Türkiye ve Dünya Gerçekleri

TransAnatolie Welcomes You  to Turkey

 

Aydınlanma


 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

 

 

[ Aydınlanma ] Türk Aydını ] Karanlık ] Liberaller ] Liberaller ] Mandacılar ] Dinciler ] Orducu ] N-Mandacilar ] TSK ] TSK ] Hain? ]

 

 

Up

Aydınlanma

   
   
Aydınlık aydınliğı karartır mı?
Ana aydınlık çocuklarını mı yiyor?
Aydınlanma emperyalizmin tutsağı mı?
Avrupa’dan başkası aydınlanamaz mı?
   
   
AYDINLANMA, bugün dünyanın da, bizim de yaşadığımız sorunların tam ortasında duran bir konu.

Nedir aydınlanma?..

Karanlığın tersi… Yani IŞIK..

Eskiden "münevver" diye bir kavram vardı. Yani Aydın… Aydınlık, ışık saçan adam…
"Münevver", "tenvir eder"di… Yani aydın aydınlatırdı…

Aydınlanma, bugün yaşadığımız sorunların tam orta yerinde duruyor, çünkü artık münevver tenvir etmiyor, aydın aydınlatmıyor… Tam tersine, artık neredeyse karartıyor.

AYDINLANMA, 17'inci ve 18'inci yüzyıllarda gelişen bir fikri oluşum, bir düşünce akımı… Dekart, Kant, Didero, Monteskiyö, Jan Jak Russo, Volter, Jon Lok, Devid Hum bu akımın önde gelen öncülerinden…

Temelinde Rönesans ve Reform hareketlerinin de önemli etkisi ve katkısı bulunan Aydınlanma, çok kısaca, aklı, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan, ideolojilerden arındırıp, yeni bilgilerin kabulünü sağlamayı amaçlayan bir akım.

Önermelerini öncelikle felsefi düşünceler olarak ortaya atan Aydınlanma hareketinin, kaçınılmaz olarak Modern Batı düşüncesi üzerinde, sonraki tarihlerde, siyasi ve sosyal felsefe üzerinde, siyasi ve sosyal akımlar, olaylar üzerinde çok önemli etkileri olmuş.

Her konuda AKLA öncelik tanıyan düşünce sisteminin etkisiyle Avrupa'da bilimde ve felsefede büyük gelişmelerin yaşandığı on sekizinci yüzyıla, AYDINLANMA ÇAĞI da deniyor.

Peki niye aydınlanma?.. Karanlık mı varmış ki aydınlanma?..

Evet.

Aydınlanma hareketi, Batılıların bizzat kendilerinin KARANLIK ÇAĞ dedikleri Orta Çağ'ın sonunda başlamış, bir bakıma onun sonunu getirmiş de ondan…

Batılılar, bizzat kendi toplumlarının yaşadığı Orta Çağ'a "KARANLIK" diyorlar. Çünkü Orta Çağ'ın Avrupa toplumları hurafelerle, cadılarla dolu. Kilisenin, yani Papalığın hangi kitabın yayınlanabileceğinden, vergi toplamaya kadar her şeyi belirlediği, Vatikan Papa'sının yanında kralların esamisinin bile okunmadığı, papazlardan oluşan Engizisyon mahkemelerinin, günahkar olduğuna karar verdiği insanları, özellikle de kadınları cayır cayır diri diri yaktığı, dünya güneş etrafında dönüyor demenin kilise tarafından ölüm cezasını gerektiren bir suç olarak kabul edildiği bir ortam… Cennetin anahtarlarını satmaktan başlayıp her türlü ticari işe de girişen Kilise'nin, en başta Vatikan Papalığı olmak üzere, en zengin kurum haline geldiği bir ortam…

Herkesin kendi kendine düşünmekten, hele soru sormaktan, yer yüzü otoriteleri olması gereken kralların bile kiliseden korktuğu, kilisenin, papazların herkes yerine düşünüp karar verdiği bir ortam…

Kısaca dinin, din adına Tanrı'nın yer yüzündeki temsilcisi olan Kilise ve papazların bu dünya hayatını da cennetiyle cehennemiyle öte dünya hayatını da belirleyip kontrol ettiği bir ortam.

Örneğin, Dünya'nın diğer gezegenlerle birlikte güneşin çevresinde döndüğünü kanıtlayan ünlü ve fakat zavallı Kopernik, yazdığı bu konuya dair kitabını, kendisi de bir rahip olmasına rağmen Kilise'den, Papa'dan korktuğu için on yıllarca gizli tutmuş, ancak hastalıklar bedenini kuşatıp iyice yaşlandığı, ölümü çok yakınında hissettiği yıllarda "artık nasılsa kaybedeceğim çok şey kalmadı" duygusuyla yayınlayabilmiş, gerçekten üç yıl sonra da ölmüş.

Çünkü o dönemde, güneşin sabit durması, İsa'nın güneşe verdiği bu yöndeki bir emirle açıklanıyor, dünyanın tepsi gibi düz ve aksini düşünenlerin cehennemlik olduğuna inanılıyordu. İncil'de yoktu bunların hiç biri, ama Kilise öyle buyurmuştu; Kilise'ye karşı çıkanların cezası ise diri diri yakılmaktı.

