Türkiye ve Dünya Gerçekleri

TransAnatolie Welcomes You  to Turkey

 

Terör ve iktidar


 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

 

 

 

 

Up

Terör, AKP, TSK, Irak, AB ve ABD

   

 

Terör, AKP, TSK, Irak, AB ve ABD

 

Terörle Mücadele İçin İlk Koşul: ‘Miillî Hükümet’

 

‘Çok güzel hareketler bunlar…’

 

Ahmaklık mı, Alçaklık Mı?

 

‘Kıymetli Genelkurmay Başkanımız’ Neden Susuyor?

 

Barzani ve Kukla Devlet Konusundaki Suskunluk Neden?

 

Körler Sağırlar Birbirini Ağırlar

 

Askerin Sorumluluğu!

 

Yetki ve Sorumluluk

 

Neden Birlik Olalım!

 

 

 

Terörle Mücadele İçin İlk Koşul: ‘Miillî Hükümet’  

 

Televizyonda haberleri izliyorum. Başbakan Diyarbakır'a gitmiş ve Başbakan'ı Diyarbakır'da PKK karşılamış!

 

Evet, şaka değil, Başbakan'ı Diyarbakır'da PKK karşıladı!

 

Terör örgütünün tehdidiyle kapatılmış dükkânlar, güvenlik güçlerine saldıran "gösterici" denilen teröristler, yollarda kurulmuş barikatlar, yakılan lastikler ve her tarafta toplanmamış süprüntüler, çöpler… Herhalde Başbakan'ı en çok bu çöpler rahatsız etmiş olacak ki, çöplerin yarattığı pisliği eleştiriyor, "belediyenin çöp kamyonu yok mu?" diye soruyor Erdoğan?

 

Türkiye'nin Başbakanı'nın yaşananlara hangi kafa yapısı ile baktığının veciz ifadesi budur bu soru. Oysa birkaç yıl önce ne diyordu Başbakan?

 

"Diyarbakır'ı BOP'un yıldızı yapacağız."

 

İşte Recep Tayyip, al sana "yıldız"! Artık o "yıldızı" nerene takarsın, o da senin bileceğin bir iş…

 

Hükümet içeride PKK'nın yasal uzantıları ile gayri resmi müzakerelere başlamış, Kuzey Irak'ta da Barzani ile pazarlığa oturmuştur! Barzani, görüşme sonrasında "duvarları yıktık" diyor. O yıkılan duvarlar altında kalan Türkiye'nin bütünlüğüdür, bu milletin birliğidir!

 

Bağdat'ta Barzani ile görüşen Türkiye temsilcisi, "uzun bir süredir beklediğimiz bir buluşma idi bu…" diyor görüşme öncesinde, basına poz verirlerken... İçinde biraz yurtseverlik duygusu, bir parça ulusal hassasiyet olan insan, şu sözler karşısında kahrolur! Barzani lütfetmiş ve Türkiye'nin "uzun süredir beklediği görüşme" gerçekleşmiş sanki! Manzara bu…

 

PKK'nın yasal uzantısı DTP'nin Genel Başkanı Ahmet Türk ise, parti ileri gelenleri ile beraber Diyarbakır'dan meydan okuyor Türkiye'ye… "Sayın Öcalan'a İmralı'da fiziksel şiddet" uygulanmasına tepki gösteriyorlarmış! Türkiye, 1980'de "Kürtlere sosyal siyasal, ekonomik soykırım uygulamış" da PKK ondan ortaya çıkmışmış!

 

Soykırım uygulandığı için mi, Diyarbakır'da çıkıp konuşabiliyorsun şimdi? Bu toprakların gördüğü soykırımcı tek bir örgüt vardır: PKK… Kurulduğundan beri "ölüm tarlaları" ile donattı Doğu'yu? Şimdi hangi soykırımdan bahsediyorsunuz utanmadan?

 

İşte Türkiye'de "demokrasi" böyle bir şey… Her türlü "özgürlük" var sözde "demokratik" rejimde… Ülkeyi bölme, milleti aşağılama, teröristi kutsama, yalan, dolan, soygun, talan… Ama yoksul çiftçi Başbakan'a derdini anlatmaya kalktı mı, "ananı da al git, hadi oradan…"

 

Bu ülkede hiç kimsenin bölücü terör destekçileri kadar özgürlüğü yoktur! Böyle bir düzen de dünyanın hiçbir yerinde yoktur!

 

Ne yazık ki Türkiye bütün bunları seyrediyor! Millet, akşam televizyonun karşısına geçiyor, ilgisizler boş gözlerle seyrederken olanları; kahrolanlar, kızanlar ancak küfür ediyor, isyan ediyor, kendini yiyip bitiriyor. Sonuç, sıfıra sıfır, elde var sıfır.

Bu ülkenin Başbakan'ı bile, Diyarbakır'a gittiğinde elini kolunu sallayarak rahat rahat dolaşamıyor sokaklarda… Ama terör örgütünün yasal uzantıları Ankara'da, (sadece Ankara'da mı Türkiye'nin her yerinde) ellerini kollarını sallayarak rahat bir şekilde dolaşıyor, milleti kışkırtıyor.

 

Bu mu demokrasi?

 

Bugün hiçbir parti Şırnak'ta, Silopi'de, Hakkâri'de ve benzer güneydoğu illerinde ve ilçelerinde özgürce siyasal faaliyette bulunamaz. Ama terör örgütünün yasal uzantıları, Cumhuriyet'in sağladığı bütün imkânlardan yararlanıyorlar o cumhuriyeti yıkmak, ülkeyi bölmek için…

 

Bu mu demokrasi?

 

Bu şekilde teröre karşı başarı sağlanır mı? Devlet, devlete yakışır şekilde davranmazsa onun iktidarının ve saygınlığının bir ağırlığı olur mu?

 

AB önerileri ve reform paketleriyle, sözde "demokratikleşme" çerçevesinde yapılan açılımlarla işte gelinen nokta budur.

 

Terörle gerçekten mücadele etmek mi istiyorsunuz? Ülkenin bütünlüğü, milletin birliği bozulmasın mı istiyorsunuz?

 

O zaman öncelikle terör örgütünün yasal uzantılarına karşı gerekli önlemler ve tedbirleri ivedilikle alacaksınız. Demokratik sistem içinde yasal imkânlardan yararlanarak faaliyet gösteren, ama PKK terörü karşısında en azından bir kınamada bile bulunmayanların yasal imkânlardan yararlanma hakları olamaz. Zaten bu saatten sonra herhangi bir kınamanın da hiçbir anlamı, önemi ve inandırıcılığı yoktur. Terörü meşru görenlerin, ne TBMM'de ne de demokratik siyasal sistem içinde yeri olamaz. Yasal yollardan bölücülük propagandası asla kabul edilemez. Türkiye Cumhuriyeti'ne meydan okunan yerde, OHAL'sa OHAL, Sıkıyönetim ise Sıkıyönetim…

 

Barzani ile görüşmelere bir an evvel son verilmelidir. Barzani ile PKK bir madalyonun iki yüzüdür. Barzani ve Talabani'nin Kuzey Irak'taki kukla devletinin altyapısını inşa eden Türk şirketleri en kısa zamanda geri çekilmelidir. Kuzey Irak'a tüm giriş ve çıkışlar kapatılmalı, ekonomik ambargo uygulanmalıdır. Kuzey Irak'ın Türkiye üzerinden dünyaya açılması mutlak surette engellenmelidir. Kuzey Irak'taki Kürt gruplarının Türkiye'deki temsilcileri de en kısa sürede sınır dışı edilmeli, temsil büroları kapatılmalıdır. O zaman PKK'ya karşı mücadele için aynı masanın başına oturup Barzani'yi ikna etmenize gerek kalmayacaktır!

