın Avrupa temsilcisiyle görüşmüştü. Bu nasıl olur?
Bu ihanettir
Alçaklıktır
Pek bayıldığı AKAPE'nin PKK politikaları çok mu farklı? Bizzat MIT Müsteşarı
gidip hem İmralı'daki Öcalan'la, hem Kuzey Irak'taki Talabani-Barzani ikilisiyle
görüşmedi mi?
Ona bakacak olursa Marksist Kürt teröristlere karşı Müslüman Kürt terörist örgüt
üretiminin de bir devlet marifeti olduğuna bugüne kadar kim itiraz etti?
Bütün bunlar bizim de aklımızın almadığı şeyler; gerçi bizim aklımızın almaması
normal; biz öyle yüksek polis, yüksek istihbaratçı değiliz, böyle yüksek devlet
sorumlulukları almadık.
Ama Orakoğlu gibi birisi buna niye bu kadar şaşıyor? Daha da önemlisi niye başka
devlet birimleri yapınca değil de sadece asker yapınca çığlık atmaya başlıyor?
Güneydoğu'da emniyete bağlı özel timler de çalışmıyor mu? PKK boşuna mı polis
lojmanlarına, karakollarına da saldırıp duruyor? Gaffar Okkan'ı kim öldürdü?
Emniyet teşkilatı bütün bunlara karşı eli kolu bağlı oturup duruyor mu?
"Yeşil" kim?
Mehmet Ağar Abdullah Çatlı'ya, devletle hiçbir alakası olmadığı halde niye kendi
imzasıyla devlet kimliği vermişti? Benzer bir amaçla değil mi?!..
Daha hoş bir örnek verelim.
12 Eylül öncesinde "polis"in en büyük marifetlerinden biri, Mahir Kaynak gibi
"provokatör ajan"lar kullanmak değil miydi?
Neydi bu ajanlar, ne yapardı?
Kitle eylemlerine en ön safta, hararetli biçimde, kraldan çok kralcı bir aşırı
tavırla katılır, diğer eylemcileri kışkırtır, olay, çatışma çıkmasını, sonra da
o eylemcilerin yakalanmasını sağlardı. Tabi ilk anda kendileri de yakalanırdı;
ama mahkemeye "Rufailerden" gelen bir yazıyla onlar sıyrılırdı işin içinden.
Orakoğlu da Şafak Bildirisi davası dolayısıyla Öcalan için benzer şeyi
söylemiyor mu?
Sonra
Sürekli atıfta bulunduğu Mumcu da, Orakoğlu'nun kendisi de, hatta bizzat Öcalan
da PKK'yla ve kendisiyle ilgili olarak doğrudan MİT'e gönderme yapıyor.
Orakoğlu, Öcalan'ın, 1996'da yayınlanan bir kitabında "Kürt partisini MİT'e,
devlete kurdurdum. Kürt devletini de Türk devletine kurduracağım. Onlar beni
değil ben onları kullanıyorum. Ben MİT'e dayandım ama bu amaçla dayandım
"
dediğini aktarıyor.
Hiç askerden söz eden yok.
Ama PKK'yı, çekirdeğinde Ordunun da bulunduğu Türk derin devletinin de dahil
olduğu, Orakoğlu'nun deyimiyle "bir derin devletler konsorsiyomu"nun
kurdurduğunu, cerbeze halindeki bir tarikat müridi gibi durmadan tekrar etmekte
sakınca görmüyor Orakoğlu da, ondan mülhem İddianame de
Niye?
Niye ille de tu kaka asker?
Orakoğlu, devlet içinde, başbakanlar dahil (başta Özal'dan söz ediyor) başka
odakların "akan kanı durdurmak amacıyla" PKK ile temas aradığını, ateşkes
arayışına girdiğini kabul ediyor.
Ama ona göre bunun sakıncası yok. Çünkü onların yaptığı "akan kanı durdurmayı"
amaçlıyor. E, Bülent Bey de pek yufka yüreklidir, dolayısıyla bunu onaylıyor
sessizce.
Onu rahatsız eden, aynı tavrın askerler tarafından gösterilmesi. Askerlerin, kan
ve can veren askerlerin "akan kanı durdurmak" istemediğine niye bu kadar iman
ettiyse, Orakoğlu çatlıyor ortasından: Asker bunu nasıl yapar!!!...
Askerin ateşkes için PKK ile temas ettiğini 1997'de Emniyet İstihbarat dairesi
(yani zat-ı alileri Bülent Bey) ispat etmiş
Zaten 1999'da yakalandıktan sonra
da Öcalan bunu itiraf etmiş. Askerler de buna çok sinirlenmiş. Onların
baskısıyla görevden alınmış, yargılanmış.. Bereket versin "adalet tecelli" etmiş
de beraat etmiş!!!...