Kopernik'in Güneş Sistemi teorisini savunan Galileo ise, kitabı Kilisece yasaklanmaktan başka, ömür boyu hapse mahkum edildi, yetmiş yaşındayken hapse girdi, orada kör oldu.

Avrupa'daki aydınlanma ve AKIL ÇAĞI'nın gerçek kurucusu sayılan İngiliz düşünür Jon Lok ise, ilk kitaplarını isimsiz yayınladı ve hiçbir zaman da bu kitapların kendisine ait olduğunu kabul etmedi.

Anlaşılacağı üzere, Aydınlanma, gerçekten de "Karanlık" nitelemesini hak eden bir döneme yönelik bir isyan adeta…

Karanlık dönemin belirleyicisi, ağır kilise baskısıyla bir hurafeler manzumesi ve papazlar imparatorluğunun çıkarlarını koruyan bir anayasa haline indirgenmiş DİN…

Aydınlanma'nın belirleyicisi ise o günkü halini tasvire çalıştığımız DİN'e karşı AKIL!..

Karanlığa karşı niçin ve nasıl Aydınlanma ise, Dine karşı da Akıl!...

O zaman İncil Latince… Çoğu zaten kendi dilinde bile okuma yazma bilmeyen Avrupalı, İncil'i hiç okuyamıyor. Okuyabilenler sadece papazlar... Sokaktaki Avrupalı papaz ne derse onu doğru kabul ediyor safça. Papazların dışında okuyup yazabilenler ise, sözünü ettiğimiz cezalarla korkutuldukları için susmak zorunda kalıyor, susmazlarsa yakılıyorlar…

İşte Aydınlanmanın aklı ve bireyi öne çıkarması, Kilise'ye haddini bildirip din'i vicdanlarla sınırlaması bugün Batı Medeniyeti olarak bilinen gelişmeyi yaratıyor.

Çünkü Aydınlanma felsefesi, insanın kendisini, hayatını, toplumsal yaşamını yeniden gündeme getirmiş, düşüncenin ve toplumsal yaşamın büyük değişimlere uğrayacağı bir süreci başlatmış, bu değişimlerin fikri, felsefi ateşleyicisi olmuş.

1789 Fransız devrimi ve ardında gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmuş. Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli toplumsal düzenlemeler, en azından bu yönde arayışlar almış.

"Aydınlanma", ortaçağda hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak açıklanıyor. 18'inci yüzyılın ve Aydınlanma'nın yeni idealine göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan "entelektüel bir kültür" egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde "ilerlemelidir". Böylece insanın geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşünülür.

Aydınlanma felsefesinin kaynağı, Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl felsefesinin ortaya koyduğu ilkeler. Rönesans'tan itibaren düşüncenin geleneksel boyunduruklardan kurtulması, bilgi ve yaşam hakkında akla ve deneyime dayanmaya başlaması söz konusu. 17. yüzyılda bu gelişmeler sistemleştirilip temel ilkelere dönüştürülmeye başlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda bir bakıma aydınlanma felsefesinin "düşünsel temelleri" de hazırlanmış.

Aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her adımının temelini ise Sekülerleşme, yani Laiklik oluşturmuş. Bir yanda rasyonalizm, yani akılcılık öte yandan empirizm, deneycilik ve gözlemcilik güçlenmiş.

Alman düşünür Kant, aydınlanmacılığı "aklı kullanma cesareti" olarak tanımlıyor ve aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda diyor ki:

"Aydınlanma, insanın kendi kusuru ile düşmüş olduğu bir reşit olmama, sağlıklı, mantıklı düşünememe durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamaması halidir. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır."
"Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!" sözü Aydınlanmanın parolası olmaktadır.

Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Bir yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağına öncülük ederken, öte yandan bu çağda da pek çok yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir. Daha 15. yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak nitelenen Ortaçağ'ın sonuna gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemim ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynaklık etmiştir.

Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel diktanın giderek geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır.

Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Dekart ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiş; Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini oluşturmuştur. Yeni ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler içerisinde yaşamaya başlayan insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda modern yaşamın temelleri atılmıştır. 1789 Fransız İhtilalinin temelinde de Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır.


Aydınlanmacı filozofların bir kısmı ateist olmakla, yani din'i de Tanrı'yı da reddetmekle birlikte diğerleri Tanrı'ya inanır. Onların Tanrı'yla bir alıp veremedikleri yoktur. Onlar, din adamlarının yani insanların oluşturduğu, bilimsel düşünceyi, aklı, deneyi ve gözlemi engelleyen, yasaklayan kurumlara karşı çıkmaktadır. Çünkü metafizik alanında yani fizik ötesi alanda, ki bu alan dinin alanıdır, bilimsel bilgi mümkün değildir. O alanda sadece inanç söz konusudur.