 

PKK'ya çeşitli şekiller altında destek veren ülkelere en sert şekilde uyarılarda bulunulmalı ve gerekirse diplomatik ilişkiler bir alt düzeye indirilmelidir.

 

İncirlik üssü en kısa sürede kapatılmalıdır.

 

Bütün bu girişimlerin bir adım daha ötesinde, Kuzey Irak'tan ülkemize yönelik her terörist saldırıya karşılık gerekirse Kuzey Irak'taki önemli yerleşim birimlerine yönelik misillemede bulunulmalı, buradaki otorite sahiplerinin PKK terörüne destek olmalarına bu şekilde yanıt verilmelidir.

 

Kısacası şu veya bu şekilde PKK terörünü destekleyen veya göz yumanlar, Türkiye ile PKK arasında bir seçim yapmaları gerektiğini artık anlamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti emperyalizmin kucağına oturarak kurulmuş bir kabile devleti değildir. Binlerce yıllık devlet geleneğine sahip, antiemperyalist bir ulusal bağımsızlık savaşı ile kurulmuş büyük bir devlettir. Bu gerçek, unutan herkese eylemli olarak hatırlatılmalıdır.

 

Cumhuriyetin varlığı, ülkenin bütünlüğü, milletin birliği her şeyin üstündedir. Demokrasi, bu değerlere hizmet için vardır, yok etmek için değil!

 

Peki, bunları kim yapabilir?

 

İngiliz Bakanlarla, Nakşibendi müritleriyle, deliğe süpürülmeyip kullanılanlarla bu işin olmayacağı artık ortaya çıkmıştır. Türkiye'nin eksiği bir milli hükümettir.

 

Asıl sorun budur.

 

 

‘Çok güzel hareketler bunlar…’

 

General Ray Odierno, Türkiye'ye geldi.

 

Şimdi, "kim bu kefere?" diye soracaksınız.

 

Vatan gazetesi (25.10.2008) "Çuvalcı Paşa" diye başlık atmış, bilmem bu sorunuza yanıt olur mu?

 

2003'te Süleymaniye'de Türk askerinin kafasına çuval geçiren ABD Kuvvetleri'nin komutanı bu Odierno! İşte bu general, şimdi Türkiye'ye teşrif ediyor ve Org. Hasan Iğsız ile görüşüyor!

 

Org. Iğsız, Genelkurmay İkinci Başkanı olan komutanımız… Hani, Aktütün baskınından sonra yapılan basını bilgilendirme toplantısında sözde "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi"nin terör örgütüne yol, hastane gibi imkânlarını sunduğunu ve Türkiye'nin terörle mücadelesine de destek vermediğini söyleyen komutanımız…

 

Ne konuşmuşlar Çuvalcı Paşa ile Org. Iğsız?

 

Ben de gazetenin yalancısıyım, görüşmenin konusu "terör örgütü ile mücadele" imiş!

 

Bir yanda terör örgütüne sözde "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi"nin destek verdiğini söyleyen komutanımız, diğer yanda Kuzey Irak'taki bu maşalara her türlü desteği veren "stratejik müttefikimiz" ABD'nin generali!

 

Görüşme konusu da "terör örgütü ile mücadele…"

 

Peki, çuvallar nerede?

 

Skeç gibi vallahi!

 

Türkiye, bir "ilk"e daha tanık oldu böylece!

 

"İlk"ler sadece bundan ibaret değil ama! Genelkurmay Başkanımız da pazartesi günü yine bir "ilk"i gerçekleştirip Bakanlar Kurulu'na "terörle mücadele" konusunda bilgi verecekmiş!

 

Bildiğim kadarıyla terörle mücadele konusu zaten Milli Güvenlik Kurulu'nun her toplantısında konuşuluyor. Başbakan ve Başbakan Yardımcıları'ndan başka, Dışişleri, İçişleri, Milli Savunma ve Adalet Bakanı da MGK üyesi… Ayrıca Genelkurmay Başkanı da bağlı olduğu Başbakan ile istediği zaman görüşebiliyor.

 

O zaman pazartesi günü yapılacak toplantının anlamı nedir? Milli Güvenlik Kurulu'nun zaten üyesi olan bakanların dışındaki Bakanlar Kurulu üyelerini bilgilendirmek için mi yapılıyor bu toplantı? Örneğin Tarım Bakanı, Sanayi Bakanı vb… Yoksa bir anlamda görünüşü kurtarmaya, hükümet-asker ilişkisinin ılımlılığını göstermeye mi hizmet ediyor? Terörle mücadele konusunda asıl yapılması gerekenler yapılamadığı için, aslında bir anlamda havanda su dövülerek oyalanılıyor!

 

Kısacası, Çuvalcı Paşa ile yapılan görüşmeler de kendini BOP eş başkanı ilan edenlere verilen brifingler de "çok güzel hareketlerdir", o kadar!

 

O zaman ortadaki tabloya bir de başka boyuttan yaklaşalım. Madem Genelkurmay Başkanlığı "ilk"leri gerçekleştirmek konusunda bu derece kararlıdır ve her fırsatta bir "ilk"i daha gerçekleştiriyor, benim de naçizane bir talebim olacak Sayın komutanlarımızdan… Ordumuz yıllardan beri savaşıyor. Ülkemizi bölmek isteyen hainlerle mücadele ediyor. Binlerce evladımız şehit oldu bugüne kadar!

 

Acaba Genelkurmay Başkanlığı bir "ilk"e daha imza atıp, bu şehit olanlardan yüzde kaçının siyasetçi, bakan, milletvekili, yüksek asker-sivil bürokrat ve işadamı çocuğu olduğunu açıklayabilir mi? Hatta şehit olanlardan da vazgeçtim, doğu ve güneydoğuda askerlik hizmetini yapanların acaba yüzde kaçını oluşturmaktadır, bu siyasetçi, milletvekili, bakan, yüksek asker-sivil bürokrat ya da işadamı çocukları?

 

Eğer bunu hesaplamak zorsa, askeri dinlenme tesislerinde, kamplarda, orduevlerinde ya da büyükşehirlerdeki karargâhlarda askeriliğini yapanlar arasında, bu saydığımız kesimlerin çocuklarının oranı nedir, bunun açıklanmasına da razıyım.

 

Asıl "çok güzel hareket" böyle bir "ilk"e imza atmak olacaktır!

 

 

Ahmaklık mı, Alçaklık Mı?  

 

Şimdi birileri çıkıp "TSK, terörle mücadelede başarısızdır. Hem de 23 yıldır böyledir bu" dese, kim bilir ona neler söylenir?

 

"Başarılı olsaydık, bu mücadele sürecinin bugünlere gelmemesi lazımdı. Başarısızlık tamam, ama son bir yıl için söylemiyorum, 23 yıllık süreci kastediyorum. Bu alanda adım atmamız gereken konu var."

 

Bahsedilen veremle mücadele değil, terörle mücadeledir.Bu sözleri söyleyen de, o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan şimdinin Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ…

 

Tarih: 7.10.2007

 

Yer: Diyarbakır...

 

Şimdi birileri çıkıp "TSK, terörle mücadelede başarısızdır. Hem de 23 yıldır böyledir bu" dese, kim bilir ona neler söylenir, neler?