Anlamak mümkün mü?
Fiil ne? Akan kanı durdurmak amacıyla, ateşkes sağlanması için PKK ile şu veya
bu şekilde temas etmek!..
Ama bunu "sivil" olan polis, MİT yaparsa, siyasiler, başbakanlar, Özal, Erdoğan
yaparsa bu pek hümanist bir tavır; askerler yaparsa gizli raporlarla devletin
her makamına bildirilecek çok büyük bir suç. İhanet suçu!.. PKK'yı Yöneten
Türkler!...
Açıkça yazıyor Orakoğlu: "28 Şubat sürecinde Emniyet İstihbarat Dairesi'nin
üzerine gelinmesinin en önemli nedeni, bu dairenin Öcalan'ın askeri
bağlantılarını ortaya çıkarmış olmasıydı
" (s.72)
"Pes" az gelir; reklamdaki tavuğun Recep'i gibi "yuhhhh!" demek lazım.
Ateşkes için PKK ile temas kurmak suç ise, ihanet ise, niye Özal veya Erdoğan
veya "Amerika bölgede bir Kürt devleti Kurmak isterse, biz buna karşı koyamayız"
diyen Demirel hain değil de asker hain!?!?... Bir numaralı PKK hamisi Talabani
ve Barzani'ye, belki hala geri alınmamış olan TC damgalı kırmızı pasaportları da
Özal vermemiş miydi?..
Şimdi Öcalan'la İmralı'da görüşen MİT müsteşarı da "hain" olmuş oluyor.
Anlaşılıyor ki Bülent Orakoğlu'nun en büyük yarası, tam vatana çok büyük bir
hizmet yaptığına inandığı ve bunun karşılığında en azından genel müdürlük
beklediği sırada görevden alınıp yargılanması
Bunun düş kırıklığı ve öfkesi!..
Nitekim bir yerde kendini tutamayıp çıkarıyor baklayı ağzından: "Allah nasip
edip meclise girince, yahut yüksek bir göreve gelince bunları çok daha
ayrıntıyla açıklayacağız
"
Sen çok yaşa Bülent Orakoğlu!..
Mamafih üzülmesin. Savcı Zekeriya Bey önemli ölçüde kitabından esinlenerek,
Orakoğlu'nun beklediği iaedi itibar sürecini başlatmış sayılabilir. Allah
arkasını da getirir inşaallaaaaah!!!...
Zaten Orakoğlu da durmadan AKAPE'ye, Erdoğan'a, Erbakan'a, Çiller'e hamdü
senalar ederek, naatlar düzerek elinden geleni yapıyor maaaaşallaaaah
Ancak
Zekeriya Bey manevi yol göstericisinin maksadını biraz, hatta epeyce aşmış
görünüyor. Çünkü tepesinden Orakoğlu'ndan çok daha büyük bir sopa var:
Ankara-Bakanlıklar'da mukim Böyyük Başsavcı!!!...
Böyyük Başsavcı "yürü" dedikçe Savcı Bey de koşmak zorunda kalmış. Sopa Böyyük
Başsavcı olunca, iddianame ister istemez genel olarak darbeleri önleyip
demokratik huzuru sağlamaktan, hatta özelde sadece AKAPE'ye karşı mutasavver bir
darbeyi önlemekten çıkıp, Cumhuriyetle hesaplaşmaya dönmüş. İddianame iddianame
olmaktan çıkmış, ideolojik bir doktora tezine, hatta Savcı Bey'in kişisel
entelektüel arşivine dönmüş.
Hedef doğrudan "Cumhuriyet" olmuş.
Orakoğlu'nun kitabında bu kadar büyük bir gözü karalık olduğunu söylenemez.
Ama olur böyle şeyler. Bazen, hatta sık sık boynuzlar kulağı geçer.
Kısaca Ergenekon iddianamesi, böyle bir belge. Orakoğlu ne kadar tutarlıysa,
iddianame adlı belge de o kadar tutarlı.
Nitekim garip şeyler olmaya başladı. Adliye vekili, Ergenekon Savcıları
hakkındaki iddia, şikayet ve suç duyurularının toplandığını ve müfettişlerin
inceleme başlattığını beyan etmiş. Ergenekon Savcısı da Van savcısının akıbetine
uğramasın?!..
Demek ki, büyük güçlere güvenerek gerdeğe girmemek lazımmış!!..
TransAnatolie Tour
|