Akıl öne çıkmasa, deney ve gözlem olmasa ve bilgi sadece dinin egemenlik alanında kalsaydı hala dünyanın tepsi gibi düz ve bir öküzün boynuzları üzerinde duran, kendisinin ve güneşin çevresinde dönmeyen bir nesne olduğuna inanıyor olacaktık. Oysa bunlar bugün bizim için son derece basit bilgiler.

Aydınlanmanın yol arkadaşlarından biri de Sanayi Devrimi.

Sanayi Devrimi, çalışma koşullarının insana yakışır bir şekilde düzeltilmesinin olduğu kadar bugün bilinen anlamıyla sınıfların yani proletarya ve burjuvazinin, yani işçi sınıfı ile sermaye sınıfının ortaya çıkmasında başlangıcı oluşturmuş.

Aynı etki, Uluslaşma süreci için de söz konusu.

Laiklik zaten hareket noktası. Buna, demokrasi ve insan haklarını eklemek de mümkün.

Bütün bunların, Aydınlanma'nın aklı zincirlerinden kurtarıp yerine deneyi, gözlemi, kuşkuculuğu, sorgulamayı ve bunlardan doğan doğru bilgiyi yani bilimi koymasının sonucu olduğu açık.

Bu çerçevede, Aydınlanma'nın bilim ve teknolojideki gelişmeleri nasıl etkilediğini açıklamaya gerek yok.

Ama siyasi ve sosyal alanlardaki etkisi gerçekten ilginç. Bilimin ve teknolojinin gelişmesi her şeyin Tanrı'nın bir işi, bir eseri olmadığını, insanın da pek çok şey yapabileceğini göstererek, insan soyunun kendine güvenmesini, soru sorup itiraz edebilmesini getirmiş. Bu doğal ve kaçınılmaz.

Bunun dinin, Kilise'nin etkisini sınırlayıp, kendi doğal sınırlarına sokması da kaçınılmaz.

Ama dinin temel düşünüş referansı olduğu tarım toplumunun sanayi toplumuna dönüşmesinin ilginç sonuçlar doğurması belki sürpriz sayılabilir. Sanayi toplumunda, hele o yüzyıllarda dinin ve Kilise'nin Orta Çağ'daki kadar etkin olması mümkün değil. Çükü sanayinin arkasında da bilim var, teknoloji var, üretim var. Yani akıl var…

Oysa artık "sınıf"lar da var. Bu sınıflardan biri de sermaye… İşçi sınıfı zaten "ulus"suz düşünülemez. Halbuki yeni oluşan kapitalist sınıfın da bir devlete ihtiyacı var. Bu devletin de ulus-devlet olması şart.

Yerli kapitalizm sürekli kendi işçi sınıfını sömüremez. Aydınlanmanın getirdiği özgür düşünce işçi sınıfına da hak aramayı öğretmiş. Dolayısıyla kapitalistin başka ulusların emeğini de, hem de giderek daha fazla sömürgesi gerek. Burada kapitalizmin en önemli desteği, yardımcısı mensup olduğu ulusun devleti.

Başka siyasi nedenler de bir araya gelince Aydınlanma, uluslaşma sürecine de büyük bir ivme kazandırmış.

Nitekim Batı, bugün de kendi içinde Aydınlanmacı, laik, bilime, akla öncelik veren bir yapıya sahip. Dışarıya karşı ise bunların hepsini ayaklar altına alan bir Emperyalist canavar!...

Yazının başında, "dünyanın da Türkiye'nin de yaşadığı sorunların tam orta yerinde AYDINLANMA duruyor" derken kast ettiğimiz buydu.


Aydınlanma'nın öne çıkardığı akıl ve bilim, teknoloji ve sanayileşme, laiklik ve demokrasi, ulus-devlet ve onun bağımsızlığı, özgürlüğü sadece belli ülkelere mi aittir; bunlar olumlu, iyi şeylerse bütün insanlığın sahip olması gerekmez mi sorusudur yaşanan sorunları yaratan.

Öyle ya!.. Özgür düşünceyi geliştirmiş, bireyin, insanın önemini ispatlamış; "hümanizm"i felsefe haline getirmiş Aydınlanma bir tekel malı mıdır?

Bütün unsurlarıyla Aydınlanmadan nasibini alamamış ülkelere geri, Aydınlanma'yı dört başı mamur yaşayanlara ileri diyoruz.

Geri'ler niye geri?!.. Elbette kendi yanlış tercihlerinin, tembelliklerinin de rolü vardır, ama onların geri'liklerinde ilerilerin hiç mi payı yok? Hatta bu pay, hayli çok diyebileceğimiz bir pay değil mi?

"Medeniyetler Çatışması" adı altında bir takım uluslara açıkça "siz gerisiniz, gayri medenisiniz" diyen ileriler, Kenya'nın kurucusu Jomo Kenyatta'ya "misyonerler geldiğinde ellerinde İncil, bizimse topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi yumup dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil vardı; topraklarımızsa onların olmuştu" dedirtenlerdir. Bugünkü haline baktığımızda Afrika'yı "yok" edenlerdir.