 

Ne hainliği kalır, ne alçaklığı, ne de yavşaklığı...

 

Oysa Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, "Bu mücadele sürecinin bugünlere gelmemesi lazımdı. Başarısızlık tamam…" diyor ve ekliyor: "23 yıllık süreci kastediyorum."

 

Ne var ki daha ilginç olanı Genelkurmay Başkanı'nın yaklaşık bir yıl önce yaptığı bu değerlendirmede, "Bu alanda adım atmamız gereken konu var" demesidir.

 

Acaba hangi konudur o "adım atmamız gereken"?

 

Gazeteci Fikret Bilâ bu sözleri şöyle değerlendirmiş bir yıl önceki yazsısında:

 

"Bu sözleri analiz edersek ortaya iki sonuç çıkıyor:

 

1.PKK ile sadece askeri mücadele, sorunu çözmez. Bu mücadelede ne kadar başarılı olursanız olun, örgüte katılım devam ettikçe sıfırlanması mümkün değildir.

 

2. Katılımın engellenmesi için bunu besleyen koşulların düzeltilmesi gerekir ki, o da ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi alanların konusudur. Bunu yapması gerekenler de siyasilerdir.

 

Org. Başbuğ'un tüm devlet adına yaptığı özeleştirinin üzerinde durulması gerekir." (Milliyet, 7.10.2007)

 

 

İşte Genelkurmay Başkanı'nın "devlet adına yaptığı özeleştirinin" üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı D.M.M. Fırat, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile buluşuyor ve ona

 

"PKK ile aranızdaki ilişki biçimi, Başbakan'ın sorunun çözümüyle ilgili olarak açılım yapmasını engelleyen bir etmen. Biz, sizin PKK'yı bir terör örgütü olarak görmenizi istiyoruz. Ancak isteklerle, gerçekler farklı. Bunu da biliyoruz. PKK'yı bir terör örgütü olarak tanımlamanın sizin için imkânsız olduğunu biliyoruz. Bu noktada DTP'nin en azından bazı konularda daha hassas davranmasını bekliyoruz."  (Vatan, 19.10.2008)

 

diyor.

 

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ise Fırat'a, sorunun çözümünde "Demokratik ve kültürel hakların verilmesi" gerektiği uyarısında bulunuyor, "PKK'lıları dağa çıkartan gerekçeler ortadan kaldırılmadığı müddetçe sorun çözülmez." diyor. DTP'liler "Genel Af" seçeneğinin de düşünülmesi gerektiğini" vurguluyorlar.

 

 

Bütün bu tablo bize neyi gösteriyor?

 

Türkiye Cumhuriyeti, PKK'nın yasal temsilcileri ile müzakereleri başlatmıştır! Dahası, bu görüşme yapılırken Dışişleri yetkilileri de Barzani ile masaya oturmuş, Kuzey Irak'taki ABD'nin maşası kukla devleti fiilen tanımıştır!

 

Kimse söylenenlere kanmasın, kuru gürültüye pabuç bırakmasın… Pazarlığın konusu TÜRKİYE'dir!

 

"Bilmeyen ahmak, bilip de söylemeyen alçaktır."

 

Şu pazarlıklar karşısında susan ve tepkisiz kalan asker ya da sivil herkes, artık ahmak değil ALÇAKTIR!

 

 

‘Kıymetli Genelkurmay Başkanımız’ Neden Susuyor?

 

Diyeceksiniz ki "ne susması, işte konuştu ya Balıkesir'de… Taraf gazetesine ve malum medyaya hak ettiği yanıtı verdi, daha ne desin?"

 

Oysa Genelkurmay Başkanı'nın görevi Taraf ya da başka türden gazetelerle laf yarıştırmak mıdır? Dahası gazeteci milletinin işi budur zaten. Ertesi gün, Ahmet Altan'ın yaptığı gibi o da sana bir cevap verir, hatta "haddini bil" gibi laflar ederek seni kışkırtan bir üslup kullanır! Sonra? Genelkurmay Başkanı, Ahmet Altan'a yine yanıt mı verecek?

 

Verse bir türlü vermese bir türlü…

 

Susarsa, haddini bilmiş mi olacak?

 

Konuşur da yanıt verirse, Türk ordusunun komutanı "ne idüğü" ortada olan bir gazeteci müsveddesi ile böyle atışmaya nereye kadar devam edecek?

 

Genelkurmay Başkanı konuşması gereken konularda değil de muhatap almaması gereken kişilerle konuşuyor!

 

"Bugün PKK ile Barzani bir madalyonun iki yüzüdür" desem, bu görüşüme içinde biraz yurtseverlik olan kim karşı çıkabilir?

 

İşte Barzanicilerin yayınladığı haritalar ortada, bu alçakların Türkiye hakkındaki düşünceleri de ortada...

 

Oysa Türkiye'yi sözde yöneten siyasi iktidar bu adamlarla masaya oturdu, diplomatik görüşmeler başlattı. Süreç, tıkır tıkır işliyor. Uluslararası İlişkilerden biraz anlayan biri, bu alanda girilen yoldan öyle kolay kolay geri dönülmeyeceğini, verilen tavizlerin yarın "ben oynamıyorum artık, verin misketlerimi..." diyerek geri alınamayacağını çok iyi bilir. Kısacası dış ilişkilerde atılan adımlar hükümetleri değil, devleti bağlar! Bugün de devlet, Kuzey Irak'taki emperyalizmin maşası kuklaları fiilen tanımıştır, resmi tanıma da yakındadır. Gül pek yakın bir gelecekte, Ermenistan'dan sonra, Erbil'e de gidecektir! Darısı Güney Kıbrıs'ın başına!

 

İyi de, asıl bu gelişmeler karşısında konuşması gereken "Kıymetli Genelkurmay Başkanımız" neden hâlâ susuyor! Çıkıp neden hâlâ bir tek kelime konuşmuyor? "Sükût ikrardan gelir" diye mi?

 

Oysa 1990'daki Birinci Körfez Savaşı sırasında Org. Torumtay'ın istifa ederek ordunun ağırlığını Özal üzerinde nasıl hissettirdiği ve Kuzey'den Irak'a bir cephe açılmasına nasıl engel olduğu hâlâ hatırlardadır. Şimdi de en azından benzer bir girişimde bulunamaz mı "Kıymetli Genelkurmay Başkanımız"? Gerçi artık sadece konuşmak, karşı çıktığını beyan etmek de yeterli değildir! Ama en azından çıkıp ordunun, teröre destek veren bu kuklalarla kurulan diplomatik ilişkiye karşı olduğunu söyleyip kamuoyu önünde hükümeti uyaramaz mı? Eğer böyle yaparsa halktan olumlu yönde destek mi görür, yoksa karşı bir tepki mi gelir, ne dersiniz?

 

"Bugün küreselleşme demek, emperyalizm demektir" desem, bu görüşüme de sanmam ki içinde biraz yurtseverlik olanlar karşı çıksın. Oysa "kıymetli Genelkurmay Başkanımız" Genelkurmay Başkanlığı'nı devir teslim töreninde bakın neler demiş bu konuda:

 

Yaşamakta olduğumuz küreselleşme çağında, küreselleşmeye toptan karşı çıkarak, ülkeleri küreselleşmenin dışında tutmaya çalışmak gerçekçi bir yaklaşım değildir. Önemli olan, ulusal menfaatlere ve ulusal kültüre zarar vermeden, küreselleşmenin içinde yer almaktır."