Aydınlanma'nın doğum yeri Avrupa'dır. Hıristiyanlık özelinde genel olarak dinin, din adamlarının ve kurumlarının yalana, hurafeye dayalı otoritelerine bayrak açmanın adı olan Aydınlanmanın çocuklarının Afrika'yı Hıristiyanlık misyonerleriyle, yani dini kullanarak yok etmesi ne yaman ve hazin çelişkidir!!!..

Aklıyla, düşüncesiyle birey olarak insanı hak ettiği yere getirmenin adı olan Aydınlanmanın çocuklarının, hem de aynı yüzyıllarda, köle ticareti sırasında çeşitli kaynaklara göre 50-200 milyon, daha on yıl önce Ruanda da kabile çatışmalarında 800 bin Afrikalının ölümüne yol açması ne gözü doymaz bir ihtirastır!!!..

Denilebilir ki, Aydınlanma sadece Avrupa'ya mı aittir, bütün insanlığa mı aittir çekişmesinin en ibret verici sahnesi de Türkiye!!..

Türkiye, çünkü…

Türkiye, geriliğinden kendi hatalı tercihleriyle, tembelliğiyle suçlanmamak için muazzam bir atılım yaparak, Avrupa'nın silahlı silahsız bütün engellemelerine rağmen Aydınlanmayı kendi ülkesinde gerçekleştirmiş, ama Avrupalı olmayan hemen tek ülke… Bu nedenle Aydınlanmaya kendisinden başkasını layık görmeyen Avrupa için, Batı için dehşet verici bir model.

Çünkü Türkiye Aydınlanmayı, bir takım unsurlara da sahip olmadığı halde gerçekleştirdi. Bizim Aydınlanmamız olan Cumhuriyet'ti Avrupa'yı dehşete düşüren. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye'nin başardığı sadece kendisini savaşta yenmek olmasaydı; yani Kurtuluş Savaşını kazanmakla yetinip üstüne bir de Cumhuriyet'i kurmasaydı; Avrupa yenildiğine bile bu kadar üzülmeyecek, bu kadar dehşete kapılmayacaktı; Cumhuriyet'in kurulacağını bilseydi, Osmanlı'yı işgale kalkışmazdı Batı demek bile mümkün.

Her şeyden önce Türk aydınlanması henüz sanayileşmemiş bir tarım toplumu olan Osmanlı üzerine yeşerdi.

Avrupa'nın Aydınlanması Kilise'ye karşıydı; Hıristiyanlığa aykırıydı. Ama yerine de başka bir din öngörmediği için evrensel bir nitelik taşıyordu. Yani başka ülkelerde de benimsenmemesi için bir neden yoktu. Nitekim Osmanlı Aydınları da Avrupa'ya gidip gelirken, oradaki değişimi görüp etkisinde kaldılar.

Ancak Osmanlı topraklarının bu değişim için gerekli alt yapısı yoktu. Batı aydınlanması sınıf temeline dayandığı halde, Osmanlı da ne proletarya ne de sanayi burjuvazisi vardı. Tarım toplumunun ideolojisi olan dinin tahakküm ettiği bir toplumda "özgürlük", "millileşme", "laiklik" diyen aydının başı beladaydı.

Çünkü bir düşünce devrimi yaşanacaktı, ama henüz bunun sosyal ve iktisadi alt yapısı oluşmamıştı.

Osmanlı devlet düzeni padişahlığın ve halifeliğin dinsel egemenliği altındaydı; hilafet laikliğe engeldi. Çokuluslu olan Osmanlı imparatorluğunda, din etkisindeki ümmet bilinci aşılsın dendiğinde, bu kez etnik grupların bölücülüğü ortaya çıkıyordu. Şeriat hukukunun geçerli olduğu yerde insan hakları ve demokrasi gelişemiyordu. Her cemaate kendi geleneksel hukukunun uygulanması, medeni kanunun yaşama geçmesini engelliyor, kadının yeri erkekle eşitlenemiyordu; çünkü İslam öyle emrediyordu..

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen Avrupa aydınlanmasının etkileri, imparatorluğu oluşturan bütün etnik topluluklara yayılıyor, bağımsızlık ve özgürlük eğilimlerini körüklüyordu.
Batı'nın paylaşım hırsı, Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı imparatorluğunu bölüşme kararına dönüştü. Ama bu hırs, Mustafa Kemal önderliğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı duvarına çarptı.

Bu savaş, Anadolu aydınlanmasının temellerini atmıştır.

Aydınlanma felsefesinin "laiklik, insan hakları, uluslaşma, demokrasi, sanayileşme" kavramlarıyla yakından bağını, Anadolu dış düşmana ve emperyalizme karşı verilen savaşın ulusal içeriğinde öğrenmeye başladı.

Millet Meclisi Hükümeti "egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur" diyerek ümmet bilincinden uzaklaşmanın düğmesine bastı. Halifenin düşmanla işbirliği, laikliğe giden yolun taşlarını döşedi. Padişahın bir İngiliz savaş gemisine binerek kaçması, cumhuriyetin ilanını kolaylaştırdı.

Anadolu Müslümanlığının kendine has özellikleri de bunlara eklendi.

Arap İslam'ıyla Anadolu Müslümanlığı arasındaki farkın en çok belirginleştiği alan, Alevi-Bektaşi inancı.