 

Kısacası, "Emperyalizm ile işbirliği içinde olalım" diyor "Kıymetli Genelkurmay Başkanımız"!

 

Denilebilir ki, "evet öyle diyor, ama ulusal menfaatler için diyor, ulusal kültüre zarar vermeden diyor…"

 

İyi de emperyalizm ile işbirliğinin Türkiye'nin ulusal menfaatlerinin korunmasına yıllardır nasıl katkı yaptığı, ülkemizin bugün içinde bulunduğu durumundan gayet iyi anlaşılmıyor mu? Emperyalizmin AB cephesinde yıllardır tam üyelik hayalleri ile oyalanan Türkiye, Kıbrıs'tan Ege'ye, sözde soykırımı kabulden Lozan anlaşmasının aşındırılmasına kadar ulusal çıkarlarını yok eden tehdit ve dayatmalarla yüz yüze değil mi ? Öte yandan Türkiye'nin; Afganistan'da, Lübnan'da, Kosova'da hangi ulusal menfaatleri için asker bulundurduğu; Kafkaslarda alevlenen kriz ortamında ABD ile beraber komşularına ve bölge ülkelerine karşı cephe olmak zorunda kalmasının ulusal menfaatlerine, nasıl bir fayda sağlayacağı ortada değil mi?

 

Kısacası, küreselleşme ambalajıyla gerçek niteliği gözlerden saklanmaya çalışılan emperyalizmdir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden beri içinde yer aldığı emperyalizmin askeri, siyasi, ekonomik kurumlarının dayatmaları, yönlendirmeleri ve kendisini mecbur kılan yükümlülükleri nedeniyle bugün siyasette, ekonomide, askerlikte mutlak bir bağımlılık içindedir. İşte o bağımlılık bugün Türkiye'nin sınırları ile oynanması aşamasına gelmiştir!

 

"Kıymetli Genelkurmay Başkanımızın" bu gidişat karşısında neden suskun kaldığı ortada değil mi?

 

Dahası "kıymetli Genelkurmay Başkanımız" birkaç yıl önce, Kara Kuvvetleri Komutanı iken Genelkurmay Başkanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAREM)'in düzenlediği "Bilgi Çağı ve Teknolojik Gelişmeler Işığında Toplum, Yönetim, Yönetici ve Lider Yaklaşımları" konulu uluslararası Sempozyumun açılış konuşmasında şunları söylemişti BOP hakkında:

 

"Bugün üzerinde yoğunlukla tartışılan "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi"nin ana hedeflerinden birinin de, kadınların eğitim düzeyinin yükseltilmesi olduğu dikkate alındığında, Atatürk'ün konuya 80 yıl kadar önce vurgu yapması çarpıcı değil mi?" (Aydınlık,15Mayıs 2005)

 

Ne dersiniz, BOP'un amacı kadınların eğitim düzeyini yükseltmek mi gerçekten? Irak'ta ABD askerleri tarafından ırzına geçilen kadınların eğitim düzeyinin nasıl yükseldiğini açıklayacak biri yok mu şu koca Türkiye'de? Ya da bu aşağılık emperyalist projeyi Türk milletinin gözünde meşru kılmak için Atatürk'ün bu işe âlet edilmesi hakkında tepkisini ortaya koyacak bir yurtsever bile kalmadı mı?

 

Yine o "Kıymetli Genelkurmay Başkanımıza", Kara Kuvvetleri Komutanı iken 2006 yılı, 30 Ağustos Resepsiyonunda, Gazi Orduevi'nde, ABD'nin sözde "terörle mücadele koordinatörü" hakkında ne düşündüğü sorulmuştu. O da şöyle yanıt vermişti:

 

"Her adımı baştan öldürürseniz yanlış olur. Değerlendirmek lazım. Ne gibi sorumlulukları olacak? Ne iş yapacak? Bütün bunlar önümüzdeki günlerde netleşir"

 

Biz de "kıymetli Genelkurmay Başkanımıza" kulak verdik, her adımı baştan öldürmedik. PKK, ABD yardımıyla gencecik fidanlarımızı öldürdü, öldürdü, öldürdü! Daha sonraki günlerde netleşen ise şehit cenazeleri oldu!

 

Neyse, daha fazla uzatmanın âlemi yok! Yunus'un dizeleri ile bitirelim, artık gerisi sizlerin vicdanına kalmış bir şey…

 

Az söz erin yüküdür

Çok söz hayvan yüküdür

Bilene bu söz yeter

Sende güher var ise

 

 

Barzani ve Kukla Devlet Konusundaki Suskunluk Neden?

 

Barzani ve Kuzey Irak'taki kukla devlet konusunda neden suskun kalıyorlar? Bu konuda da söyleyecekleri bir şeyler yok mu?

 

Bugün (15 Ekim) saat 11: 00 sularında gazetelerin internet sayfalarında bir duyuru yayınlandı. Duyuruda Genelkurmay Başkanı'nın 12: 40'ta bir basın toplantısı yapacağı ve Aktütün sınır karakoluna yapılan baskın sonrasında yaşanan gelişmelerle ilgili açıklamalarda bulunacağı söyleniyordu.

 

"Tamam" dedim sevinçle, "işte, en sonunda Genelkurmay Başkanı konuşacak. Herhalde Barzani ile görüşmeler yapılması hakkında da açıklamalarda bulunacak. Ordunun bu girişime karşı olduğunu en azından söyleyecek!"

 

Çünkü Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Iğsız, Aktütün saldırısı sonrasında yapılan basını bilgilendirme toplantısında, "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi'nin, terör örgütünün hastane yol gibi imkânlarından yararlanmasına" göz yumduğunu ve "terörle mücadelesinde Türkiye'ye destek vermediğini" söylemişti. Oysa Aktütün saldırısından hemen sonra, Genelkurmay İkinci Başkanı'nın yaptığı bu açıklamaya nazire yapar gibi, AKP hükümeti Kuzey Irak'a ile diplomatik görüşmeler başlattı, bir anlamda Kuzey Irak'ta kurulan emperyalizmin maşası "kukla devleti" tanıdı! Dahası terör örgütü ile mücadelede Barzani'ye işbirliği teklifinde bulunuldu!

 

İşte bütün bu gelişmeler üzerine Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ da, terör örgütüne karşı savaşan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanı olarak, "teröre destek verenlerle diplomatik görüşmeler başlatılmasını eleştirecek" diye düşünüyordum.

 

Sonuç?

 

Saat 12: 40'ta Genelkurmay Başkanı mikrofonun arkasına geçti, esti gürledi, bağırdı çağırdı ve bütün o sözleri arasında bir kez bile Kuzey Irak ya da Barzani konusuna değinmeden, kukla devlet temsilcileri ile bu tür diplomatik temaslar yapılmasını eleştirmek ne kelime, ağzına bile almadan çekti gitti!

 

Peki, Org. Başbuğ kime kızmıştı bu kadar?

 

Soruyu evirip çevirmenin ve kıvırtmanın hiç anlamı yok. Genelkurmay Başkanı'nın hedefinde olan Taraf gazetesi ve malum medyadır.

 

Oysa Barzani ile ilişkiye geçilmesi, Kuzey Irak'taki kukla yapının tanınması konusunda Taraf gazetesi Org. Başbuğ'dan farklı mı düşünüyor?

 

Taraf ve taraftarları kukla devletin tanınmasını ve Barzani ile temas kurulmasını açık açık talep ediyorlar; Genelkurmay Başkanlığı ise, hükümetin bu yönde yaptığı girişimleri suskun kalarak bir anlamda onaylıyor!

 

Ha Ali-Veli, ha Veli-Ali…

 

Şimdi Taraf ve onun başında olan ne idüğü belli takıma kızmanın kime bir faydası var o zaman?

 

Ahmet Altan ve Yasemin Çongar gibi meşrebi belli olanlar, Kandil'e gidip PKK teröristlerini "Kemalist bunlar" şeklinde tanımladıkları zaman sustuktan sonra, şimdi istediğiniz kadar bağırıp çağırın, ne yazar!

 

Barzani ile PKK bir madalyonun iki yüzüdür!

 

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ ve ordumuzun diğer komutanları PKK ve içimizdeki işbirlikçileri ile sempatizanları konusunda haklı olarak bu derece duyarlı ve tepkili iken, Barzani ve Kuzey Irak'taki kukla devlet konusunda neden suskun kalıyorlar? Bu konuda da söyleyecekleri bir şeyler yok mu?

 

Genelkurmay web sitesinden yapılacak bir açıklamaya bile razıyım ben…

 

 

Körler Sağırlar Birbirini Ağırlar  

 

Terör zirvesi sonuçlandı. 7 saatlik zirvede çok önemli kararlara imza atıldı. Böylece askerlerle siyasi iktidar uzlaşmış oldu!

 

Başbakanlık Merkez Bina'da yapılan toplantının ardından yazılı bir açıklama yapıldı. Açıklamada şöyle denildi:

 

"14 Ekim 2008 günü 14.00-20.20 saatleri arasında Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Toplantısı gerçekleştirilmiştir. Toplantıda terörle mücadelede koordinasyonu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığı bünyesinde yeni bir kurumsal yapılanmaya gidilmesi kararlaştırılmıştır. Terörle mücadelenin başta sosyo ekonomik, dış politika ve hukuksal yönleri olmak üzere bütün boyutları ele alınmış ve kapsamlı bir biçimde değerlendirilmiştir. Toplantılara devam edilecektir." (www.gazetevatan.com)

 

Bu zirvenin gerçekleştirildiği gün, Dışişleri yetkilileri Bağdat'ta Barzani ile görüşüyordu! Genelkurmay'ın ne bu görüşme öncesinde ne de sonrasında bir açıklaması olmadı. Oysa Barzani PKK'ya hastane ve yol gibi imkânlarından yararlandırmıyor muydu? Türkiye'nin terörle mücadelesine destek vermiyor muydu? Ne oldu?

 

Ne var ki, terör zirvesinden bu konuda değil, "İçişleri Bakanlığı bünyesinde yeni bir kurumsal yapılanmaya gidilmesi" kararı çıktı! Başbakanlıktan yapılan açıklamada "terörle mücadelenin dış politika yönüne" de dikkat çekildiğine göre sonuçta uzlaşılan konular arasında Barzani ile görüşülmesi de var!

 

"Kör olduk, duymuyoruz!" diyenler bu gelişmeleri de görmüyorlardır doğal olarak… Neçirvan Barzani Ankara'ya geldiğinde, Genelkurmay Karargâhını beraber ziyaret ederler artık… Ne de olsa, "körler, sağırlar birbirini ağırlar"!

 

 

Askerin Sorumluluğu!  

 

Türkiye'de artık birileri söylemeden ya da uyarmadan da görmezden gelinemeyecek gelişmeler yaşanmaya başlandı. Bu gelişmeler konusunda duyarlı olmak hayati önemdedir, gidişat ülkemizin varlığı ve bütünlüğü üzerinde doğrudan etki yapacak bir niteliktedir.

 

 

11 Ekim tarihli Vatan gazetesinde yer alan bir haber Türkiye'nin sözde "Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi" ile masaya oturacağını duyuruyordu! Haberde Dışişleri Bakanlığı'nın çok kısa bir süre içinde Kuzey Irak yerel yönetimine bir dizi teklif götüreceği, Barzani'ye, "PKK'ya karşı peşmerge ile birlikte askeri operasyon" seçeneği dâhil bir dizi teklifte bulunacağı duyuruluyordu. Dışişlerinde, "Iraklı Kürtlerin PKK'yı desteklemediği, ancak PKK'nın bölgeden çıkarılması konusunda kapasitesinin yetmediği" görüşü hâkim imiş. İşte bu yüzden Barzani yönetimiyle masaya "Yeterli kapasiteniz yoksa birlikte hareket edelim" teklifi yatırılacakmış ki bu teklifin içinde askeri operasyon seçeneği de varmış! Dahası Dağlıca baskınından farklı olarak Ankara'nın gündeminde Kuzey Irak bölgesel yönetimine karşı "ekonomik yaptırım" bulunmuyormuş!

 

13 Ekim tarihli Milliyet gazetesinde yer alan başka bir haber ise bu gelişmeleri doğruluyor ve Dışişleri Bakanlığı'nın Kürt yönetimiyle doğrudan görüşme için bir heyeti Irak'a göndermeyi kararlaştırdığını, Türkiye'nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik ve Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu'nun, Başbakan Neçirvan Barzani ile PKK sorununu masaya yatıracağının öğrenildiğini duyuruyordu. Dahası aynı haberde Kürt yönetiminin, Türkiye'yle iyi ilişkiler (!) kurmak amacıyla Erbil Uluslararası Havaalanı'nın açılışını yapması için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e teklif götürdüğü ve Gül'ü beklediği bildiriliyordu. Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Ahmet Sever, bu daveti doğrulayarak, "Kesinleşmiş tarih yok, ama Gül Bağdat'a gidecek. Erbil teklifi ise değerlendiriliyor" demiş. Bu arada, Türk heyetinin Irak'ta Kürt yönetimiyle yapacağı görüşme öncesi, Neçirvan Barzani'nin "Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başbakanı" sıfatıyla iki güne kadar Türkiye'ye gelmesi bekleniyor.

 

Gelişmeler göstermektedir ki Dağlıca ve Aktütün baskınları ile Türkiye'ye gösterilen "sopa" işe yaramış ve Türkiye yola getirilmiştir! ABD'nin bütün isteği, Türkiye'ye Kuzey Irak'taki kukla devleti tanıtmaktı. Artık Türkiye'nin muhatabı Barzani'dir ve koca Türk devleti bir aşiret reisinden medet umar duruma sokulmuş, onun sözde "yardımına" muhtaç kılınmıştır!

 

Barzani'nin PKK'ya karşı Türkiye'ye destek vermesi ise koca bir palavradır. Söz konusu olan "tavşana kaç, tazıya tut" politikasıdır. Barzani, yıllardan beri Türkiye'nin bu sorunu diyalog yoluyla çözmesi gerektiğini söyleyerek Kuzey Irak'ta kendi otoritesinin, Türkiye'de de PKK'nın varlığının tanınmasını sağlamaya çalışıyordu. Hatta Türkiye'yi bu konuda tehdit ediyordu! Şimdi, Türkiye ile beraber PKK'ya karşı operasyon yapacak, öyle mi? "PKK'dan biz de rahatsızız" türünden açıklamalar kimseyi yanıltmamalıdır, Barzani ile ortak operasyon Türkiye'ye zaman kaybından başka bir şey sağlamayacaktır. Bu süreç içinde muhtemelen PKK unsurları önceden uyarılacak, Türkiye samanlıkta iğne aramaktan öte bir etkinlik içinde olamayacak ve sonunda Kuzey Irak'ın aslında ne kadar "temiz" ve teröre destek bakımından ne derece "masum" olduğu sözde kanıtlanmış olacaktır!