Aleviler, Sünni şeriatına karşıydı. Sünni halifenin padişahlığı, Alevileri ezmişti. Cumhuriyetin laiklik ilkesi ise Aleviler için eşitlik ve baskılardan kurtuluş demekti. Aleviler, Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi, laikliğin devletin temel ilkesi olarak benimsenmesinde de Mustafa Kemal'e çok büyük destek verdiler.

Öte yandan Osmanlı, Avrupa ile iç içe yaşarken Anadolu Müslüman'ı da Hıristiyan'la yan yana, iç içe yaşıyordu.

"Aydınlanma devrimi" ile birlikte yükselen ulusçuluk, imparatorluktaki etnik toplulukları etkiledikçe, Osmanlı da milliyetçiliğe zorunlu olarak yakınlaştı. Osmanlı devlet yönetimi, inançları çeşitli din ve mezheplerin karması içinde düşünmek zorundaydı.
Alevi-Bektaşi toplumunun dışında kalan Müslüman kitlede de tasavvufun etkileri azımsanamayacak bir ağırlıktaydı. Tasavvuf ise tanrıya inançtaki bakış açısında hoşgörüyü savunan bir din felsefesi ve dünya görüşüne dayanıyordu.

Özetle Avrupa'da kilise egemenliğine başkaldıran sanayi burjuvazisine benzer sınıfsal taban Türkiye'de yoktu, ama, Anadolu Müslümanlığının yapısında laikliğin dayanakları vardı.

Osmanlı devletinin çöküşünü dinsel gericiliğe bağlayan sivil-askeri-aydınlar, Birinci Dünya, Savaşı'nda görmüşlerdi ki İslam dünyası, halifenin "Cihat" çağrısına uzak kalmış; Müslüman Araplar, İngilizlerle birleşerek Türkleri arkadan vurmuşlardı; halifenin düşmanlarla birleşmesi de bunlara eklenince; sanayi burjuvazisinden yoksun bir tarım toplumunda Aydınlanma Devrimi'nin koşulları oluştu.

Toplumun ümmetlikten çıkıp ulus haline gelmesi için kulluktan kurtulup yurttaşlığa kısa sürede geçmesi gerekiyordu. Okuma yazma oranı yüzde 10'u geçmeyen böyle bir toplumda Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra bu işlevi öğretmenler üstlendi. Batı'da yüzyıllar süren Aydınlanma'yı Türkiye'de kısa bir zaman dilimine sığdırmak, laikliği güvence altına almak anlamını taşıyordu ve ancak bu yolla mümkündü

Bir tarım ülkesinde Aydınlanmayı gerçekleştirmek için sanayileşmeyi de iktisadi planlama ışığında ve devlet öncülüğünde yürütmek gerekiyordu. Devrimci devlet, bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı eliyle "aydınlanma"nın felsefe ve sanattaki büyük yapıtlarını Türkçeye çevirirken, bir yandan da fabrikalar açmaya başlamıştı.
Aydınlanma; Anadolu'da Avrupa'dakinden çok daha değişik bir süreçte, ayrı yöntemlerle yaşandı, yaşanıyor.

Şimdi bakınız Sevgili Atatürk'ün bize armağan ettiği, ama ne yazık ki bizim yeterince sahip çıkıp layık olduğumuzu kanıtlayamadığımız Cumhuriyet'e…

Aklın, bilimin, bilginin, deneyin, gözlemin taassubun, hurafenin yerini alması mı?..

Alın size onun kurduğu üniversiteler, Türk Dil ve Tarih Kurumları, Halkevleri…

Laikleşme mi?..

Alın size hilafetin kaldırılması, kadınlara erkekle eşitliğin seçme ve seçilme hakkıyla birlikte sağlanması, Harf Devrimi, Kıyafet Devrimi, Eğitimin Birleştirilmesi yani Tevhidi Tedrisat Kanunu, Medeni Kanun… Daha sayabiliriz…

Uluslaşma mı?..

Alın size bir ulus-devlet olan Türkiye…

Sanayileşme mi?...

Alın size Sümerbank, Etibank, Karabük Demir Çelik Fabrikası, SEKA, demiryolları, fabrikalar, fabrikalar...

Yine bakınız, okullarda Atatürk İlkeleri olarak öğrettiğimiz, Cumhuriyet Halk Partisinin de amblemindeki altı okla ifade ettiği, Atatürk'ten miras ilkelere:

Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik…

Bazı siyaset bilimciler bunlardan ilk üçünün 1789 Fransız İhtilalinin, son üçünün ise 1917 Sovyet Devriminin ilhamı olduğunu söyler. Bu tez ilk bakışta doğrudur; Fransız İhtilali Halkçılık, Devrimcilik ve Devletçiliğe, Sovyet Devrimi ise Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Laikliğe ikinci planda yer verirmiş hatta yer vermezmiş gibi görünür.

Ama konuya Fransız İhtilali veya Sovyet Devrimi pencerelerinin dört köşesinden değil daha geniş açıyla bakıldığında bu yorumun yetersiz, eksik olduğu görülür.