 

Oysa Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Iğsız, Aktütün baskınından sonra yapılan bilgilendirme toplantısında Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi'nin terör örgütüne yol, hastane gibi imkânlarını sunduğunu ve Türkiye'nin terörle mücadelesine de destek vermediğini söylüyordu. Dahası bu açıklamayı 17 askerimizin şehit olmasından hemen sonra yapılan bilgilendirme toplantısında tüm Türkiye ve dünyaya karşı yapıyordu. Yani devlet, bu son olayın nedenini en yetkili kişilerden birinin ağzından duyuruyordu.

 

Ne var ki bu açıklamanın üzerinde bir hafta, on gün bile geçmeden, şimdi "PKK'ya karşı Barzanili çözüm" seçeneği yürürlüğe konuluyor! Türkiye 1995'ten beri "Barzanili çözüm" ile oyalanıyor. Şimdi herkes şapkasını önüne koyup düşünmelidir: Barzani ile neyi çözdünüz, ne kadar yol aldınız bugüne kadar? Türkiye'nin güneydoğusundan "Kürdistan" diye bahseden bir işbirlikçi Kürt ağası ile beraber hareket ederek PKK değil, ancak Türkiye çözülür!

 

Her fırsatta terörün Kuzey Irak'tan destek gördüğünü söyleyen Genelkurmay yetkilileri, eğer bu plana yeşil ışık yakar, Barzani'yi işbirliği yapılacak bir güç olarak kabul eder ve Türk milletinin bu şekilde gözünün boyanmasına ve oyalanmasına alet olurlarsa, dahası bu yolla Kuzey Irak'taki kukla yapının meşruiyet kazanmasına katkı sağlarlarsa, tarih önünde sorumlu olacaklardır. O zaman "orduyu yıpratıyorsunuz" yaygaraları da kurtaramayacaktır kimseyi.

 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Erbil'e gidip havaalanını açacak olması ise başlı başına bir skandal olacaktır. Bu davetin henüz Cumhurbaşkanlığı tarafından değerlendirilmekte olduğu türünden açıklamaların bu aşamada zerre kadar önemi yoktur. Zira Abdullah Gül, Ermenistan'a gitmeden önce de günlerce "henüz karar vermediğini, değerlendirme aşamasında olduğunu" söyleyerek kamuoyunu oyalamış, sonra da Türkiye'den toprak talebinde bulunan, ülkemizle arasındaki sınırı bile tanımayan bu ülkeye gitmiştir. Şimdi sırada Kuzey Irak vardır! (Darısı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin başına!)

 

Bütün bu gelişmeler karşısında ne yapılabilir?

 

Bir: kızılır, bağırılır, küfür edilir. Sonuçta, kendi kendimizi yer bitiririz. Ama bu hiçbir işe yaramaz.

 

İki: bu girişimi destekler ve mandacı vatan satıcılar kervanına katılırız!

 

Bir de üçüncü seçenek var: Anlamaya çalışırız. Bunun için de doğru sorular sormak gereklidir.

 

Gül, Ermenistan'a gittikten sonra Kuzey Irak'a da gitme cesaretini kimden alıyor? Bu siyasal güce nasıl sahip olabiliyor?

 

Bu soruya verilecek ilk yanıt bellidir: Cumhurbaşkanı'nın ABD ve BOP politikalarına yatkınlığından söz edilebilir. Siyasi geçmişi ortadadır! Ne var ki bu ülkede İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri hangi siyasi liderin arkasında ABD olmamıştır ki? Hangisi oradan icazet almadan bir adım atmıştır ki?

 

Sonuçta keskin bir anti-Amerikan söylemin (ama sadece söylemin!) aslında bağırıp çağırarak kendimizi rahatlatmayı içeren birinci seçenekten öte bir anlamı olmayacaktır. Her gelişmeyi ABD ile açıklamak da aslında hiç bir açıklama yapmamaktır.

 

Sorulması gereken asıl soru şudur: ABD Türkiye'deki iktidarını nasıl sürdürüyor?

 

Türkiye'deki ABD iktidarının ekonomik ve siyasal boyutları olduğu, ama bunlardan çok daha önemli olan bir de askeri boyutu bulunduğu açıktır! İlk ikisini vurgulayıp, üçüncüsünü es geçtiğimizde ya da özenle gözlerden saklamaya çalıştığımızda, aslında yaşanan gidişata katkı sunmuş olmaktayız. Sorulması gereken kritik soru şudur:

 

Ordusu olmayan iktidar olur mu?

 

"Olmaz" diyorsak, o zaman Türkiye'yi son 6 yıldır emperyalist güçlerin istediği doğrultuda yöneten AKP iktidarının ordusunun kim olduğunu da ortaya koymalıyız. Türkiye'de iktidar denklemi gelip burada düğümlenmektedir çünkü. Denklemin bu bilinmeyeni konusunda açık olunmadığı takdirde, ne yurtsever olunur, ne Kemalist, ne de devrimci…

 

Bütün bu nedenlerle asıl sorun, Türkiye'nin sürüklendiği bu uğursuz yolda, direksiyonda kimlerin oturduğunu doğru tespit edebilmektir.

 

Bu ülkede MGK yok mudur?

 

Var!

 

Askerler o kurulun üyesi değil mi?

 

Evet!

 

O zaman MGK'nın "hayır" dediği bir durumda Gül ne Ermenistan'a gidebilir ne de Kuzey Irak'a... Bu gerçeği görmeden yapılan bütün değerlendirmeler taraflıdır, iktidara verilen destektir.

 

Ama denilebilir ki, "askerler daha ne yapsın? İşte teröre Kuzey Irak'tan destek verildiğini söylüyorlar, bu konuda en yetkili ağızlardan açıklama yapıyorlar. Ne var ki sorumlu olan hükümettir, MGK'da da siviller ağırlıktadır. Bu nedenle bir etkileri olmuyor"

 

İlk bakışta mantıklı ve doğru görünen bu açıklamanın samimiyetinin kabul edilebilmesi için, Genelkurmay'ın Kuzey Irak konusundaki değerlendirmeleri ve bu konudaki kararlılığının söylem düzeyinde kalmaması yaşamsal önemdedir. Bu açıdan da gerekirse yakın geçmişte başvurulan bir yola yeniden başvurulmalıdır.

 

Bilindiği gibi Birinci Körfez Savaşı sırasında Özal, hem askeri kesimin hem de hükümetin karşı görüşte olmasına rağmen Irak'a kuzeyden bir cephe açılması politikasını savunmuş, hatta bir oldu-bittiye getirerek bunu uygulamaya çalışmıştı. Özal'ın Amerika hesabına gerçekleştirmeye çalıştığı bu girişim, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakanı'nın arka arkaya istifası ile durdurulabilmişti.

 

Bugünkü durum da benzer özellikler taşımaktadır. Kuzey Irak'taki kukla devletin tanınması, bu yapıyla PKK'ya karşı sözde işbirliğine gidilmesi gelecekte telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracak niteliktedir. Türkiye'nin Irak ve güneydoğu politikasında da köklü bir değişikliği işaret eder bu girişimler... Eğer askerler bu gelişmelere gerçekten karşıysalar, o zaman bunu sadece söylemekle yetinmemeli, koşulların gerektirdiği adımları da atmalıdırlar. Hükümetin ve Cumhurbaşkanı'nın Türkiye'nin değil ABD'nin çıkarlarını esas alan politik açılımları, sadece uyarmakla önlenemiyorsa; bu tarihi sorumluluğa ortak olmamak ve emperyalist güçlerin değil Türkiye'nin safında olunduğunu, sadece söylemle değil eylemle de gösterebilmek için gerekirse istifaya başvurmaktan çekinilmemelidir. Türk ordusunda her komutanın yeri doldurulabileceği için, böyle bir yol askeri yapıda bir zafiyete yol açmayacağı gibi, siyasi iktidara verilecek en etkili uyarı olur!

 

Moliere, "yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz." diyor.

 

Haksız mı?

 

 

Yetki ve Sorumluluk

 

Genelkurmay Başkanlığı bu akşam yaptığı açıklamada "Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak kullanılması üzücü ve düşündürücüdür." diyor.

 

Hangi "gerçek"?

Hangi "yıpratma"?

 

8 Ekim 2008 günü akşam saat 17: 30'da Genelkurmay Başkanlığı Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan Babaoğlu ile ilgili iddialara ilişkin bir açıklama yaptı. Açıklama şöyle:

"Son günlerde Hava Kuvvetleri Komutanı Hava Orgeneral Aydoğan BABAOĞLU ile ilgili olarak bazı basın yayın organlarında haberler yer almaktadır. Hava Kuvvetleri Komutanımızın Antalya'da bulunduğu sırada, 4 Ekim 2008 Cumartesi günü akşam saatlerine kadar olan sürede, Bayraktepe bölgesinde meydana gelen çatışma sonucunda verilen şehitler hakkında bir bilgisi olmamıştır. Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak kullanılması üzücü ve düşündürücüdür."

 

Oysa Genelkurmay Başkanlığı Aktütün sınır karakoluna yapılan saldırı hakkında kamuoyuna resmi açıklamayı, web sitesinden 4 Ekim 2008 Cumartesi günü sabah saat 9: 30'da yapmıştı. Bütün Türkiye, Cumartesi sabahı saat 9: 30'da PKK'nın hain saldırısından haberdar olurken, Hava Kuvvetleri komutanı Org. Babaoğlu'nun, "4 Ekim 2008 Cumartesi günü akşam saatlerine kadar olan sürede, Bayraktepe bölgesinde meydana gelen çatışma sonucunda verilen şehitler hakkında bir bilgisi" olmamış!

 

Dahası Org. Babaoğlu iddiaları Hürriyet Gazetesi'ne şöyle yanıtlıyordu

 

:"Eleştiride bulunanları mutlu etmek için o gün Aktütün'e mi gitseydim? Şehitlerimizin haberi bana o gün doğal olarak anında ulaşmadı, ama sonrasında başlatılan her harekâtın emrini Ankara ile koordine ederek bizzat ben verdim."

 

Şimdi, insan sormadan edemiyor:

 

Böyle bir şey nasıl olabilir?

 

Antalya, Fizan'da mı?

 

Hava Kuvvetleri Komutanı'nın yaveri yok mu? Hadi diyelim yaveri yok, cep telefonu da mı yok?

 

Hadi diyelim ki, bunların hiçbiri yok, olan bitenden haberdar olamıyor. Peki, bulunduğu yerdeki kimsenin de olan bitenlerden haberi olmamış mı? Hiç kimse paşamıza haber vermemiş mi?

 

Org. Babaoğlu, Hürriyet'e yaptığı açıklamada "sonrasında başlatılan her harekâtın emrini Ankara ile koordine ederek bizzat ben verdim." dediğine göre, demek ki Ankara ile bağlantısı var!

 

Dahası Genelkurmay Başkanlığı, Aktütün saldırısı ile ilgili resmi açıklamayı 4 Ekim Cumartesi sabahı saat 9: 30'da yaptığına göre, Ankara'nın aslında gelişmelerden daha önce, muhtemelen Cuma akşamından ya da Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan geceden itibaren haberdar olduğu düşünülebilir. Ve büyük bir olasılıkla, yüksek askeri komutanlık ve kuvvet komutanları Türkiye kamuoyundan daha önce bilgilendirilmiştir. Demek ki neredeyse 24 saat Türkiye'nin Hava Kuvvetleri Komutanı'na ulaşılamamış! Ne bir asker, ne bir telefon mesajı ile uyarılabilmiş ya da haberdar edilebilmiş komutanımız. Eh kendisi tatilde olduğuna göre ne televizyon izliyordur ne de radyo dinliyordur!

 

Genelkurmay Başkanlığı bu akşam yaptığı açıklamada "Gerçeğin böyle olmasına rağmen konunun teyit edilmeden Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratma amaçlı olarak kullanılması üzücü ve düşündürücüdür." diyor.

 

Hangi "gerçek"?

 

Hangi "yıpratma"?

 

"Üzücü ve düşündürücü olan" bunları söylemek mi, yoksa neredeyse 24 saat boyunca Türkiye'nin Hava Kuvvetleri Komutanı'na ulaşılamaması ya da paşamızın sergilediği vurdumduymazlık ve umursamazlık mı?

 

Ne var ki bu vurdumduymazlık kimi askerlerle sınırlı değil. Geçtiğimiz birkaç gün içinde Türkiye, şehitlerini toprağa verdi. Halkımız yurdun dört bir yanında teröre lanet yağdırdı, ülkenin bölünmez bütünlüğüne vurgu yaptı. Yaşamlarının baharında toprağa verdiğimiz gençlerimiz geride acılı ana babalar, kardeşler; gözü yaşlı eşler, nişanlılar, sevgililer, masum bebeler bıraktı!

 

Peki, kim bunun sorumlusu?

 

Yanıt belli…

 

Ayrılıkçı, Kürtçü, terörist örgüt PKK ve onu maşa olarak kullanan emperyalist güçlerle bölgedeki kuklaları…

 

İyi de siyasal iktidarın hiç mi sorumluluğu yok bu tablonun ortaya çıkmasında? Bugüne kadar yapılanlar Kuzey Irak'ın hem coğrafi hem de siyasal bakımdan teröre destek veren bir halden çıkarılmasını sağlayamamışsa eğer, Türkiye'yi 6 yıldır tek başına yöneten AKP'nin hiç mi sorumluluğu yoktur bu tablonun oluşmasında?

 

Başbakan Erdoğan "kimse şehitler üzerinden siyaset yapmasın" diyor, "kimse suçlu aramasın…".

 

Oysa bu tablonun ortaya çıkmasında AKP dolaylı olarak "suçludur", izlediği politikalar ve AB ile ABD karşısındaki teslim olmuş haliyle de baş sorumludur!

 

Ne var ki, madalyonun bir de diğer yüzü var. Bu durumda da şu soru akla geliyor:

 

Halkımız bunun bilincinde mi peki?

 

Örneğin şehit Piyade Onbaşı Halil İbrahim Arılık, memleketi Denizli'de yaklaşık 40 bin kişinin katıldığı törenle uğurlanıyor. Şehidin annesi Elif Ayşe "Düşmanlar sevinmesin, ben oğlumu zaten şehit doğurdum" diyor.