Aydınlanma felsefesi, Aydınlanma Hareketi Fransız İhtilali'nden ibaret değildir. Fransız İhtilali son derece önemlidir; kendi başına pek çok sonucu olmuş, pek çok gelişmeye yol açmıştır; ama Aydınlanma'nın etkilediği, yarattığı pek çok sonuçtan, gelişmeden sadece biridir.

Dolayısıyla tek başına Fransız İhtilali belki Halkçılık, Devrimcilik, Devletçilik ilkelerini ihmal ediyor görünebilir. Ama konuya bir bütün olarak AYDINLANMA diye bakıldığında Atatürk ilkelerinin hemen hepsini içerdiği görülecektir.

Aydınlanma hareketinin kendisi bizatihi bir devrim olarak nitelendiği gibi, kendi içinde Sanayi devrimi gibi başka devrimleri de barındırır. Uluslaşma, demokrasi, insan hakları da bu çerçevede düşünülebilir, hatta düşünülmelidir. Aydınlanma hareketinin, felsefesinin özünde akıl ve bilimin özgürleşmesi, dolayısıyla düşüncenin özgürleşmesi yatıyorsa, bunun uluslaşmanın, demokrasinin, insan haklarının önünü açmasından daha doğal bir soncu olamaz.

Çünkü akıl bağımsızlaşmış, özgürleşmiştir; din bezirganlarının zincirlerinden, tacizinden kurtulmuştur.

Aydınlanma öncesinde Kilise ve daha düşük oranda Kral, Tanrının yeryüzündeki temsilcisi idi. Söyledikleri, hatta kimi zaman söylemedikleri her şey hem de Tanrı'nın kanunu sayılıyordu. Kilisenin-Kralın, Şeyhülislamın-Padişahın düşüncesine, emrine, söylediğine (yani kanununa) karşı çıkmaksa Tanrıya karşı çıkmak demekti.

Aydınlanma, bütün bunlara… yani Avrupa'da Kilise'ye veya Krala, Osmanlı'da Şeyhülislama veya Padişah'a "dur" demek idiyse, Atatürk'ün Cumhuriyetinin, bir başka ifadeyle Türk Aydınlanmasının, Anadolu Aydınlanmasının yaptığı da bunun ta kendisiydi.

Değil 17'inci, 18'inci, hatta 19'uncu yüzyılda, günümüz koşullarında bile, dünyanın neresinde olursa olsun din bezirganlarına, din baronlarına "dur" demek bizatihi bir devrimdir.
Öyleyse Aydınlanma Hareketi de bir devrimdir.

Ücretinin, çalışma koşullarının belirlenmesinde, bunların "insan"a yakışır düzeyde olmasını sağlamada en ufak bir söz hakkı olmayan işçinin, Sanayi Devrimiyle birlikte kendi emeği, ücreti, hatta hayatı üzerinde söz sahibi olması, "halkçılık" ilkesinin bir yansıması olduktan başka, yine bir "devrim"dir.

Uluslaşmaya, ulus-devletlerin doğumuna yol açan Aydınlanma'nın, "devletçilik" ilkesine yabancı olduğunu söylemek de mümkün değildir. Avrupa'da kapitalizmin, sermaye sınıfının ihtiyacı olduğu için güçlenen, varlığı aranan devlet, Türkiye'de, yatırım yapacak özel sektör sermayesi dahi olmadığı için gerekli olmuştur. Aydınlanmanın bir ucu da sanayileşme idiyse, fabrikaların kurulması, toplumsal sınıfların oluşması idiyse… Ve fakat bunu yapan, yapacak olan bir özel birikim de yok idiyse, devlet eliyle yapılmıştır.

Kısaca Cumhuriyet, Anadolu Aydınlanmasıdır, Türk'ün Aydınlanmasıdır; Avrupa Aydınlanması'nın Türkçesidir, Anadolucasıdır. Avrupa Aydınlanması'nın bir devrim olduğunu, Avrupa dışındaki dünya da kabul ediyor. Öyleyse "Anadolu Aydınlanması" da bir devrimdir. Atatürk de bu devrimin "devrimci"sidir…

"Kör olasın demiyorum / Kör olma da gör beni!.." demiş şair…

Geldik bu güne…

Zaten gelmek zorundayız.

Avrupa, kendisinden başka kimseye yar etmek istemiyor Aydınlanmayı…

Elbette Türkiye'ye de…

Avrupa'ya, Amerika'yı da dahil edip geniş anlamıyla Batı dersek…

Aydınlanmayı kendisinden başkasına yar etmeme projesini, içimizden devşirdiği, satın aldığı, iğdiş ettiği, uyuşturduğu, salaklaştırdığı bilinçli-bilinçsiz işbirlikçiler eliyle gerçekleştiriyor. Bilinçli-bilinçsiz olma durumu dikkate alındığında, bu işbirlikçiliği "hainlik" olarak okumamız da mümkün.

Mahallenizdeki fırıncı, köşe başındaki simitçi "Abi Amerika büyük devlet, ona nasıl karşı koyalım" diyorsa…

Bir "bilinçsiz iğdiş edilme, salaklaşma, uyuşturulma" söz konusudur.

Cumhuriyetçiliğinden, laikliğinden, Atatürk sevgisinden, ulusal çıkarlara saygısından kuşku duymadığınız, üniversite eğitimi almış bir dostunuz "yaşasaydı Atatürk de özelleştirmeci olurdu" diyorsa, dehşet verici bir cehaletle harmanlanmış bir "salaklık" söz konusudur.

Aynı durum "Aman n'olur siyasetten söz etmeyelim" diyen bir tıp "profesör"ü; "sen sürekli siyasetten söz ediyorsun. Siyaset kişilik sorunu olan, kendini kanıtlayamamış insanların işi" diyen tıp doktorları, mühendisler için de söz konusudur.

Ama bir siyaset bilimi profesörü, her şeyi bildiği halde, "hala Sevr özlemi içinde olanlar var" diyene "paranoyak" diye karşılık veriyorsa, artık bir hainlik söz konusudur.
Kapitalizm, yani para canavarlığı bütün haşmetiyle ortalarda salınırken; bezirganlık, bağnazlık şeklinde bir din hayatımızın üstünde lök gibi oturup dururken, bir başka siyaset bilimi profesörü "ideolojilerin sonu gelmiştir" diyorsa, burada artık bir alçaklık söz konusudur.

Şimdi bakalım günümüz Türkiye'sindeki alçaklıklara, hainliklere…

Aydınlanma neydi?

Mesela laiklikti, değil mi?

Mustafa Kemal Atatürk ne yapmıştı? Türkiye Cumhuriyetini laiklik temeli üzerine inşa etmişti…

Peki şimdi ne var Türkiye'de?

Ilımlı İslam gulyabanisi var.

Ilımlı olduğu için olacak, Belediye zabıtaları, yani devletin memurları, Ankara'nın göbeğinde Keçiören'de içki satan büfeciyi kaşını gözünü patlatmacasına dövüyor. Zabıtalar ılımlı olmasalardı veya büfeci içkiyi satmak yerine içiyor olsaydı, herhalde öldürülecekti.

Aydınlanma neydi?

Mesela aklın, bilimin, deneyin, gözlemin egemenliğiydi, değil mi?..

Atatürk ne yapmıştı?

En büyük yol gösterici bilimdir diyerek üniversiteler, araştırma kurumları açmıştı.

Şimdi ne var Türkiye'de?

Evet bakkal dükkanı gibi açımlı 100 küsur üniversite var. Ama hepsinin rektörünün, dekanının cemaat mensubu olmasına ramak kaldı. Trende mescit olsun diye başvurup, AKP'nin(!) Devlet Demiryolları Müdürlüğünden "sürekli yön değiştiren bir araçta kıble tayini mümkün olmadığından, mescit de mümkün değildir" cevabını alan "genetik profesörleri" var!..

Aydınlanma neydi?

Sanayileşme idi, değil mi?

Mustafa Kemal ne yapmıştı?

Sümerbank yapmıştı, Etibank yapmıştı, SEKA yapmıştı, Demir Çelik Fabrikaları yapmıştı, Et Balık Kurumu yapmıştı, Zirai Donatım Kurumu yapmıştı, bol bol şeker fabrikası, dokuma fabrikası, çimento fabrikası yapmıştı. Osmanlıdan kalma Paşabahçemizi, tersanelerimizi korumuş geliştirmişti. Biz üstüne TÜPRAŞ'lar, PETKİM'ler eklemiştik. Türkiye tarım alanında kendi kendine yetebilen pek az ülkeden biriydi.

Şimdi ne var Türkiye'de?

Fabrikaların bir kısmı tamamen yok edildi. Bir kısmı arsa fiyatına yerlilere, yabancılara peşkeş çekildi. Tersanelerimiz ölüm tarlalarına döndü. Tarımda kendimize yetmek bir yana, buğdayımızı, etimizi bile dışardan alır olduk.

Veee…

Bütün bunları yapan Türk siyasetçileri, Türk hükümetleri, Aydınlanmanın anası Avrupa tarafından canla başla desteklendi, 60 yıldır destekleniyor…

Dünyanın başka pek çok ülkesinde de aynı durum var. Yaşandı.

Kendi gücüyle "aydınlanmaya" çalışan, çabalayan ülkelerin hiç biri istikrarsızlıktan kurtulamıyor. Çabalamayanlarsa zaten hala Orta Çağı, "Karanlık Çağ"ı yaşıyor.

Aydınlanmış Batı, kendi dışında bu yönde en ufak adım atanın kafasını eziyor.

Böyle bir adım atmasanız bile, mutlak itaat istiyor. Sanıyor musunuz ki Amerika İran'ın rejiminden, yani hala Aydınlanmayı gerçekleştirememiş olmasından rahatsızdır?

Hayır. Dizinin dibinden ayrılmayacak bir Ahmedinejad, isterse saçının ucu görünen bütün kadınları astırsın. Amerika için yine de muteberdir, makbuldür. Tıpkı Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve benzerleri gibi…

Hatta Türkiye gibi…

Peki Anadolu Aydınlanması, yani Atatürk'ün Cumhuriyet devrimi Amerika'ya, Batı'ya itaatkar olsaydı gerçekleşebilir, kurulabilir miydi?