 

Şehit onbaşının toprağa verildiği, Beyağaç ilçesine bağlı Kapuz köyünde 22 Temmuz 2007 seçimlerinde sandıktan şu sonuç çıkmış:

 

AKP: 287, MHP: 96, CHP: 31

 

Antalyalı şehit Piyade Er Ramazan Yeşil'in cenazesi, Serik ilçesi Zırlankaya köyünde toprağa veriliyor. Zırlankaya köyünde de 22 Temmuz seçimlerinde sandıktan şu sonuç çıkmış:

 

AKP: 97, MHP: 72, CHP: 44

 

Aktütün Sınır Karakolu'na yönelik saldırıda şehit olan Jandarma Uzman Çavuş Hasan Aygör ise Kırıkkale'nin Keskin ilçesi Armutlu köyünde toprağa veriliyor. Cenaze törenine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da katılıyor! Törende bazı vatandaşlar, terörist Abdullah Öcalan'ın asılmamasına ve DTP'lilerin Meclis'te bulunmalarına sert tepki gösteriyor. Protokolün olduğu bölüme giden bir vatandaş Başbakan'a, "Öcalan'ı içeride beslemeyin, asın bunu. Vatan hainleri Meclis'te" diyerek tepkisini dile getiriyor. Polisler bu vatandaşı hemen alandan uzaklaştırıyor tabii!

 

Peki, 22 Temmuz seçimlerinde Keskin ilçesi Armutlu köyünde seçim nasıl sonuçlanıyor?

 

AKP: 128, MHP: 16, CHP: 5

 

Başbakan'ın neden Keskin-Armutlu köyünde cenazeye katılmayı yeğlediği ortada değil mi?

 

Türk milleti ülkeyi yönetsin diye iktidardaki partiye yetki veriyor. Sorumluluk olmadan yetki olmaz. Yetki varsa, sorumluluk da vardır! İktidar yetkisini kullananlar nasıl ki başarılı olduklarında bunun nimetlerinden yararlanıyor ve övünüyorlarsa, başarısızlık durumunda sorumluluğu da yüklenmelidirler. Demokratik rejimin gereği budur.

 

2002'den beri AKP iktidardadır. Türkiye'yi son 6 yıldır AKP yönetmektedir.

 

2002'de dibe vuran terör, bugün azmıştır! Teröre kurban vermeyen il, ilçe kalmamıştır ülkede.

 

Başbakan Erdoğan "kimse şehitler üzerinden siyaset yapmasın" diyerek bu siyasal sorumluktan kaçamaz.

 

Ne var ki, bu gerçeği öncelikle evlatlarını PKK terörüne kurban veren Türk halkı görmelidir! Özellikle de son seçimde AKP'ye ülkeyi yönetsin diye 4 yıl daha yetki verenler…

 

 

Neden Birlik Olalım!  

 

Daralma…

 

Ne demek "daralma"?

 

Arzuhan Hanım, artık bir beden küçük elbise mi giyecek? Daha az mı yiyecek?

 

Daralacak olan Arzuhan Hanımlar değil, Türkiye'nin çalışan kesimleridir.

 

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, "çok tedirginiz" demiş. (9.10.2008 tarihli günlük basın)

 

Peki, neden tedirginmiş TÜSAİD'ımız? Arzuhan Hanım'a kulak verelim:

 

"Dünya bir daralmaya gidiyor ve dolayısıyla ihracatımıza gelen talep düşecek. Zaten iç tüketim düşüyor. Türk özel sektörü muazzam borçlu… 140 milyar dolar. Bu borcu nasıl döndürecek? Bütün bunlar bu daralmanın Türkiye'de de ciddiyetle yaşanacağını gösteriyor ve bu bizi hakikatten çok ciddi tedirgin ediyor."

 

 

Demek ki "tedirginlik" borçtan… "140 milyar doları nasıl döndüreceğiz?" diye soruyor Arzuhan Hanımefendi. Ama bu soruyu sorarken satır arasında kendi çözümünü de söylüyor:

 

Daralma…

 

Ne demek "daralma"?

 

Arzuhan Hanım, artık bir beden küçük elbise mi giyecek? Daha az mı yiyecek?

 

Daralacak olan Arzuhan Hanımlar değil, Türkiye'nin çalışan kesimleridir. Az yiyecek olanlar da her zaman olduğu gibi yine halk kitleleridir, Türk özel sektörü değil! "Daralma" denilen sözde tedbir ise "işçi çıkartacağım, gerekirse fabrikamı kapatacağım" demektir. Halkımızın yoksulluğunun artması, sefaletin yarattığı sonuçların daha da keskinleşmesidir. Faturayı yine emekçilerin, çalışanların ödemesidir.

 

Türk özel sektörü bugüne kadar aldığı o 140 milyar dolar borcu nereye kullandı? Türkiye'ye yatırım mı yaptı? Fabrikalar kurdu, yeni iş sahaları açtı da, şimdi orada üretilenleri, daralan dünya ekonomisinde ihracatımıza talep düşeceği için satamayacak ve zarar mı edecek?

 

Dahası iç talep de düşüyormuş! Peki, neden düşüyor iç talep? İşçinin, memurun, esnafın, köylünün, emeklinin kısacası halkın, TÜSAİD tarafından sözcülüğü yapılan sermaye sınıfı gibi "bir eli yağda, bir eli balda" idi de, şimdi birdenbire milletin pintiliği tutup harcama yapmadığı için mi düşüyor iç talep? Eğitim paralı, sağlık paralı, su bile paralı bu ülkede… Üstelik işsizlik ayyuka çıkmış. Hangi iç talepten bahsediyorsunuz?

 

O IMF reçeteleriniz, o Dünya Bankası programlarınız, o istikrar paketlerinizle üretmeden borçla yaşayan bir sözde "ekonomi" yaratıp caka sattınız yıllardır. Entegrasyon dediğiniz bu yarı sömürge ekonomisi idi işte! Gırtlağa kadar borca battığınızı yeni mi fark ettiniz? Yıllardan beri yabancı piyasalardan dolarla, Euro ile borçlanıp, devlete YTL ile borç vererek kurduğunuz "saadet zinciri" şimdi kopma noktasında… O "saadet zinciri" ile dolar milyarderi olan bu ülkenin yoksul emekçileri miydi, yoksa parasını İsviçre Bankaları'nda tutan, yatırımlarını ülke dışına yapan Arzuhan Hanım ve saz arkadaşları mı?

 

Şimdi hanımefendi çıkmış "tedirginiz" diyor! "140 milyar doları nasıl döndüreceğiz?" diye soruyor… Üstelik bir de bunu terör konusunda timsah gözyaşları dökerek söylüyor:

 

"Çok tedirginiz, terör içimizi yakıyor. Moralimizi bozuyor. Birlik olmalıyız."

 

Bak sen!

 

Oysa terör denilen bela, sizin o liberal ekonomi politikalarınızın, azgın sömürü hırsınızın yarattığı sefalet denizinden besleniyor! İşsizliğe mahkûm gençler ya mafyaya tetikçi oluyor ya da terör örgütlerinin kancasına takılıp ziyan oluyor, yitip gidiyor!

 

Bu kadar yıldır bu manzara karşısında moraliniz bozulmadı da, şimdi paracıklarınız tehlikeye girince, tatlı kazancınız kesilme tehlikesiyle karşılaşınca mı aklınıza geldi terör? Onun için mi moraliniz bozuluyor?

 

Neden birlik olalım?

 

Sömürünüz devam etsin, saadet zinciriniz kopmasın, küpünüzü doldurmaya devam edin diye mi? Siz milyar dolarlarınızı yabancı bankalara istif ederken, biz sefalet denizinde kulaç atmaya devam edelim diye mi "birlik olmalıyız"?

 

"Zenginlerin hazları, genellikle fakirlerin gözyaşları pahasınadır" diyor Tolstoy.

 

Kendi mutluluklarını başkalarının gözyaşlarının üstüne kuranlarla birlik olur mu?

 

S. Ant

   
   
   
 
 

 
   
   
   

 

 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]