Yine hayır. Çünkü Atatürk Anadolu Aydınlanmasını, Aydınlanmanın anası Avrupa'nın olağanüstü direncine rağmen gerçekleştirmişti. Batı'ya itaat eden bir Aydınlanma zaten Aydınlanma olmazdı.

Son dönemde, ülkemizdeki gelişmeler için "rövanş" sözcüğünü sık sık duyuyoruz.

Devrim-karşı devrim tanımlaması da öyle…

Ama devrimi Cumhuriyet, karşı devrimi şeirat, rövanşı da sadece ülke içinde şeriatın cumhuriyete karşı rövanşı olarak anlamak büyük bir eksiklik olur.

Bu, Lord Curzon'un Lozan'da İsmet Paşa'ya açıkça ifade ettiği gibi o günkü düşmanlarımızın bize karşı, Avrupa'nın Anadolu'ya karşı ve nihayet Karanlığın Aydınlığa karşı rövanşı.

Bu anlamda, yazının başına dönerek, dünyanın ve Türkiye'nin bugün yaşadığı çok ciddi sorunlara baktığımızda "dünya ve Türkiye aydınlanmış mıdır" sorusu büyük bir önem taşıyor.

Batı kendi içinde aydınlanmış olabilir. Ama genel olarak yoğun bir karanlığın ortasındaki küçük bir fenerden ibaret bir aydınlıktır bu. Avrupa bu nedenle kendi adasından dışarı bir adım bile atamamaktadır. Çünkü paylaşmayı bilmemekte, aydınlığı paylaşmak istememekte, ama böylece çevresindeki karanlığı gittikçe çoğaltmakta, yoğunlaştırmaktadır. Hatta o karanlık yavaş yavaş Batı'nın içinde de belirmeye, onun aydınlığını azaltmaya başlamıştır. Bugün sadece Fransa'da eski sömürgelere mensup dört milyon Müslüman vardır; ve Fransa vatandaşı olarak Fransa devletini ciddi ciddi "türban"ı kabule zorlamakta, Müslüman bağnazlığı bir yandan da Hıristiyan bağnazlığını hortlatmaktadır.

Türkiye, kendi aydınlanmasını, yine kendisi, hem de Batı'ya rağmen, onun engellemeleriyle dişe diş mücadele ederek gerçekleştirmişti. Ama Batı, zaman içerisinde içimizden devşirdiği işbirlikçilerle aydınlığımızı yeniden karartmaya girişti ve ne yazık ki bu yolda epece mesafe de aldı.

Kısaca dünya ve Türkiye aydınlanmış değil; aydınlığın karanlığa karşı mücadelesi hala devam ediyor.

Aydınlanma mücadelesi veren, vermek zorunda olan ülkeler Türkiye'yi örnek almalı. Aydınlanmayı, Batı karşısında esas duruşa geçerek gerçekleştirmenin asla mümkün olmadığını… "Biz de onların yaptığını yapmak istiyoruz" diye düşünerek Batı'nın Aydınlanma yolunda kendilerini destekleyeceğini sanmanın çok derin bir safdillik olduğunu… Ancak Batı'ya direnerek, Batı'ya rağmen aydınlanabileceklerini bilmeleri gerekiyor.

Türkiye gerçekten çok güzel bir örnek. Batı'ya, Batı'nın bütün emperyalist canavarlığına, bize karanlığı dikte etmesine direndiğimizde AYDINLANMIŞTIK. Sanro Batı'ya yamanmayı marifet saymaya başlayınca KARANLIĞA boğuluyoruz.

Batı'nın da, kendileri yiyip başkaları bakınca kıyametin kopacağını, dolayısıyla paylaşmayı, Aydınlanmayı, aydınlığı paylaşmayı öğrenmesi gerek.

Yoksa, işte Kafkasya, işte Ortadoğu, işte Balkanlar, işte Afrika...

Tükenmiş, karanlığa boğulmuş bir okyanusta, Batı da aydınlık kalamaz. İşte Amerika'nın iktisadi pürmelali, işte Avrupa'nın işsizliği, sosyal çöküntüsü… Londra sokaklarında da artık kapkaççılar kol geziyor.

Türkiye de, sanki kendi aydınlanmasını Aydınlanmanın güya anası Batı'ya karşı ve rağmen yine kendisi gerçekleştirmemiş, o tarihi sanki hiç yaşamamışçasına yeni Gobenler, yeni Breslaular yaratıyor.


Ali Tartanoğlu


   
   
   
   
   
   
 
 

 
   
   
   

 

 

 

 

Home ] Up ] Türkiye Gerçekleri ] Strateji ve Politikalar ] İçerik ] Ara ]

[ Aydınlanma ] Türk Aydını ] Karanlık ] Liberaller ] Liberaller ] Mandacılar ] Dinciler ] Orducu ] N-Mandacilar ] TSK ] TSK ] Hain? ]